18 Haziran 2023 03:46

Kırbaca ve kılıca ‘Hayır De’mek

"Unutmayalım ki zalimlerin ellerindeki her türlü kırbaca ve kılıca ‘Hayır De’diğimizde gerisi çorap söküğü olacaktır..."

Fotoğraf: Pixabay 

Paylaş

Tacim ÇİÇEK

Doğmak; iyi, kötü rüyalara, kabuslara uyanmaksa; ölüm de bu rüya ve kabuslardan kurtulmaktır bir bakıma. Bu bağlamda asıl olan uyanmak ile kurtulmak arasındaki süre değil yaşadıklarımızın kimin ya da kimlerin dayattığının toplamı olmasıdır. Yani biz başkalarının iyi ya da kötü rüyalarını mı, yoksa uyanmak ile kurtulmak arasındaki süre içinde iyi veya kötü kendi seçimlerimizi mi yaşıyoruz… Bu değişken sürede hayatımızı cehennem mi, cennet mi yapıyoruz kendimize… Bu tür ikilemler yanıtsız sorular anlamsız, karşılıksız ve de boş gelebilir bize. Oysa hiç de öyle değil; çünkü bizim dışımızdaki hiç kimsenin yapamayacağı iyiliği de kötülüğü de asıl biz yaparız kendimize. Farkında olalım ya da olmayalım ama gerçek bu. Farkındalık anlayışımız, bakışımız, düşünce yöntemimiz ne kadar gelişmişse iyiye, doğruya, gerçeğe, doğamıza uygun olan şeylere o kadar çabuk ulaşırız ve hayatımızı kendimize cennet yaparız diye düşünüyorum.

Hoşumuza gitmeyen rüya ve kabuslardan kurtulmamız dışımızdaki gerçeklerin bizi dürtmesine bağlı değil. Nasıl ki iyi tanıdığımızı sandığımız kişileri bile aslında hiç mi hiç tanımadığımız gerçeği bizi şaşırtıyorsa; kendimiz olma yolunda bilinçlenmemiz de bir o kadar ufkumuzu açar, bizi de biz yapar.  Çünkü insanın duyguları, düşünceleri su gibi akış halindedir. Kötücül olan her şeyden kaçmak ya da kötücüle sırt çevirip görmezden gelerek olana bitene katlanmak kötücülü daha da kötücül yapar; bizi de onun şerrinden ve bize bulaşmasından kurtarmaz… Bu yüzden istemediğimiz rüya ve kabuslardan kurtulmak ki başkasının rüyası/kabusu bile olsa onun/onların uyanmasını beklemek yerine, onu/onları bir an önce kendimiz için uyandırmalıyız. Bizim isteğimiz bu yöndeki çabamızla gerçekleşebilir ancak. İşte o zaman ortak bir yaşam alanı oluşturabiliriz… Ortak yaşam alanının en büyük düşmanı ve engelleyicisi de unutmayalım ki kendi rüyasını, kabusunu/idealini doğru diye ‘güç’ kullanarak dayatan, yaşatan odakların tekçi totaliter rejimleridir. Başından beri rüya, kabus, ideal, dayatma vs. diyerek anlatmaya çalıştığımız zorbalık, tekçilik ve istenmeyene mahkum edilmek olarak da okuyabilirsiniz.

Yine bilirsiniz ama anımsatmış olayım: Abdurrahman Kevâkibi (1854-1902) muhalif bir Arap yazar. ‘Tebayi-il İstibdat’ adlı bir kitabı da önemli. Abdülhamit’in adını hiç anmadan istibdadın sebep olduğu sonuçları müthiş biçimde anlatır. Ona göre, ‘müstebit’ (zorba) hükümdarlar her zaman kendilerini bir şekilde dinle ilişkilendirir. Çünkü dinsel öğretiler insanları, akılların kavrayamayacağı bir güçten korkmaya çağırır. Zaten istibdadın en yüksek derecesi orduyu ve dini otoriteyi aynı anda elinde bulunduran ‘ferd-i mutlak’ iktidarıdır. Bu yüzden siyasetin ıslahı ancak dinin ıslahıyla mümkündür’ der.

Ona katılmamak olanaksız… Galileo, dini ellerinde kırbaç ve kılıç yapanlar tarafından ömür boyu sürecek ev hapsi ve yazdığı, yazabileceği kitapların yasaklanması ile cezalandırılmıştı. Dünyanın döndüğünü söylediği rivayet edilse de, astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi olması hoş karşılanmıyordu. Özellikle astronomi ‘tehlikeli’ bir alandı, evrenin yapısı üzerine yapılan her yeni keşfin, ‘tanrısal düzen’ ile çelişme ihtimalinden dolayı. Kilise onu ancak dört asır sonra bağışlayacaktı.

Giordano Bruno… Çok değil, Galileo’dan 20-30 yıl önce çıkmıştı engizisyon yargıçlarının önüne... Engizisyonun elinde yaklaşık sekiz yıl kaldı Bruno. Ağır işkencelere karşın görüşlerinden geri atmadı. Ama dini kırbaç ve kılıç gibi kullanan kilise erki onu bağışlamadı, anlamadı ve yaşamasını hiç mi hiç istemedi. Bruno, yaşadığımız yerin bir merkez olmadığını, her şeyin buradan başlamadığını tam aksine bizlerin bu başlangıca ve sonsuzluğa eklendiğimizi söylemişti. Bu en büyük suçtu. Ama o yakılarak ölüme mahkum edilmesiyle de alay etmişti: Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz!’ diyerek. Sonunda, 17 Şubat 1600’de, 52 yaşındayken, Roma’da Campo de Fiori Meydanı’nda yakılarak katledildi. Geriye, bugün bile hâlâ geçerliliğini koruyan o ünlü sözü kaldı: Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar. Çünkü dini ellerinde kırbaç ve kılıç yapanların, dillerinden sihirli sözcüklerin dökülmesinin ne yazık ki pratikte bir karşılığı yok. Geçmişten günümüze de hiç mi hiç olmadı. Bu kırbacı, kılıcı kendi aralarındaki çıkar çatışması için bile gözlerini kırpmadan kullanmaları eşyanın doğasına da oldukça uygundu. Çünkü inanılmaz bir ‘güç’ devşirme aracı olduğunu, bilincine varmamış kitleler üzerinde caydırıcı, itaat ettirici etkisini biliyorlardı; görüyorlardı. Aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen bunun değişmemiş olduğunu, bir parçası olduğumuz Ortadoğu coğrafyasından çok iyi biliyoruz.

Sorun yapılagelenlerin, dayatılanların, bizden ç/alınanların farkına varmak, kendimiz olabilmek ve kendi hayatlarımız ve geleceğimiz üzerinde söz sahibi olabilmektir. Bu da bilinç ve örgütlenmek ve de mücadele demektir. ‘Hayır’ diyebilmek için gözlerimizi gerçeklere açmak ve kararlı durmaktır hiç mi hiç istemediğimiz şeylere…

‘Hayır’ deyince anımsadım. ‘Hayır’ ile ‘evet’in Olmak ya da Olmamak, İşte Bütün Mesele gibi, haklı bir biçimde ve de gırla çarpıştırıldığı ve karşılaştırıldığı şu günlerde; Celal Üster’in çevirdiği ve uzunca bir değerlendirmeyle daha da anlamlandırdığı faşizm ve savaş karşıtı manifesto niteliği taşıyan ‘HAYIR DE!’ kitabından söz etmek isterim kısaca da olsa. Yordam Kitap etiketiyle piyasaya sunuldu.

Yirmi altı yaşında ölmüş Wolfgang Borchert adlı bir şair-yazarın kitabıdır. Nazilerin bir gencin ruhunu nasıl tutsak ettiğini, zindanlara kimlerin tıkıldığını ve onurlu birinin nasıl da boyun eğmediğini içiniz yanarak okuyacaksınız. Ve belki de diyeceksiniz ki ‘Aslında kısa yaşam yoktur, anlamlı ya da anlamsız olan yaşamlar vardır.’

Özeti şu: Savaşın tüm sektörlerinde görev dayatılacak, çalıştırılacak insanlar, (yani ebeveynlerden çocuklar doğurmaları) istendiğinde yapılacak tek şeyin çocuk doğurmamak olduğudur. Çünkü insansız hiçbir savaş aracı çalışmaz, hiçbir silah patlamaz, hiçbir toprak insan kanıyla boyanmaz…

Yaşamlarımızı anlamlı yapmak ya da yapmamak elimizde… Yeter ki bu konuda kendi üstüme düşeni öncelikle kendimiz için yapalım. Bunun için ilk adımı atalım. Unutmayalım ki zalimlerin ellerindeki her türlü kırbaca ve kılıca ‘Hayır De’diğimizde gerisi çorap söküğü olacaktır...

ÖNCEKİ HABER

Bir Ayrılış Hikayesi: Antakya’dan Balıkesir’e, Balıkesir’den Antakya’ya…

SONRAKİ HABER

Şair ve yazar babaları

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa