Şiirlerini aklının beyazlığına yazan şair: Ahmed Arif
Tarık Özyıldırım, ölüm yıl dönümünde Ahmed Arif'i yazdı.
Fotoğraf: DHA, Kolaj: Evrensel
Tarık ÖZYILDIRIM
Ahmed Arif, Türkmen bir baba ile Kürt bir annenin çocuğu olarak Diyarbakır’da doğar. Farklılıklarla çocukken tanışır. Türkçe, Kürtçe, Zazaca ve Arapçayı kendi deyimiyle birlikte öğrenir. İnsanları kabullenir her haliyle. Annesi Sare Hanım’ı, kardeşini doğururken kaybeder Ahmed Arif. Babası Arif Hikmet Bey, Arife Hanım’la evlenir. Annesinin sıcaklığı Arife Hanım’da yaşar: “Benden sonraki kardeşimi doğururken ölmüş, kardeşim de ölmüş… Bizi adam eden, üvey anamız Arife Anamızdır.” Ahmed Arif daha 5-6 yaşlarında hayatı anlamlandırmaya çalışır. “Anam elime reçelli ekmek verirdi, ben de onları olmayanlara dağıtırdım. Annesi ona “Tüm mahalleyi sen mi besleyeceksin?” derken babası “Bırak hanım, çocuğun yaradılışı böyle” diye yanıt vermiş. Babasının dediği gibi yaradılışı böyleydi. Ailesi, Ahmed Arif’i buralarda başı belaya girmesin diye Afyon’da öğretmen ağabeyinin yanına liseyi okuması için gönderir. Burada lisede okurken bir okul arkadaşının (Bulgar Hasan) ona “eşek Kürt” demesi üzerine sopanın pik kapağıyla çocuğu fena döver. Daha sonra soluğu idarede, başmüdür yardımcısının yanında alır: “Bunun ne hakkı var bana hakaret olsun diye böyle şeyler söylüyor. Ben ailemle, memleketimle gurur duyuyorum.”
"BABAM, ZİHNİNDE 24 SAAT YAZI YAZARDI"
Arif, şiirlerini, mısralarını olgunlaşması için demlemeye bırakırdı. Aylarca yıllarca bekletirdi. Bazen bu bekleyiş 10 yıl, 20 yıl sürebilirdi. “Ay Karanlık” şiirindeki “Maviye/ Maviye çalar gözlerin/ Yangın mavisine” bu ifade için on yıl bekledi Ahmed Arif. Takıldığı yerle inatlaşmaz. Sadece beklerdi. Cemal Süreya’nın “Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı?” şiirinde “İlaç kutularının üstüne yazardı… Kağıt peçetelere yazardı…” der. Ahmed Arif de Refik Durbaş’ın deyimiyle şiirlerini “Aklının beyazlığına yazardı.” Bunun nedeni olarak da başının her daim belada olduğunu, bir yerlere şiir yazmayı sakıncalı olarak görüyordu. Çünkü hem şiirleri hem de kendisi mimlidir. Oğlu Filinta şöyle anlatıyor: “Babam, zihninde 24 saat yazı yazardı. Yolda yürürken bile yazardı. Biz ikinci kitabını yazmasını istedik. Kalp hastasıydı” Ahmed Arif, “Yormayın beni, haftaya İstanbul’a gider orada kayda alınır” demiş ama bir hafta daha yaşayamadı. Birçok güzel şiiri, onunla beraber mezara gömüldü. Oğlu babasından kalan şiirlerin bir kısmını toplayıp “Yurdum Benim, Şahdamarım” adı altında yayımladı.
"HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM" VE YILMAZ GÜNEY
Düşünün, ilk 30 yılda 43 baskı yapmış bir kitaptan bahsediyoruz (Bir dönem basımı yasaklanmış olduğu halde). Belki de bu yüzden şiirin peygamberi olarak adlandırıldı. Hasretinden Prangalar Eskittim’in ilk baskısının tarihi 1968. Kitap ilk olarak “Dört Yanım Puşt Zulası” olarak çıkartmak ister fakat dostu Ali Özoğuz, “Bu kitabı 15 yaşında kızlar, çocuklar okuyacak” der. Bunun üzerine kitabın ismi “Hasretinden Prangalar Eskittim” olur. İyi ki dostumu dinlemişim der. “Aslında eskittim yerine çürüttüm idi. Fakat çürüttüm sözcüğünü sevmedim. İç kulağımı yani gönlümü tırmaladı.” Kitapta bulunan 20 şiirinin nerdeyse hepsi bestelendi. Bu şiirleri besteleyenler arasında Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Onur Akın, Suavi ve Cem Karaca gibi isimler yer aldı. Kafka “Bizi ısıran, bizi sokan kitaplar okumalıyız” der. İşte “Hasretinden Prangalar Eskittim” böyle bir kitap.
Haluk Oral, bu kitabın tek bir yerde reklamının yapıldığını söyler. Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filmi. Benim de Ahmed Arif’le tanışmama vesile olan film. Film 1974’te çekilir. Ben de bu filmi yanlış hatırlamıyorsam 13-14 yaşlarında izlemiştim. Yılmaz Güney, filmde Melike Demirağ’a bu kitabı hediye eder. Daha sonraki sahnede kitaptan hem Melike Demirağ hem de Yılmaz Güney şiir okur. Bu sahne beni çok etkilemiş ki bu ben de aşık olduğum müstakbel eşime ilk bu kitabı hediye etmiştim. Bir öğretmenin düğününde nikah şekeri yerine 500 tane kitabı davetlilere dağıtması, bir öğretmen arkadaşımın nikah davetiyelerinde “Terk etmedi sevdan beni” şiirini yazması, işte Ahmed Arif bizden biriydi.
"TAVUK DEĞİL, 33 TANE SENİN VATANDAŞIN"
“Otuz Üç Kurşun” şiiri yüreğimden bir şeyler kopartır her dinleyişimde. İçinde Ahmed Arif’in isyanını, zalime karşı umudunu en çarpıcı şekilde görürüz. “Vurulmuşum / Dağların en kuytuluk bir boğazında / ve kitlerden bir sabah namazında / Kanlı, upuzun…” Bilir misiniz, Cahit Sıtkı’nın en çok sevdiği şiirlerden biridir. Şiiri dinlediğinde hüngür hüngür ağlar Cahit. Ahmed Arif’in bu şiirinin hüzünlü bir hikayesi var: 28 Temmuz 1943 Temmuz’unda Van Özalp ilçesinde Türkiye-İran sınırında bir gece yarısı kaçakçılık suçlaması ile 33 kişi evlerinden alınır (Biri hariç, kız olduğu için). Köylülerin bütün yalvar yakarmalarına rağmen 2 rekat namaz kılmalarına izin verildikten sonra kurşuna dizilirler. Bütün bunlar Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı emriyle olur.
Ahmed Arif “Kanun, fukaralar için vardır” der. İşte, “Otuz Üç Kurşun” şiiri bu ıstırapla oluşur. Ahmed Arif, tek dizesi yayımlanmamış bu şiiri okuması için defalarca sorgulanır, işkence görür: “Şu Bahçelievler’de manyağın biri 30 tane tavuğu çalsa, ertesi gün Ulus gazetesi olayı 4 sütun üzerinden verir. Tavuk değil, 33 tane senin vatandaşın tavuk değil. Hiçbir suçu yok…” Ahmed Arif “Vurun ulan/ Vurun / Ben kolay ölmem” diyerek dizeleştirir. Refik Durbaş’ın da dediği gibi “Nerede bir yasak varsa, zulüm varsa orada ilk şiir açar.” Bu şiirin yasaklanması mümkün olmadı. Yüreğinde kemiği olan, yüreği de dik duran bir şairdi Ahmed Arif. Goethe bir şiirinde “İnsanı acı yaratır” der. Arif de bu acılarla şiirlerini yazdı. Onun şiirlerini; yaşadığı, gördüğü, tanık olduğu acılar yarattı.
İŞKENCE GÖRME REKORTMENİ
Oscar Wilde “İlerleme ancak başkaldırı yoluyla olur” der “Sosyalizm” kitabında. Bunu fiiliyata döken bir şairdir Ahmed Arif. Rahatça uyumak ona göre değil. 38 ay hapis yatar, yazdığı her şiir başına beladır. Üniversitede felsefe okuduğu yıllarda İtalyan Komünist Partisi Genel Başkanı Togliatti için daha adını koymadığı bir şiir yazar. Şiir arkadaşları tarafından habersizce alınıp 80 nüsha çoğaltılır. Polislerce bu nüshalar ele geçirilince kimi arkadaşları bu şiir yüzünden yargılanır. Ahmed Arif’e de karakol yolu görünür.
1951 solcu avında da tutuklanan 184 kişiden biridir. İstanbul Sansaryan Han’a hapsedilir. 128 gün, gün yüzü görmez aç-susuz, bulduğu kibrit çöpüyle duvara günleri işaretler. Polisler, onun komünist teşkilatlanmaya para topladığını söylemesini ister. Bir de özellikle bu işte Can Yücel’in parmağının olduğunu itiraf etmesini isterler o da direnir. 9 gün 9 gece hiç durmaksızın işkenceye maruz kalır. Bayıldıkça su döküp ayıltıp işkenceye devam ederler. Gerçekten burada anlatmak istemeyeceğim türlü işkencelere uğrar Arif. Can Yücel “Arif, hapse girdiğinde benim adımı söylememek için kan işedi” der.
İşte “Terk etmedi sevdan beni” bu günlerde yazıldı. “Terk etmedi sevdan beni/ Aç kaldım, susuz kaldım/ Hayın, karanlıktı gece/ Can garip, can suskun/ Can paramparça...”
1970 SONRASI KÖŞEYE ÇEKİLEN AHMED ARİF
Çok ıstırap ve işkence gördü Ahmed Arif. Evliydi ve çok sevdiği kimliğini cebinde 2 yıl gururla taşıdığı Filinta adlı bir oğlu vardı. “Bir sevdadır böylesine yaşamak/ Tek başına/ Ölüme bir soluk kala…” Artık tek başına değildi, düşünmesi gereken insanlar vardı. Bana sorarsanız o her şeyin bedelini fazlasıyla ödemişti. Ahmed Arif şunları söylemişti: “Kimsenin karnında açlığı, ayağında yalınlığı ve sırtında çıplaklığı olmasın diye ömründen bir parça verdim. Benim yediğim sopaların binde birini yeselerdi beyler, bugün resmen faşist kesilirlerdi.” Yılmaz Odabaş’ın dediği gibi onun şiirleri her yerde zalime karşı, “hayın”a karşı söylenmeye devam ediyor.
DİLEMİN NİCESİN?
Arif’in hayatına bakınca çok kez sevdalandığını ama bir kez aşık olduğunu görürüz. “Zalım” Leylim’e kendi ifadesiyle. Gençliğinde sevdalar yaşamış. Hatta bir keresinde bir kız için tren bile durdurmuştur. Fakat Leyla’sına “Mezara kadar götüreceğim tek sevda” der. Leyla Erbil’e yazdığı mektuplarında hem bitmeyecek bir aşk hem de sitemi yer alır: “Karanlıkta kalan bebekler gibi korkuyorum, sen yokken.” Kürtçede çok ayrı yeri olan “dilemin” (gönlüm, yüreğim) sözcüğünü Erbil için kullanır. “Nicesin dilemin?” diyerek seslenir Erbil’e… Erbil, “Ben Arif’e hep dost gözüyle baktım” der. Arif’in sevdası beyaz bir sevdaydı. Kimi zaman çocuksu kimi zaman Karacaoğlan havasındaydı.
Ahmed Arif, Refik Durbaş’a verdiği röportajda edebiyatçıların mektuplarının yayımlanması gerektiğini belirtir. Leyla Erbil, oğlu Filinta ve ailesinden izin alarak yayımlamaya karar verir. Aslında “Ben öldükten sonra yayımlansın” der fakat çevresi ısrar edince hemen yayımlanmasına karar verilir mektupların. Bu arada Erbil vefat eder, o da göremez bu yayını. Ne yazık ki Erbil’in Ahmed Arif’e gönderdiği mektuplar yok. Belki de Erbil’e bir şey yapılmasından korktuğu için Ahmed Arif mektupları yok etti çünkü mimliydi.
ÖLÜM BU FUKARA ÖLÜMÜ
Ahmet Arif “Ölürsem beni Hacı Bayram’dan kaldırın, orası daha garibanların gittiği yer. Maltepe, daha şehirli insanların gittiği yerdir” diyerek vasiyet eder bu isteğini… Oğlu Filinta “Babam öldüğünde Hacı Bayram’da yenileme olduğu için bu nedenle cenazesi Maltepe’den kalktı” der.