30 Mayıs 2023 18:03

Karanlık obrukta linç gecesi

Düzene işaret ederek “O yasa yirmi yıldır burada ama bu insanlar bin yıldır burada” diyor. Devlet tarafınca yaşama havzaları kurulmamış yerelde, politik bir tercih olarak bir başınalık var.

Karanlık Gece filminden bir sahne 

Paylaş

Ece AKIN

GSÜ

 

Karanlık, “şeyleri” kör eder, madden ve manen. Görüneni görünmez kıldığı gibi görünmez olan da karanlıktır karşılaştırması yaratabilirse şayet, filmin baş karakter İshak odağında ele aldığı linç rejiminin nispeten küçük bir topluluk hacmindeki temsiliyetle bütünü, karanlığın kör ettiği gibi körlüğün de karanlık yarattığı bir tablo çıkarıyor ortaya. Kötülük, saldırılarla vuku buluyor, Ali’nin cinayeti ve cinayetin örtbası el birliğiyle gerçekleşiyor. Ve o ellerden biri, İshak’ın eli; iç hesaplaşması, vicdanla geri çekilmesi ve mahcubiyetiyle bir oluk yaratıyor bu akışta. Oluk ilk önce İshak’ı dönüştürüyor, ardından köyüne döndürüyor. O taşrada, o birbirine benzeşmiş bakışların karşısına bu sefer o çıkıyor ve yine el birliğiyle, o ellerden biri olmadan obruğa düşüyor. Gerçek ve mecaz anlamıyla bir obruk. Öldürülen genç mühendis Ali’nin içine atıldığı obruk, onun cenazesini ararken girdiği İshak’ı da içine alıyor. Kendi isteğiyle bir gerçeği ortaya çıkarmak üzere giriyor, hikâyenin başı aynı zamanda sonu oluyor, o obruğa kendisi de atılıyor.

Söz konusu film “Karanlık Gece”nin hikâyesi müzisyen İshak’ın hastalanan annesine bakmak üzere seneler sonra taşraya dönmesiyle başlıyor. Buz gibi bir kadraj; iç sıkıntısı, çıkışsızlık ve sıkışmışlığı gördüğü kabuslarla, tek başınalığında hakikat hedefiyle attığı zor adımlarla, çökmüş bakışlarıyla ve bulanık yılgınlığıyla veriliyor. Hafızanın loş ışığa işlendiği evde annesi “Kendi kendini gurbete sürdün be oğlum” diyor. Buradaki gurbet, İshak’ın yaşadığı ve yaşattıklarıyla taşradan ayrılmasından ibaret değil; yabancılaşıyor evine, tanıyıp bildiği insanlara, kendine. Gurbet yabancı memleketse, İshak da memleketine gurbetçi olduğu gibi geçmişine ve kendisine de gurbetçi oluyor. İç muhakemesine tanık oluyoruz her yerde. Faili olduğu linç olayının senelerce ızdırabını çekiyor ve bir vicdan yolculuğuna çıkıyor. Obruklarda dolanıyor Ali’yi bulmak, gerçeği gün yüzüne çıkarmak için. Av Koruma Kontrol Sorumlusu, şehirli Ali’nin köye gelişi var tabii öncesinde. Taşraya henüz adım atmışken kuracağı yeni yaşam, tanışıklıklarına dökülüyor. İshak’la arkadaşlığı, okulu bitirip dışarıdan üniversiteye hazırlanan Sultan’a derslerinde yardım etmesi ve arasındaki romantik birliktelik. Linç olayının aslen sebebi de namus, tabular ve kodlar etrafında bu birliktelik oluyor.

“LİNÇ, EN AŞİKÂR MEDENİYET KAYBIDIR.”

Ali’nin babası vazgeçmeden, geri döndürülemez bir kararlılıkla taşrada oğlunu arıyor, toprağın her bir karesine adım atarak ilerliyor, gerçeği ortaya çıkarmaya ve o çürük sürekliliğin arasında bir hayalet gibi dolanarak hem kayıp oğlunu hem de kaybettirilen gerçeği aralamaya çalışıyor. Bu noktada bir babanın kayıp oğlunu arama mücadelesini veriyor oluşunu yalnızca senaryosunun bir parçası, anlatının bir eklentisi olarak görmek mümkün olmaz zira Cumartesi Anneleri’ne işaret eden bir gerçeklik buluşuyor. Hele ki filmdeki bu temsil bir evladın kaybolmasıyla sınırlı değilken, bunun ötesinde faili meçhul olaylar zincirinde gerçeği bulmaya çalışan baba karakterinin dirayeti ve cüreti, hakikat ve adalet için duruşuna değinmekten geri durmuyor. Ali’nin kız kardeşi de geliyor Almanya’dan, babasının ahvaline engel olmak için, kolundan tutup geri döndürmek için, fakat nafile. Dolandıkça dolanıyor baba, durmuyor, bu esnada doğanın içerisinde de bir yer(sizlik) buluyor sanki kendine. Temsiliyle sembolik yürüyüşünü sürdürüyor.

Tahribatın ötesi ve berisi düşünülmemiş, odaksız bir taşlamanın inşasıyla çarpışıyoruz filmde. Mevzubahis kötülüğün birikmesi ve ahalileri tahrik etme gereksinmesi: linç kültürü. Burada Özcan Alper’in bir günah çıkarma değil yüzleşme filmi olarak tarif ettiği düzlemde çıktılar var. Linç; nefret ve kinin peydahlanıp genişleyerek etkisini arttırdığı, egemen fikrin devşirdiği ayrımcı söylemlerle de yaratılır; sermaye iktidarlarıyla, şiddet politikalarıyla da. Sömürü çarkının karanlığa boğduğu günlerde de yaratılır, gecelerde de. “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.” Özcan Alper’e filmde linçi anlatmaya kaynak olmuş Tanıl Bora'nın Linç Rejimi kitabındaki cümlenin yansıması, bir iddiası var.

KARANLIK, “ŞEYLERİ” KÖR EDER

Kolektif bilincin linç rejimine teslim olduğu ve bu pratiğin yayılımıyla toplumun toplum olmaktan çıkacağının, bir çerçeve içeriğinden ibaret olmadığı söylenebilir. O çerçeve ki, yalnızca insanların “biricikliği” ile linçe hazır olduğu, özünden kötü oluşu şeklinde bir yanılsamayı içine alamaz. Linçin insan, söylem ve hareketlere teshir edebildiği bir raddeye varılmışsa, o noktaya gelene kadar aralanmış kapıları, yol ayrımlarını ve linçi hem yaratan hem de dağıtan etmenleri bilmek, bu rejimi irdelemenin kritik bir aşamasıdır. İşin özü, ancak linç karşısında istikrarlı bir duruş yaratılmadığı takdirde toplumun toplum olma vasfını yitirmesinden bahsedebilir. Linçin varlığı, ona sebebiyet veren şeylerin de olduğunu gösterir. Karanlık, “şeyleri” kör eder, madden ve manen.

Ali taşralının yerleştirdiği kapanları toplarken bir araç çekiyor arkasına. Taşralılar iniyor araçtan ve kavga ediyorlar, Ali’nin orayı ve onların da kim olduğunu bilmediğini vurgulayarak: “Ailelerimizin rızkıyla mı oynayacaksın, çocuğumuzun yemeğini hayvanlar mı yesin?​” Yaptıklarının yasadışı oluşu ve itirazlı karşılaşmadan hareketle kelepçeleyip atıyor arabaya. Ali’nin amatörce olduğu belli olan bu hamlesine sorumlusu karşı çıkıyor. Ona kendisini korumayı öğretircesine, düzene işaret ederek “O yasa yirmi yıldır burada ama bu insanlar bin yıldır burada” diyor. Talan düzeninin dallarına budaklanıp devlet tarafınca yaşama havzaları kurulmamış yerelde, politik bir tercih olarak bir başınalık var. Yasadışı olmasına rağmen kapan koymaya devam edenler bin, yasanın ise yirmi yıllık geçmişi var. Hayatını hasbelkader kurduğu ve kendisine emanet ettiği yerde çocuklarının rızkı da var, modernite temsilinin orada sürdürülen yaşama dışarıdan dahiliği de.

Son sahne, son bakış. Karakulak, Ali’nin neslinin tükenen fakat varlığına inandığı yabani kedi. Filmin başında Ali’nin defterinden bir fotoğrafta çıkıyor karşımıza yalnızca, geçmişten bir hatırasıyla varlığına inanan Ali’nin ona ulaşabilmek umuduyla. Söylemesi bana, görmesi size kalsın, kadrajdaki konumundan açıkça bahsetmeyeceğim. Fakat şunu söyleyebilirim ki karakulak bir gizem değil, ulaşılamaz ve uzakta değil. Obruk meselesi tam da burada yine beliriyor, obruğun karanlığa inişi olduğu gibi yukarısında gün yüzüne bakan çıkışı da var zira. Ali’nin atıldığı, İshak’ın hem düştüğü hem düşürüldüğü o obrukta bir geçişi var. Mesele geçişi görebilmek, ulaşabilmek. Bu geçiş o iki yer arasında bir dönüşümse, hikâyenin özünün bir vicdan yolculuğu olduğu kadar adalet arayışı ve hesaplaşma olduğu da söylenebilir. Çünkü karanlık ışığı soğurduğu gibi, spektrumda ileriye doğru açıldıkça yansıtmaya başlar. Yansıtmaya çalıştığı uğruna çabalar, dişini tırnağına takar, önce yola çıkar, ardından obruktan çıkar.

ÖNCEKİ HABER

Umudumuzu kaybetmedik

SONRAKİ HABER

Erdoğan neden Almanya’da bu kadar fazla oy alıyor?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa