Aynı madalyonun iki yüzü: “Togg” ve “Bu milletten bir şey olmaz”
Burjuvazinin en büyük kazanımlarından birisi işte bu: En ileri işçi yığınlarının bile kendisini sınıfından ayrıştırarak bireyselleşmesini ve umutsuzluğa kapılmasını sağlayabiliyor.
Fotoğraf: Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
Ekinsu Devrim DANIŞ
Murat UYSAL
Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna yalnızca bir gün kaldı. Yeşil Sol Parti listelerinden milletvekili adayı olarak seçime giren Emek Partisi MYK üyesi İskender Bayhan’ın İstanbul 3.bölgede emekçiler ve yoksul halk kesimleri arasında sürdürdüğü çalışmalardan yola çıkarak; milliyetçi ideolojinin işçiler nezdinde yaygın bir şekilde karşılık bulduğunu, soğan ve patates fiyatları ile İHA, SİHA gibi savaş teknolojilerinin yanlış terazisini vurgulayarak daha önce de ifade etmiştik.
İlk tur seçim sonuçlarının ertesinde yine Evrensel Gazetesi’nde emekçilerin gündelik yaşamındaki deneyimleri, geçim kaygıları ve ideolojinin aslında birbirinden ayrıştırılamayacak kadar iç içe geçmiş gerçeklikler olduğuna dair de benzer saptamalar yapıldı.
Sınıf örgütlenmesinin önündeki engeller, medya ambargosu, montajlar, “yerli ve millilik” gururunu kabartan TOGG bir yana; işçi ve emekçilerin yekpare benzer saiklerden burjuva gerici bir ideolojik kuşatmaya angaje olduğunu iddia etmek de başka türlü bir illüzyon yaratıyor. Son kertede bu kesimin oy tercihlerinin yarattığı şaşkınlık, değişime dair umutsuzluğu derinleştirerek AKP’li kemik bir kesimin asla gözünün açılmayacağına dair de kutuplaştırıcı bir ruh hali yaratıyor: 'Bu millete müstahak', 'bu halktan da hiçbir şey olmaz zaten!' Yani dünün 'makarnacıları' bugün asla satın alamayacağı TOGG’un açılış töreninde “ez beni!” diyerek arabanın altına yatıyor.
YERLİ VE MİLLİ SÖYLEMİN İLERİ İŞÇİLER ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Burjuva muhalefet partilerine oy veren işçi ve emekçilerin de seçimi matematik ve sandık aritmetiği üzerinden değerlendirdiğini, kendi sınıfsal deneyimlerinden yola çıkarak bir siyaset yapma ya da muhakeme geliştirme noktasında zayıflıklara sahip olduğunu daha önce yazmıştık. Dolayısı ile Esenyurt, Güngören, Avcılar gibi ağırlıklı olarak emekçilerin yaşadığı semtlerde sürdürmeye devam ettiğimiz seçim çalışmalarında özellikle muhalif işçiler açısından öne çıkan bu “umutsuz” ruh hali yeni bir olgu değil. Ek zam talepleri, çalışma sürelerinin kısaltılması, yemek molalarının uzatılması gibi temel talepler doğrultusunda çalıştığı fabrikada örgütlenmenin zorluklarına dikkat çeken çoğu işçi, “bunlardan bir şey olmaz!”, “arkanı bir dönmüşsün ki sen patronla burun burunasın, herkes sus pus!”, “birlikteyken herkes konuşuyor ama müdürün yanına gidince ben öyle düşünmüyorum diyor” gibi deneyimleri üzerinden zaten uzun süredir kendisini ve diğerlerini ayrıştıran bir fikrin içinde yaşıyor. Seçim sonuçları ile beraber de zaten çalıştığı iş yerinde dahi birbirine güven duymayan, bireysel baş etme mekanizmaları geliştiren ve ortak hareket etme pratikleri sergileyemeyen emekçiler açısından baş gösteren ise kendisi ile diğerlerini oy verdiği siyaset üzerinden ayrıştıran bir tutum oluveriyor. İşçiler kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda örgütlenip yan yana duramadığı her koşulda ayrışmaları da başka türlü suni ve ideolojik bir zemine hızlıca kayıveriyor. “Ben enayi miyim sürekli fabrikada konuşup göze batıyorum” diyen muhalif bir işçinin “bu milletten bir şey olmaz!” noktasına gelmesi ve ayrışmayı ideolojik bir zeminden tarif etmesi de çok zor olmuyor elbette. Yani ideolojik kuşatma basitçe “yerli ve millilik” üzerinden yalnızca AKP’li işçileri kuşatmıyor; asıl olarak fabrikada yani üretim ilişkileri içerisindeki deneyimlerini anlamlandırma biçimleri açısından da burjuva ideoloji en ileri işçinin dahi kendisini sınıfından soyutlayarak siyaset yapmasına sebep olacak biçimde sarmalıyor.
Burjuvazinin en büyük kazanımlarından birisi işte bu: En ileri işçi yığınlarının bile kendisini sınıfından ayrıştırarak bireyselleşmesini ve umutsuzluğa kapılmasını sağlayabiliyor.
Bunun daha somut biçimini hem Evrensel Gazetesi’ndeki işçi izlenimlerinden hem de burjuva muhalefete oy veren işçiler ile görüşmelerimizden de destekleyebiliriz. LCW, Mercedes ve Gezer gibi fabrikalar önünde konuştuğumuz işçilere “fabrikada hava nasıl? AKP’li işçiler nasıl değerlendiriyor seçimleri?” diye sorduğumuzda iki farklı yanıtla karşılaştık. Bir kesim AKP’li işçilerin çok sessiz olduğu, eskisi gibi bir motivasyon ile iktidarı savunmadığından, diğerleri ise herhangi değişim olmadığından bahsediyordu. İstanbul seçim sonuçlarına baktığımızda ise “sessiz” ve renk vermeyen çoğunluğun seçim sonuçlarını belirlediği aşikâr. Aynı fabrikada çalışan ama artık birbirleri ile tartışmaya dahi imtina etmeyen işçilerin nasıl ayrıştığı ve kutuplaştığına dair önemli bir tablo sunuyor bu durum. Biz muhalif işçiler aracılığı ile AKP’li işçilerin eğilimini anlamaya çalışırken; “aracı” işçinin diğerlerinden ayrışmış gerçekliğine ve tam da ayrıştığının eğilimlerini anlamlandırma dünyasına tosluyoruz. Kitlelerin ruh hali ve fikir dünyasının çok katmanlılığındaki farklı gerçekliklerinde ancak bir kısmı veri olarak bize sızabiliyor. Bir diğer işçinin bilinç süzgecinden geçen ve sızan aktarımlar bunlar…
ŞERHEN KÜMELENEN İNSANLARIN SESSİZLİĞİ
Sessiz sedasız, yüzeyde çok fark edilemeyen ve genel atmosferde bir değişim isteğinin baskınmış gibi görünmesinin bir yanı da Erdoğan’ı eleştirse de şerhen orada blok olarak kümelenmenin bir yansıması da olabilir. Eskisi gibi Erdoğan ve AKP’yi savunamıyor, akılcı bir argüman geliştiremiyor ve hatta Erdoğan'ı eleştiriyor da olsa, nasıl ki Kılıçdaroğlu etrafında şerhen kümelenen bir blok varsa onlar da Erdoğan etrafında kümelenmeye devam edebiliyor.
O kadar da çok katmanlı mı bu ideolojik kuşatma diye sorulabilir. Buradan Refah partili bir işçi olan Murat ile yaptığımız görüşmeye atlayalım.
Murat bir üniversite hastanesinde çalışan ve uzun süre AKP’ye oy vermiş bir işçi. Bu seçimde de Yeniden Refah Partisi Erdoğan’a oy istediği için bütün eleştirilerine rağmen Erdoğan’a oy atmış. Yani o sessiz, renk vermeyen ama aynı zamanda açıktan ne eleştirip ne de savunan ama Erdoğan etrafında kümelenmiş sayısız işçiden biri… Babala Tv’ye katılarak Kılıçdaroğlu’na “TOGG ve İHA’ları neden muhalefet olarak siz de sahiplenmiyorsunuz, gurur duymuyorsunuz da küçümsüyorsunuz?” gibi bir soru sormuş. Murat aynı zamanda bulunduğu işyerinde sendikalaşma mücadelesi de vermiş olan bir işçi. “Neden kendi gerçekliğinden yola çıkarak sendikalaşma önündeki engelleri ya da kamu desteğini değil de İHA’ları sordun?” diye bir soru yöneltiyoruz Murat’a. Murat’ın yanıtı aslında işçilerin kendi gündelik deneyim ve çıkarlarından yola çıkarak siyaset yapma biçiminin nasıl düz bir çizgide ilerlemediğini ama aynı zamanda burjuva ideolojik kuşatmanın da maddi koşullardan bağımsız olmadığını temiz bir şekilde ortaya koyuyor. Şöyle diyor Murat: “Bu savunma sanayinin gelişmesi ya da teknolojinin bu alanlarda gelişmesi sadece yerli ve milli bir ‘şey’ üretmek ile ilgili değil. Bu yatırımların hepsi bize geri dönecek. Ekonomi gelişecek, alım gücümüz yükselecek ve biz de faydalanacağız”. Cefasını çekiyoruz sefasını da biz süreceğiz diyor yani. Dolayısı ile geniş emekçi kitleleri açısından “yerli ve milli’ bir araç olan TOGG’un seçim sürecinde de karşılık bulması salt bir “yerli” araç fetişizminden ibaret değil; işçilerin içerisinde bulunduğu ekonomik bunalımın da üstesinden gelebilecek bir gelecek, refah beklentisinin unsuru.
YAŞANAN EKONOMİK SIKINTI BİREYSEL DERT OLARAK ALGILANIYOR
Sohbetimizin devamında şöyle söylüyor: “Markete gidiyorsun evet o alamayacağın soğan ile bakışıyorsun, gözün doluyor, sinirleniyorsun…Sonra eve gidiyorsun ve televizyonu açıp koltuğa kuruluyorsun. Terör, savaş, PKK, dış güçler…Yav diyorsun memleket ne halde sen ne haldesin. Utanıyorsun kendi derdine, alamadığın soğanın üzüntüsüne düştüğün için. Büyük düşünmem lazım diyorsun. Bunu yaratıyorlar işte sende.” Daha önce de Evrensel sayfalarında bahsettiğimiz gibi işçiler kendi gündelik yaşantısındaki deneyimleri, geçim kaygısını, maddi zorluklarını özel bir sorun ya da kendi bireysel meselesi olarak görüyor. Dolayısı ile daha kolektif bir “vatan” duygusunun altında kendi bireysel sorunları göz ardı edilir bir hale gelebiliyor. Açlık, geçim sorunu, maddi zorluklar gibi gündelikleşen kaygıların sıradanlığında ve tekrar eden ritminde başka türlü bir hayat ritmi ve uyum geliştirebiliyor. Daha kolektif bir duygu geliştirerek hayatta kalmaya çalışıyor ve bir yanıyla belirsizlik ve kaygının onu sürekli silken ve diken üstünde tutan doğasına karşı rutinine tutunuyor.
Aynı hastanede çalışan Leyla ise "Seçimlerin Allah belasını versin" diye çıkışıyor. Hastanede yaşadığı sorunlar, problem onun için daha önde geliyor. Söze bu koşullardan şikayet ederek başlıyor, seçimlerin ilk turundaki yılgınlığı ile çalışma koşullarının düzeltebilme ihtimaline dair umudu aynı yerde duruyor. İş yerinde yaşadığı sorunlara karşı önüne koyduğu çözüm fikri sendikalı olmanın ötesine geçmiyor. Sendikanın organize ettiği toplantılara gelmeyen arkadaşlarına sitem ediyor. "Bunu da yaptık bir şey olmadı" duygusu ile tüm çabasına rağmen diğer emekçileri kendi ile aynı ortak düzlemde yan yana getirememe durumu kendisi için aynı kapıya çıkıyor.
“Bunlardan bir şey olmaz” hissine ve yılgınlığına kapılıyor. İşyerindeki deneyimlerinden yola çıkarak yaşadığı bu yılgınlık gibi seçimlerde de benzer umutsuz ruh halini taşıyor. Belki oy vermenin ya da sandığa gitmenin ötesinde bir çare sunulmayan bu değişimin öznesi olmayan, kendini de böyle hissetmeyen işçiler "ellerinden gelen en büyük şey" olan oy verme işleminden sonra, beklediği değişim olmayınca yılgınlığa düşüyor.
KENDİ ÇALIŞMA VE YAŞAM DENEYİMLERİNİN SİYASETİNİ YAPMAKTAKİ ZAYIFLIK
Yeşil Sol listelerinden aday olan Emek Partisi MYK Üyesi milletvekili İskender Bayhan ile Artvinli bir işçi ailenin yanındayız. İlk tur bitmiş, moraller bozuk... Kendi çalıştığı tekstil fabrikasındaki bir işçiye kızıyor Gülcan. Şöyle demiş işçi ona: “Hadi EYT’de geçti, bol keseden aldınız paraları, bir de Erdoğan’dan şikâyet ediyorsunuz”. Eşi söze giriyor ve “İHA, SİHA meseleleri bir seçim propagandası haline getirildi. Kendi halinden haberi yok işçilerin” diyor. Fakat kendisi gibi Artvinli olan vekilden beklentilerine sıra gelince birden Artvin’deki hayvancılığın sorunlarına geliyor söz. Sendikalaşma önündeki engeller, çalışma saatleri ile ilgili düzenlemeler ya da kendi sınıfsal çıkarları doğrultusundaki temel taleplerini konuşmak yerine Artvin’in tarım ve hayvancılığının gelişimine dair öneri ve temennilerde bulunuyor. Bu tablo, özellikle iktidara muhalif olarak burjuva düzen siyasetinde kümelenmiş işçilerin de muhakeme etme ya da kendi çalışma ve yaşam deneyimlerinin siyasetini yapmakta ne kadar zayıf olduğunu ortaya koyuyor.
Aynı gün gerçekleştirdiğimiz başka bir ev ziyaretinde de benzer bir tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Gülcan, 100 küsur işçinin olduğu bir oyuncak fabrikasında çalışıyor. Kendisi gibi iki kızı da daha önce aynı fabrikada çalışmış. Bir elinde sargı bezi var. Baş parmağını kesmiş ve fabrika yönetimi tarafından yetersiz bir hastaneye götürüldüğü için gerekli müdahaleler yapılmamış ve enfeksiyon kapmış parmağı. Patron ise “ortalıkta iş kazası geçirdim diye konuşuyormuşsun, hiçbir şey yok elinde” diyerek masrafları karşılamamış. Gülcan çok kızgın. Patronuyla aralarının çok iyi olduğunu, sürekli hâl hatır sorduğunu, güler yüzlü ve yumuşak bir insan olduğunu ve nasıl böyle bir anda tavrının değiştiğini anlamlandırmakta zorluk çekiyor. Elinin durumundan öte patronun tavrı daha çok yaralamış onu. Yaşadığı kırılmayı ise kendi tekil deneyimi olarak anlamlandırdığı için patronun değişken tavrını da sınıflar üstü bir iyilik, kötülük, vicdan muhasebesi üzerinden yorumluyor. “Ben patron olsam en azından vicdanım olurdu, böyle davranmazdım” diyor. “Sizin fabrikada sendika var mı?” diye soruyorum. “Sendika ne oluyor, ne işe yarıyor?” diyerek yeni bir soru ile yanıt veriyor. Görüşmemizin devamında 1. Turda çıkan tablonun onu çok etkilediğini, umutsuz olduğunu anlatıyor. Kendi fabrikasındaki işçilerin reisçi olduğunu asla da değişmeyecek kadar körleştiklerinden bahsediyor. Artvinli muhalif işçi gibi o da fabrikasında yaşadığı sorunlar üzerinden değil; karşı cenahta olan işçilerin nasıl Erdoğan’a yedeklendiği üzerinden bir tartışma sürdürüyor.
BURJUVA HEGEMONYA SADECE YERLİ VE MİLLİ İDEOLOJİDEN BESLENMİYOR
Toplamda sadece AKP’li işçiler değil, muhalif işçiler açısından da kendi sınıfsal deneyimleri üzerinden siyaset yapma ve bir muhakeme geliştirme ve bu sorunlar etrafında örgütlenmenin eksikliği düşünüldüğünde burjuva hegemonya sadece yerli ve milli ideolojiden beslenmiyor.
***
Öte yandan, karmaşık hisler, deneyimler, duygu durumları ve pratiklerin bir aradalığında yekpare bir ideolojik kuşatmadan bahsedemesek de gündelik deneyimden doğru gelişen maddi bilincin parçalılığı da fabrika ve işyerlerindeki örgütlü mücadele ile son kertede aşılacak. Yine aynı bölgede yaptığımız ev ve işyeri ziyaretlerinde, örgütlü tutum almanın nüveleri ikinci turda sandık güvenliğini sağlamak noktasında gelişiyor gibi göründüğünü fark ettik. İlk turda burjuva muhalefete havale edilmiş bir sandık güvenliği, “bir planları vardır” duygusu, sandıktaki yenilgi hissi ile beraber başka türlü bir etken olma duygusu da yaratmış durumda. “Demek ki bizim de halk olarak örgütlü bir şekilde sandıkları tutmamız gerekecek, partilere havale edilecek bir mesele değil bu” diyen kesimler Erdoğan kazansa da kaybetse de önümüzdeki süreçte siyasette de belirleyici olabildiğinde esecek değişim rüzgarları.