03 Haziran 2023 05:05

Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci: Haritayı tek renk olarak görmekten vazgeçmeliyiz

Kutuplaşma ancak birlikte, farklı grupların ihtiyaçlarını duyarak çözülebilir. Düşünme mekanizmamızı, siyaset yapma biçimlerimizi değiştirmediğimiz sürece, sürdürülebilir bir ülke olmayacak.

Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci | Fotoğraf: MA

Paylaş

Serpil İLGÜN

Kapitalizm, etnik, dinsel, kültürel bölünmeleri her zaman teşvik etti ve bundan yararlandı. Bu bakımdan kutuplaştırma, Recep Tayyip Erdoğan’ın da özellikle 2010’dan sonra istikrarlı bir şekilde el yükselterek kullandığı, ana kolonlarını din ve milliyetçiliğin oluşturduğu işlevsel bir enstrüman. Erdoğan bu enstrümanı, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde de toplumun bir kesimini diğer kesimine karşı düşmanlaştırma ve eşitlik isteyen Kürtleri, Alevileri, farklı cinsel kimlikleri hedef haline getirme yönünde sınırsızca kullandı. 

Seçim zaferinin ardından yaptığı balkon konuşması ve takip eden konuşmalarda 10 ay sonra yapılacak yerel seçimler çalışmasının da startını veren Erdoğan, “Normalleşecek” iddialarının aksine, kutuplaştırma stratejisini tam gaz sürdüreceğinin işaretini verdi. Seçim sonuçları üzerinden muhalefeti tahkir etmeye devam ederken, muhalefeti “Üç beş oy daha fazla alabilmek için siyasi tarihimizin en rezil kampanyasını yürütmekle” de itham etti.

Cumartesi Söyleşisinde, CHP’den HDP’ye uzanan iç tartışmalar, kulisler, spekülasyonlar gündemi içinde seçim sonuçlarını değerlendirmeye devam etmek istedik ve kutuplaştırmanın sonuçlara nasıl etki ettiğini anlamak için Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci’ye başvurduk. İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Semerci, Türkiye’de kutuplaşmanın boyutlarıyla ilgili çalışmaların yanı sıra, yoksulluk, çocuk yoksulluğu ve göç üzerine yaptığı çalışmalarla da tanınıyor.

Erdoğan, en zayıf olduğu dönemde girdiği seçimleri 2018’de olduğu gibi yine yüzde 52 ile kazandı. Toplumdaki kutuplaşma seyrini inceleyen bir sosyal bilimci olarak bu sonucu bekliyor muydunuz?

Aslında ilk turdan önce, özellikle son on günden önce yapılan anketlerde, her iki aday için de, yani iki kutbun da kemikleşmiş yüzde 43-44 gibi bir oyu olduğu görülüyordu. Bunun nereye evirileceği, kararsızlar dediğimiz grubun tercihini nasıl yapacağı ile ilgiliydi. İlk turdaki sonuç bu bakımdan çok beklenmeyen bir sonuç olmadı. Birinci turda sandığa gitmeyen 8 milyon vardı, onun biraz daha artarak ikinci tura gitmediğini görüyoruz. Yani sonucu belki de iki adayı da tercih etmeyerek sandığa gitmeyenler belirledi diye düşünebiliriz. Ancak seçim sonucu tersi çıksaydı da inanılmaz bir başarı öyküsü olarak ifade edilmemesi gerekirdi. O nedenle ortaya çıkan resmi sakince durup analiz etmemiz gerekiyor.

2023 seçimlerinde daha keskinleştirilerek kullanılan kutuplaşma şemsiye bir kavram ve basitçe “Birbirinden uzaklaşma” olarak tanımlanabilir. Coğrafi kutuplaşma, konu bazlı kutuplaşma gibi dallar içeriyor ama seçimler özelinde Erdoğan’ın toplumu ayrıştırma, düşmanlaştırma enstrümanı olarak kullandığı ideolojik kutuplaşmaya, özellikle de siyasal duygusal kutuplaşmaya değinmek gerekiyor. Anlatır mısınız, siyasal duygusal kutuplaşma seçmen davranışını nasıl çerçevelendiriyor?

Değindiğiniz gibi farklı kutuplaşma tanımları var. Öncelikle siyasal elitler, siyasi partiler arasındaki mesafeye odaklanılıyordu, siyasetteki kutuplaşma bu şekilde ele alınıyordu. İdeolojik kutuplaşma, en bildiğimiz sağ-sol üzerinden yaşanan farklılaşma iken, konu bazlı kutuplaşma ise bazı konu başlıklarında örneğin ABD’de kürtajın Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında gördüğümüz ayrışmayı daha arttırması gibi belli hassas konulardaki durumu yansıtıyor. Ortak çalışmayı engelleyen bir durum olan siyasal kutuplaşma, bireysel düzeyde de etkili olabiliyor. Kutuplaşma, genel olarak siyasetçilerin kendi seçmenini konsolide edebilmesi için işine yarıyor.

Bireysel düzeyde ele aldığımız siyasal duygusal kutuplaşmada vurguladığımız en önemli şey, partilerin bir tür kimlik haline gelmesi. Sosyal kimlik teorilerinin bize öğrettiklerini bu kez parti kimlikleri üzerinden gözlemleyebiliyoruz. Buna bağlı olarak da kendi parti taraftarları ile bir bizlik oluşturuyor. Siyasi parti taraftarlığının kimliklere dönüşerek, farklı siyasal parti taraflarının birbiriyle bir arada olmak istememesi, sosyal mesafenin artması ve bizim için çok önemli bir diğer nokta olarak da, kendilerine hak olarak gördüklerini, kendilerine uzak gördükleri parti taraftarlarına hak olarak görmemeleri ile sonuçlanabiliyor. Ayrıca kendi grubumuza olumlu sıfatları atfederken, uzak gördüğümüz parti taraftarlarına negatif sıfatlar söylenebiliyor.

Bir tür taraftar haline geliyoruz ve o partinin siyasi argümanı neyse onun içinde kalıyoruz. Böylece ortaklıklarımızdan çok, farklılıklarımız üzerinden konuşmaya başlıyoruz. Bu ötekileştirme öyle bir düzeye varıyor ki, bizim sahip olduğumuz hakları, öteki olarak gördüğümüz diğer kutuptakilerin sahip olmasını istememeye başlıyoruz. Bu siyasal alan için çok tehlikeli bir şey.

Dolayısıyla toplumsal yaşam için de?

Evet. Araştırmalarımızda insanlar arasındaki sosyal mesafeye de bakıyoruz. Bu şu açıdan düşünülmeli, siz farklı partilere oy verebilirsiniz, ama bu sosyal ilişkilerinizi zedeler hale geliyorsa, “Çocuklarınız birlikte oynamasın, çocuklarınız evlenmesin”e geliyorsa, farklılıklarla bir arada yaşama haline ciddi biçimde zarar veriyoruz. Dolayısıyla, siyasal duygusal kutuplaşma bağlamında sosyal mesafenin çok artması, bireysel ilişkileri zedeliyor. Bunda tabii ki bu içinde olduğumuz siyasetin, siyasetin kullandığı dilin, içinde büyüdüğümüz siyasal sosyalleşmenin ve şu an içinde olduğumuz medyanın çok ciddi bir rolü var. Siyasetçilerin rolü ve söylemleri, “biz ve onlar” vurgusunu yineleyen popülist söylem, kapsayıcı bir dil kurmaktan ziyade grupları birbirinden uzaklaştıran, daha çok kutuplaştıran bir etkisi var. Biz çoğunlukla bir referandum haline gelen seçimlerde taraf seçiyoruz ve belki de daha uzun süredir neredeyse her gün, kendi kutbumuza bağlılığımızı tekrar tekrar teyit ediyoruz.

İçinde olduğumuz medya ekosisteminde başta sosyal medya olmak üzere bir biçimde yankı odalarımızda, fanuslarımızda yaşıyoruz. İzlediğimiz kanallar üzerinden farklı Türkiyelerde yaşayan insanlar haline geldik. Bu çok önemli, çünkü edindiğimiz enformasyon, bilgiler üzerinden kararlar alıyoruz. Medyanın partizan bir dille gerçekliği yeniden inşa etmesi ve ülkede oluşmuş olan bu kutuplaşmış ortam, neredeyse her konunun bu çerçeveden değerlendirilmesine yol açmakta.

Siyasal duygusal kutuplaşma, giderek daha fazla liderle olan bağı güçlendiriyor. Örneğin bir nedenden AKP’ye oy vermekten vazgeçiyor ama Erdoğan’ı tercih etmeyi sürdürüyor. Bunu göz önüne aldığımızda, “O düşman, bu terörist” anlatısının da karşılık bulmasında Erdoğan etkisi için ne söylersiniz?

Erdoğan’ın siyasi lider olarak çok ciddi bir desteği ve tabanı var. Eylemlerinden, ne yaptığından bağımsız olarak onu her zaman destekleyen bir grup söz konusu. Ancak aynı oranda olmasa da Kılıçdaroğlu’nun da her dediğini makbul gören bir grup da var. O nedenle soruyu daha genel olarak formüle etmenin önemine inanıyorum: “Parti tabanlarıyla, siyasi liderlik arasındaki ilişki nasıl cereyan ediyor? Seçmenle lider arasında nasıl bir bağ oluşuyor?​”

Sizin sorunuza odaklanırsak da, öncelikle kampanya sürecinin eşit koşullarda yürütülmediğini verilerle söyleyebiliyoruz. Bunu belirtmek gerek. Ayrıca Erdoğan’ın, bilfiil çok aktif biçimde götürdüğü bir kampanya süreci oldu. Bu kampanya sürecinin etkisini değerlendirirken, seçmenin nasıl bir motivasyonla oy verdiğine detaylı olarak bakmak gerektiğini düşünüyorum. Erdoğan’a sürekli aynı motivasyonla mı oy veriliyor? Ne tür değişiklikler söz konusu, bunlara da bakmamız gerekiyor. Ayrıca sosyoekonomik açıdan yerel dinamiklerin de çok hayati olduğunu belirtmek gerek.

"SARILAR İÇİNDE KIRMIZILAR DA VAR"

14 ve 28 Mayıs seçim sonucuna Türkiye haritası üzerinden baktığınızda Batının, sahil kentlerinin, Kürt illerinin kırmızı; İç Anadolu ve Karadeniz’in sarı rengi, kutuplaşma açısından ne anlatıyor?

Aslında oluşan bu harita bizi yanıltabiliyor çünkü her kırmızının içinde sarılar, sarılar içinde de kırmızılar var. Tabii ki bazılarında oranlar daha farklı yüksek, yüzde 80’ler düzeyinde ama genel olarak baktığımızda daha yakın oranlarda bile sanki o ilin tamamı sarı, tamamı kırmızı gibi görüyoruz. Oysa özellikle büyük şehirlere baktığımızda neredeyse yarı yarıya bir dağılım söz konusu. O nedenle haritadaki o tek renkli hali görmekten vazgeçmek, onun içindeki çeşitli dinamiklerin, bu renkler açısından turunculukları, bizim genel anlatımız açısından hep tekrar ettiğimiz griliklerin de olduğunun farkında olmak gerekiyor.

Grilikleri barındırsa da haritadaki örneğin sarı renk Erdoğan’ın birinci çıktığı illeri gösteriyor. Bu, “Anadolu daha muhafazakar milliyetçidir” yargısına dayanak yapılmakla birlikte, Erdoğan’ın birinci çıktığı illerde “Muhalefet gelirse Diyaneti kaldıracak, vatan tehlikeye girecek” söyleminin daha fazla satın alındığını göstermiyor mu?

Şöyle, zaten Türkiye’de muhafazakarlığın, milliyetçiliğin yaygın olduğu bir siyasal kültürün içindeyiz. Bazı illerde örneğin bazı büyükşehirlerde daha azalabiliyor olsa da bu genel olarak bizim sorgulamamız gereken bir durum. Muhafazakarlık; örneğin kadın haklarına erişim konusundaki sıkıntılar sadece İç Anadolu da ya da Karadeniz’de değil, diğer illerde de önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Dolayısıyla evet, biri daha muhafazakar ama diğeri de muhafazakar.

Temel duygulardan korku, siyasette de en kuvvetli duygulardan biri. Kriz anlarında, belirsizlikte insanların endişe halinde olduğu durumlarda korku, insanların en tanıdık olana sarılmasını sağlıyor. Memnun olmasanız bile ne yapacağını daha iyi bildiğinizi tercih edebilirsiniz. Örneğin, ekonomik krize karşı alternatif olarak önerilerin ne kadar inandırıcı olduğu sorusu, masanın üstünde duruyor. Ayrıca birçok açıdan bu kadar kırılgan haldeyken, inandırıcı gelmemesi ya da tereddütlerin giderilememesi, ne yapacağını daha iyi bildiğinize sizi daha kolay yaklaştırabilir.

KUTUPLAR ARASINDAKİ EN GÜÇLÜ UZLAŞI, GÖÇMEN KARŞITLIĞI

Bu bağlamda “Türklük, maddi yoksulluğu telafi edebildi”, “TOGG soğanı yendi” çıkarımlarına nasıl yaklaşıyorsunuz?

Bunlar çok sembolik geliyor bana. Soğan derdi herkes için var zaten ama dediğim gibi ekonomik sorunların nasıl çözüleceği ve verilen vaatlerin gerçekçi biçimde nasıl sağlanacağı konusunda ne kadar bilgi edinilebildi? Ve ne kadar ikna edici oldu? Özellikle de, o kemikleşmiş oyun dışında kalan diğer kararsız ya da genç seçmenler açısından ne kadar ikna edici, ne kadar umut verici oldu sorusu önemli. Bu arada korku duygusunun karşısında olumlu bir duygu olarak, genellikle ilgili yazında umut duygusunun belirtildiğini de ekleyelim.

Özetle soğan olarak sembolleştirilen temel ihtiyaçların önemsiz olduğunu düşünmüyorum ama soğana giden yolda neler yapılacağına dair anlatı da dahil olmak üzere, genel olarak problemlerin nasıl çözüleceği konusundaki söylemin bir grup için ikna edici bulunmadığı anlaşılıyor.

TOGG olarak sembolize edilen anlatıyı daha kapsamlı anlamak için araştırmak gerektiğini düşünüyorum, araba üretmek, arabaya sahip olmak... Bu sembolün anlamı ve belki de farklı sınıflar için anlamlarını... İHA, SİHA daha militarist semboller ve buna eşlik eden güvenlik dili de karşılık buluyor, bu açıdan kampanya videolarını da detaylı olarak incelemek gerekiyor.

Biz çalışmalarımızda bu kutuplaşmış ortamda maalesef negatif uzlaşı adaları olduğunu bulmuştuk. Göçmen karşıtlığı; ABD karşıtlığı, yine Sevr Sendromu olarak özetlediğimiz “Türkiye’nin her zaman bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olması” söylemi de korkuları beslemek için referans noktaları olabiliyor.

BELİRSİZLİK VE ENDİŞE KORKULARI PEKİŞTİRİYOR

2018 ve 2020’de yaptığınız araştırmalarda toplumdaki temel endişe kaynaklarını somut olarak görüyoruz. Nitekim araştırmaya katılanların yüzde 90’ı terörden ve ekonomik krizden kaygı duyuyor. Yine yüzde 85’i ülkenin komşularıyla savaşa girmesinden, yüzde 82’si ülkenin bölünmesinden, yüzde 81’i işsiz kalmaktan ve yüzde 62’si dini özgürlüklerin kısıtlanmasından endişe ediyor. Bu oranlar, bize kampanyanın “Bunlar gelirse ülke bölünür, Diyane’i kaldırırlar, maaşınızı bile alamazsınız” gibi söylemlerinin ve “montajsa montaj” olmasına rağmen söylemin neden karşılık bulduğu konusunda da önemli bir fikir veriyor.

Ekonomik kriz, iklim krizi, göç krizi, enerji krizi gibi çoklu krizlerin içinde yaşamaya çalışırken medya ekosistemi de ciddi bir sorun. Yalan/yanlış haber salgını, infodemi kavramı, bilgi düzensizlikleri kovid-19 döneminde daha çok duyuldu. Ayrıca bu çoklu kriz durumunun ürettiği belirsizlik ve endişe halinde de yanlış bilginin daha hızla yayıldığını biliyoruz. Yanlış bilginin yanlış olduğu bilgisi ise aynı oranda yaygınlaşmıyor. Kriz ortamı, korkuları çok daha kolay pekiştiriyor. Tanımadığınız, aşina olmadığınız, öteki olarak görülen gruplara karşı çok daha öfkeli olabiliyorsunuz.

Bizim çalışmalarımız çerçevesinde temel soru parti taraftarları için şöyle şekillendi: “En uzak bulduğum partinin taraftarlarının benim sahip olduğum haklara erişememesi benim için sorun mu?​” Bu çok belirleyici bir şey, çünkü vatandaşlık çerçevesi bütün vatandaşların aynı haklara sahip olması üzerine kurulu. Ama biliyoruz ki bazılarımız bu haklara erişebilirken, bazılarımız erişemiyor. Peki biz bunu sorun ediyor muyuz? Sadece siyasal haklar açısından da değil, eğitim hakkı, sağlık hakkı yani temel sosyoekonomik haklar açısından da.

SİYASET FARKLI İHTİYAÇLAR ÜZERİNDEN KURGULANMALI

Ama zaten bunun sorgulanmaması, tersine korunması için üzerimize 7/24 propaganda boca ediliyor. Bu propaganda nasıl etkisizleştirilebilir?

Öncelikle, bu kadar gerginliğe ve kutuplaşmanın yeniden üretimine rağmen, günlük yaşam pratikleri çerçevesindeki deneyimler bize sahada başka tür imkanların olduğunu gösteriyor. Örneğin, Türkiye genel olarak sivil topluma katılımın, gönüllülüğün çok yüksek olmadığı bir yerken, birinci ve ikinci turda oldukça fazla sayıda vatandaş gönüllü oldu. Ve aynı masada oy sayma pratikleri, çoğu noktada sorunsuz gerçekleşti.

Bunlar belki büyük başarılar olarak değerlendirilmiyor ama bizim farklılıkların bir arada olduğu örnekleri çoğaltmaya gayret etmemiz ve bunların da duyulmasına imkan vermemiz gerek. Özellikle bireysel duygusal kutuplaşmada sorumlunun tamamen karşı taraftaki kişi olarak görülmemesi, kişinin kendisine de bakması önemli.

Örneğin kafanızda bana dair bir algı var ama benle karşılaştığınızda beni koyduğunuz grubun dışında bir özelliğimi görüyorsunuz. Siyah ya da beyaz tek tip olarak gördüğünüz o grupta da çeşitliliğin olduğunu öğreniyorsunuz. İşte bu yüzden karşılaşmalar ve farklıklarla bir arada alanlar yaratmak çok kıymetli.

Bu noktada siyasetin biraz daha ortak ihtiyaçlar üzerinden kurgulanabilmesinin buna alan açabileceğini düşünüyorum.

NASIL BİR TOPLUMDA YAŞAMAK İSTİYORUZ?

Bu noktada, kutuplaştırmayı etkisizleştirecek söylem ve pratiklerin semte, mahalleye, okula, fabrikaya daha fazla taşınması da elzem, ne dersiniz?

Evet, yereldeki dinamiklerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kutuplaştırma pratiklerini bizim çok daha yerelde, çok daha ufak ölçeklerde değiştirmeyi düşünüyor olmamız lazım.

Ayrıca giderek çeşitlenen, farklılaşan taleplerin duyuluyor olmasının da hayati önemde olduğunu düşünüyorum. Kutuplaşma, ancak birlikte, farklı grupların ihtiyaçlarını duyarak çözülebilir. Düşünme mekanizmamızı, siyaset yapma biçimlerimizi değiştirmediğimiz sürece, zaten kutuplaşma bakımından da, iklim başta olmak üzere var olan krizlerle baş edebilmek açısından da, sürdürülebilir bir ülke ve dünya olmayacak.

Eğitim sistemimizin de kapsayıcı bir biçimde kurgulanması çok önemli, bu seçim süreci çocukların da oldukça politize olduğu ve var olan kutuplaşmanın onları da etkilediği bir durum yarattı. Bunu da not etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla mesele, kendi çocuğumuz için hayal ettiğimiz şeyleri, ötekinin çocuğu için de hayal edebilmemiz.

Kesinlikle. O yüzden “Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz?​” sorusu, çok temel bir soru. Bizim ötekileştirme ve kutuplaşma araştırmalarına odaklanmamıza yol açan yorum tam da bu belirttiğiniz nokta idi. Mevsimlik tarımdaki çocukların çocuk olarak görülmemesi, onların “Çocuk gibi bakmadığı” yorumu bizi ilk ötekileştirme çalışmamıza yöneltmişti. Bu bağlamda nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz? Bu toplum kimlerden oluşuyor? Dışarıda bıraktığımız bir grup var mı? soruları önemli.

ÖNCEKİ HABER

SES: Mülakat hukuksuzluğu son bulsun!

SONRAKİ HABER

Prof. Dr. Doğan Yaşar: İzmir Körfezi çok ağır hasta

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa