İsveç'in NATO üyeliği | Özlem Kaygusuz: Her iki tarafın da başarı öyküsüne ihtiyacı var
İsveç’in NATO’ya üyeliği tartışmalarını yorumlayan Doç. Dr. Özlem Kaygusuz: İsveç’in üyeliği öyle çok büyük bir kriz değil; ancak anlaşılan Türkiye’nin ve diğer tarafın başarı öyküsüne ihtiyacı var.
Fotoğraf: DHA
Cihan ÇELİK
İstanbul
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg geçtiğimiz günlerde İsveç’in NATO üyeliğinin 11-12 Temmuz’daki NATO zirvesine kadar mümkün olduğunu ancak bunun garantisini veremeyeceğini söyledi. NATO’ya üyelik için Türkiye ve Macaristan’ın onayını bekleyen İsveç ise 10 Haziran’da ülkesinde NATO birliklerinin geçici olarak konuşlanmasına izin verdiğini açıklamıştı. Seçim öncesi iç politikaya antiemperyalist söylemlerle de malzeme yapılan üyelik meselesiyle ilgili Türkiye önümüzdeki dönemde nasıl bir yol izleyecek? İsveç’in NATO üyeliğine Türkiye’nin onay vermesi ABD ve Rusya ile ilişkilere nasıl yansır? Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden Doç. Dr. Özlem Kaygusuz yanıtladı.
"ANLAŞMAZLIK YOK, YARATILMAK İSTENEN GÖRÜNTÜ VAR"
İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye-İsveç arasındaki ilişkiden çıkıp, Türkiye-ABD ilişkilerinin bir konusu haline geldiğini gördük. Seçim öncesi iç politikaya oynandı bu durum. Şimdi son durum nedir? F-16, İsveç’teki bazı kişilerin iadesi gibi pazarlıklar söz konusu. Bununla mı sınırlı? Ne istiyor ve hedefliyor taraflar?
Seçim sonrası süreçte Erdoğan yönetimi için dış politikada en önemli mesele ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi ve tüm dünyaya Türkiye- ABD ilişkilerinde 2018-2019’dan beri devam eden ve Biden’ın seçilmesi ile daha derinleşen huzursuzluğun giderildiği mesajının verilmesi. Biden yönetimi ile seçim öncesinde İsveç’in NATO üyeliği başvurusu sayesinde başlatılabilen yakınlaşma ve diyalog süreci, Erdoğan liderliğinin ana karakteristiği olmak üzere yine bir diplomatik pazarlık sürecine dönüştürüldü. Şunun altını çizmek gerekir ki, dış politikanın sadece ABD ile ilişkilerde değil, neredeyse tüm ülkelerle bir al-ver ilişkisine dönüştürülmesine hem Batı, hem de Rusya gibi ülkeler artık alıştılar. Bu biraz da yaşadığımız dönemin bir özelliği. Küresel siyasette pandemi öncesinde liberal dünyayı zorlamakta olan, pandemi sayesinde daha da derinleşen yapısal sorunlar karşısında yönetimlerin jeopolitik gerilimleri ön plana çıkarmaları Türkiye gibi ülkelerin dış politikadaki manevra alanını oldukça genişletmişti. Türkiye bir yandan Rusya ile geliştirdiği stratejik ilişkileri ABD’ye karşı kullanırken, diğer yandan da mülteci meselesini AB’ye karşı bir koza çevirerek bu jeopolitik ortamın olanaklarını sonuna kadar kullanabildi. Buradan somut bir yarar elde edildiği tartışmalı olmakla birlikte, iç siyasette bu durumu bir bağımsız dış politika arayışı olarak sunabildi. Bu çerçevede Türkiye, aslında İsveç’in üyeliği ile ilgili itirazın çoktan geri çekilmiş olmasına rağmen, pazarlık süreci karşılıklı olarak devam ettiriliyor. Açıkça görülüyor ki, temmuz başında Vilnius’daki NATO zirvesinde İsveç’in üyeliği kesinleştirilemeyecek ama dediğim gibi aslında bu konuda bir anlaşmazlık yok. Burada Türkiye açısından yaratılmak istenen görüntü, Türkiye’nin diplomasiye yeniden ağırlık verdiği, bir önceki dönemin sert söylemlerinin ve militarist yaklaşımın terkedildiği ve Batı ile ilişkilerin hızla iyileşmekte olduğu. Böylelikle yürütülen ‘akılcı pazarlıklarla’ sonuçta bir başarı elde edildiği iddiası ortaya atılabilecek.
Seçim öncesinden de bildiğimiz üzere Türkiye’nin isteği, F-16’larla ilgili beklentinin karşılanması. Bu bir başarı olacak mı? Tartışmalı, çünkü Türkiye’ye yapılmış esas haksızlık parası ödenmiş olan F-35’lerin verilmemesi ve bu programdan çıkarılmış olmak. Ama bu çoktan unutuldu ve sonuçta F-16 meselesi çözüldüğünde, uzun diplomatik görüşmeler, yani pazarlıklar sonucunda elde edilmiş bir başarı olarak sunulabilecek. Esas kazanım ise, ABD ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlaması olarak sunulacak; yani esas vurgu buraya olacak. Yeni yönetimin dış politikadaki ilk başarısı olacak. Batı karşıtlığına artık ihtiyaç yok, seçimler bitti, artık çalışma ve sorunları çözme zamanı. Batı’dan gelebilecek her türlü dolaylı ya da dolaysız yatırıma son derece ihtiyaç duyulduğu bir dönemde bu başarı görüntüsü elbetteki yeni yönetim için çok önemli. Dahası bu başarı, başka ülkelerle ilişkilerde ve bölgesel denklemlerde de bir koza da dönüştürülebilir. Yeni şişede eski şarap olarak niteleyebiliriz bu durumu. Birtakım hamlelerle yeni kozlar elde etme ve bunları orta vadede birer başarı öyküsüne dönüştürme. ABD açısından da Türkiye’nin yeniden Batı ittifakına yaklaştırılmış olması, S-400 konusundaki ısrarın dondurulduğu iddia edilebilecek. ABD’nin Türkiye’nin Rusya ile askeri ilişkisini daha da derinleştirmesini engelleyebildiği, Rusya’dan yeni silahlar, uçak veya yeni bir S-400 almasının engellediğini söyleyebilmesi mümkün olacak. İsveç’in üyeliği aslında NATO içinde yaşanan bir anlaşmazlık, öyle çok ciddi, büyük bir kriz değil; ancak anlaşılan her iki tarafın da bu başarı öyküsüne ihtiyacı var.
"ANTİEMPERYALİZM SÖYLEMİNİN İÇİ BOMBOŞ"
Erdoğan yönetimi özellikle seçim döneminde ‘antiemperyalizm’ propagandası yaptı. Ama uzun zamandır iki emperyalist odak NATO ve Rusya arasında çeşitli çıkar ilişkileriyle bir politika yürütüyor. Bu yaşananlar antiemperyalizm kavramı üzerinden ne anlatıyor?
Batı karşıtlığı, Batı’nın emperyalist politikalarına direnildiği iddiaları ya da bağımsız dış politika vurgularına şu anda ihtiyaç yok. Bu söylem bir sonraki seçime kadar rafa kalkabilir. Söylem sözcüğünü özellikle kullanıyorum; çünkü Türkiye’nin son yirmi yıllık dış politikasında antiemperyalizm bir politika değil zaman zaman yükseltilen bir söylemdir; dış politikada kullanılan son derece popülist bir söylemdir. Türkiye’nin neoliberal dönüşümü, küresel ekonomiye eklemlenme biçimi çok farklı bağımlılık ilişkilerini derinleştirmiştir; bugünkü küresel ekonomik işleyiş emperyalizm kavramının çok ötesine geçmiş bağımlılık ağlarını sadece Türkiye için değil, üretken olmayan tüm çevre ve yarı-çevre ekonomileri için kırılması neredeyse imkansız bir şekilde oluşturmuştur. Dolayısıyla antiemperyalizm içi bomboş bir söylemden ibarettir; iç politikada bu söylemin başarılı bir şekilde kullanılabilmiş olması da bir oksimorondur; birbirini yanlışlayan iki durumun yan yana gelmesidir. Diğer yandan yeni yönetim, dokuz ay sonraki yerel seçimlerde bile bu söyleme ihtiyaç duymayabilir; çünkü genel seçimleri ve başkanlık yarışını kazanmış olmak zaten başlı başına bir zafere dönüştürülmüş durumda. Toplumun yarıya yakınının itirazının bir önemi yok. İktidar açısından bu zaferi devam ettirmek için içerideki kutuplaştırma yeterli olabilir. Dışarıda ise tam tersine sağduyulu, akılcı, sakin bir liderlik görüntüsü daha çok işe yarayacaktır. Bu süreçte son derece kırılganlaşan ekonomik durumun Türkiye’yi yeni borç ilişkilerine mahkum edeceğini öngörmek de sanırım yanlış olmaz. Bu noktada antiemperyalizm bir söylem olarak geri plana düşse de, Türkiye’nin reel ekonomik durumu antiemperyalist söylemlerin bile karşılamayacağı kadar derin bağımlılıklara sürükleneceğini gösteriyor maalesef.
"RUSYA BATI TARAFINDAN ÇEVRELENDİĞİ TEZİNİ DAHA GÜÇLÜ ŞEKİLDE SAVUNABİLİR"
Ukrayna savaşı ile birlikte başta ABD olmak üzere Batı birliğini sağlamaya çalışırken, Rusya ve Çin’in Ortadoğu, Körfez ve Afrika ile ilişkilerinde önemli gelişmeler yaşanıyor. Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri ortada. İsveç’in de NATO’ya katılması ne tür sonuçlar doğurur?
Pandemi sonrasında küresel ekonomik ilişkilerin, özellikle ticaret ve enerji hatlarının yeniden düzenlenmesi ihtiyacı küresel siyasetteki rekabeti daha da arttırdı. ABD’nin sarsılan liderliğini bu rekabet ortamı içerisinde onarmaya çalışması, elbette Türkiye’nin küresel ölçekte zaten ayrıcalıklı olan konumunu ve önemini arttırdı. Ukrayna Savaşı da bu durumun daha da görünür bir hal almasını sağladı. Bu savaş elbette Batı ittifakının kendi içinde sağlamlaşmasını, NATO’nun genişlemesini ve ABD liderliğinin de güçlenmesini sağladı; ancak bu olumlu tabloyu Türkiye- Batı ilişkileri için çizmek mümkün değil. Diğer bir deyişle Ukrayna savaşının Türkiye- Batı ilişkilerinin yakınlaşmasını sağladığını söyleyemeyiz. Türkiye Batı nezdinde öngörülemez bir ülke olmaya devam ediyor. Her ne kadar seçim sonrasında taraflar arasında ‘İlişkiler iyiye gidecek’ imajı yaratma konusunda bir uzlaşma sağlanmış gibi görünse de, ilişkileri sarsan ciddi sorunlar ortada duruyor: Türkiye S-400 hava savunma sistemi satın aldı; İsrail ve Mısır’la ilişkileri düzeltme sürecine girse de, Türkiye halen bölgesel sorunlarda güvenilir bir aktör olarak görülmüyor. Doğu Akdeniz’deki dengelerde ortaya çıkan mevzi kaybı henüz telafi edilemedi. Mülteci konusu halen kırılgan bir durum olarak Avrupa’yı Türkiye karşısında edilgen bir konumda tutmaya devam ediyor. Diğer yandan önümüzdeki süreçte Rusya’dan Türkiye’yi yanına çekme yönünde bazı hamleler beklemek mümkün. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha seçilmiş olması Rusya’nın Batı karşısında elde ettiği kimi kazanımları koruyabilmesi anlamına geliyor. Yukarıda da ifade ettiğim gibi dış politikada yeni şişede eski şarap durumu devam edecek gibi görünüyor. Son beş yıldır Türk dış politikası orta ve uzun vadeli somut amaçlarla kurgulanmış bir politika değildi. Kısa vadeli, iç politikada işe yarayacak kimi beklentilerin kırılgan pazarlıklarla elde edilmeye çalışıldığı bir çerçevede yürütülüyordu. İsveç’in NATO’ya katılması konusuna gelince, bundan on yıl önce mümkün değildi; Ukrayna savaşının doğrudan bir sonucu olarak karşımıza çıktı. Batı ittifakı açısından hem bir başarı, hem de bir başarısızlıktır; çünkü İsveç gibi bir ülkenin güvenliği ile ilgili statükonun Rusya tarafından bozulması engellenememiştir. Bundan sonra Rusya Batı tarafından çevrelendiği tezini daha güçlü bir şekilde savunabilir ve bu yeni durum Çin gibi bir gücün küresel alandaki iddialarını da etkileyebilir. Önümüzdeki süreci böyle bir çerçeve içinde izlemek mümkün.