Prof. Dr. Nilgün Toker: Demokratik siyasetin işlevi sosyolojiyi yanına çekmek değil değiştirmektir
En önemli meselemiz mevcut sosyolojiyi veri kabul edip, o sosyolojiyi dönüştürme iddiasından vazgeçen bir siyasetin Türkiye’de epeydir egemen olması.
Fotoğraf: MA
Serpil İLGÜN
Seçim yenilgisi ardından değişim sözcüğü, muhalefet cephesinin çeşitli düzeylerdeki aktörlerince adeta sloganlaştırıldı. Seçimin kaybedilmesine dair söz söyleyen hemen herkes “değişimin gerekliliğinden”, “değişime girmekten” söz ediyor ama ağırlıkla retorikten öteye geçmiyor.
TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğundan iş cinayetlerine, Kürtçe oyunların yasaklanmasından, muhalif şarkıcıların konserlerinin engellenmesine, Erdoğan’ın yoğunlaştırdığı baskı politikaları değişim iddiasının nerelerde hayat bulacağını ortaya koysa da, düzen partilerindeki iç çekişme ve çatışmalar “değişim” sloganıyla örtülmeye çalışılıyor.
Cumartesi Söyleşisinde bu hafta Barış Akademisyenlerinden, Siyaset Felsefecisi, aynı zamanda Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Nilgün Toker’le değişim kavramını ele aldık. Toker, seçim yenilgisinden toplumun değişim talebine, tartışılan pek çok başlıkla ilgili önemli tespitlerde bulundu.
Seçim sonrasında muhalefet aktörlerinin dilinden düşmeyen değişim kavramının nasıl ele alındığına geçmeden önce, bu tartışmaları doğuran seçim değerlendirmenizi alarak başlayalım. Evet karşımızda tüm olanakları sınırsızca kullanan devletleşmiş bir parti, milliyetçi-dinci bir blok, manipülasyon, yalan vs. vardı ama çuvaldızı kendimize batırdığımızda, “Erdoğan iktidarının pek çok bakımdan en zayıflamış döneminde girdiği seçim neden kaybedildi” sorusuna sizin yanıtınız ne?
Dediğiniz gibi hem Türkiye’de yaratılmış olan sosyolojik dönüşüm, hem çok uzun süreli iktidarın kazandırdığı devlet gücünün son derece baskıcı olarak her dakika kullanıldığını hesaba kattığımızda evet, iktidarın neden kaybetmediği açıklamasının kolay olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla burada üzerinde tartışılması gereken pek bir şey yok. İktidar cephesinde, kaybetme riskinin olduğu duygusunun yaratıldığı, muhalefet cephesinde de “iktidarı değiştirebiliriz” beklentisinin büyütüldüğü bir seçim dönemi vardı. Siyaset bilimci olmadığım için iktidarın kaybetmesinin önüne geçen dinamiklere dair büyük laflar etmek istemiyorum. Ama kendi bakış açımdan şunu söyleyebilirim, bu seçimin nasıl bir seçim olduğuna dair muhalefeti büyük bir yanılsama içine sokmaya çalışan iktidarın o yanılsamasını kabul ettik ve ettirdik. Sanki normal seçimlermiş gibi, hatta neredeyse demokratik rekabet ortamı çalışıyormuş gibi davrandık.
Ancak, seçim yasası da dahil olmak üzere seçimin adaletsiz, eşitsiz olduğu seçim süreci boyunca sürekli vurgulandı.
Bunu herkes biliyor ve söylüyor tabii ama siyaset yapma dili bakımından söylüyorum. “Bunu söylemek siyaset yapmalarında neyi değiştirdi” sorusuna yanıt arıyorum. Şimdiden geriye baktığımda elbette bazı iyi nüveler vardı ama demokrasi ve biraz zayıf olarak laiklik dışında hangi gerçek ideolojik ve siyasi karşıtlığı yerleştirdik? Kaldı ki demokrasiyi de doğru biçimde anlatamazsan soyut, hatta boş bir kavram olarak kalır. Evet, elimizde nasıl bir sosyoloji var biliyorduk. Bunu Kılıçdaroğlu da biliyordu, ki onun için bir şeyler yapmaya çalıştı. Altılı Masa, ortaklık arayışı vs. son derece doğru bulduğum şeyler. Ama şimdi düşünüyorum ki, galiba siyaset sosyolojiyi kendi tarafına çekmekle uğraştı, oysa demokratik siyasetin işlevi sosyolojiyi değiştirmektir.
SOSYOLOJİYİ DEĞİŞTİRME İDDİASINDAN VAZGEÇEN SİYASET EGEMEN
Seçim startı verilmezden önce çeşitli araştırma şirketlerinin toplumun yüzde 60’ına yakınının değişim istediği, Erdoğan iktidarının gitmesi yönünde tercihte bulunduğu yönündeki bulgular, değiştirmeye değil, yanına çekmeye hazır bir sosyoloji olarak mı algılandı?
Ne kadar etkisi olmuştur bilemiyorum ama kendine çekme siyasetine katkı sunmuş olabilir. Buradaki toplumun değişim arzusuna, Erdoğan’ın gitmesiyle birlikte değişecek şeylerin arzu edilmesi olarak bakmak gerek diye düşünüyorum. Erdoğan’ın gitmesi için de, 20 küsur yıldır son derece güçlü inşa edilmiş sosyolojik yapıya müdahale edilmesi şart. Ama bunun yerine şöyle düşünüldü, “Bu sosyolojinin ne kadarını Erdoğan’dan uzaklaştırıp, yanımıza alırız?” Oysa o sosyolojiyi ortak yaşam yönelimine başka kelimelerle ikna etmek gerek. Onun için ama senin bir hedefin, bir ideolojin, hadi ideoloji kelimesinden hoşlanmıyorlar diyelim, bir siyasetin, derli toplu ortak bir hikayen olması lazım.
Bence en önemli meselemiz sosyolojiyi veri kabul edip, o sosyolojiyi dönüştürme iddiasından vazgeçen bir siyasetin Türkiye’de epeydir egemen olması. Sosyolojiyi ikna etmeye çalıştığımız “Erdoğan gitsin!” söylemi kazanamadı. Bununla birlikte, topyekûn bir yenilgi duygusu yaşanması da çok adil gelmiyor.
Neden?
Şu nedenle, her şeye rağmen yüzde 50’ye yakın insanın bu büyük isteği açığa vurma cesaretini göstermesi önemli. Ancak şu var, siyaset “o insanlarla beraber bir başka toplumsallık tahayyülünü nasıl gerçekleştiririz” üzerine kafa yorması gerekirken, depresyondan çıkamıyor. Siyaset çıkamayınca toplum da çıkamıyor. Tüm siyasal aktörler, ortaya çıkan tabloya nasıl müdahale edeceğinin yanıtını aramaktansa, “biz niye kaybettik” açıklaması olarak bana yine sosyolojiyi anlatıyor. Bir akademisyen olarak bağırasım geliyor, sosyologlar bunu zaten yazdı, yazıyor. Biz sizden bunu nasıl değiştireceğinizin siyasal cevabını istiyoruz.
ARTIK TÜMÜYLE KAPİTALİZMLE EŞLEŞEN BİR MODERNLİK VAR
14-28 Mayıs seçimlerine getirilen yaygın okumalardan biri şu oldu: “Türkiye toplumunun yüzde 65’i sağ-milliyetçi-muhafazakardır. Seçimler bunu bir kez daha tescilledi!” Ancak bu yargı, toplumun bunu kendiliğinden oluşturduğu algısını yayıyor. Darbelerin de büyük katkısıyla burjuva siyasetin/iktidarların bunu inşa ettiği olgusu dışarıda bırakılıyor ve değişmez bir “kader” gibi sunuluyor. Çare olarak geliştirilen, “madem toplum sağa yöneliyor, o halde biz de oraya yönelelim” yönelimi de buraya dayandırılıyor, ne dersiniz?
Çok haklısınız, Türkiye’de toplumsal değişimler yaratan iki dönemeç var, birincisi Cumhuriyetin kendisi. Büyük bir toplumsal dönüşüm tesis etmiştir. Tabii her toplumsal dönüşümün birtakım dışlamalarla tesis edildiğini, bunun bedelini de Cumhuriyetin bir şekilde ödediğini not edelim.
İkinci büyük toplumsal dönüşüm, 12 Eylül ve 12 Eylül’ün üzerine eklenen neoliberal siyasetle olmuştur. ANAP’la başlayan AKP ile şaha kalkan bir dönüşüm. İki uzun süreli projeden bahsediyoruz. İkisinin de ideolojisi, toplumsal tahayyülü var. AKP ile birlikte kapitalizmle değil ama “çağdaş değerlerle”, haklarla, eşitlikle, diğerine saygıyla çok sorunu olan başka bir inşa süreci başladı. Hiçbir çağdaş değere referans etmeden, her türlü modern yaşam tarzının sürdürüldüğü bir ülke burası. Tümüyle kapitalizmle eşleşen bir modernlik var artık.
Dolayısıyla 40 küsur yıllık bir inşa sonucunda oluşan bu sosyolojiyi veri olarak kabul ettiğinde, siyasal alandan çıkarsın. Biz mesela ne diyoruz, “LGBTİ+’ların hakları var!” Ama sen bu sosyolojiyi veri kabul ettiğinde bunu o sosyolojiye dinletemezsin. LGBTİ örneğini özel olarak seçiyorum, çünkü LGBTİ, seçim sürecinin merkezi nefret nesnesi oldu, giderek de yükseliyor. Tabii ki Kürtler daimi düşman. O daimi düşmana aynı derecede güçlü bir nefret nesnesi olarak, bence şu anda yaşam hakları açısından daha tehlikede olan grup LGBTİ eklendi.
YENİ REJİMLERİN EN ÖNEMLİ KAREKTERİ KİMLİKLER ARASINDA HİYERARŞİ KURMAK
Bu noktada, “14 Mayıs’ta ekonomi değil, kimlik galip geldi. Kültürel değerler, sınıfsal değerlerden baskı çıktı” değerlendirmelerini de soralım. Erdoğan’ın yaşanan büyük yoksulluğu birtakım ekonomik hamlelerle kontrol altına almaya çalıştığı, kimlik, kültür çatışmasını asıl olarak bu kontrolü daha kuvvetli tesis etmek için yükselttiği tartışmalarına nasıl yaklaşıyorsunuz?
Zaten seçimden önce de kimliklere hapsolma dediğimiz durum vardı. Ama kimliklere hapsolma dediğimiz şeyi de neoliberal ideolojinin hakim zemini olan atomizasyonla açıklamak lazım. İnsanların kendi aralarında iradi bağlar kurmasını imkansızlaştırdığınızda, doğal bağların dışında onları bir arada tutacak bir şey bulamazsınız. Nedir bunlar? Aile, içine doğduğu değerler sistemi vs. ya da kendisini herkesin birbiriyle bağladığı yüksek kimlik. Bu Türklük olur, Müslümanlık olur, heteroseksüellik olur falan. Bu atomizasyon dediğimiz şeyin otomatik sonucu. Yeni rejimlerin en önemli karakteri kimlikler arasında hiyerarşi kurmak, bir kimliği üste yerleştirmek, öbürlerini değersizleştirmek, böylece aralarındaki karşılaşma ve tanınmayı imkansızlaştırmak. Böyle bir hiyerarşi kurdunuz mu, tanınma mücadelesi sert olur. Bunu iyice derinleştirerek devam ediyorlar.
Muhalefetin adayı olarak Kılıçdaroğlu helalleşme ile buraya müdahale etmek istedi ama neden yeterli olmadı?
Ben de Kılıçdaroğlu’nun helalleşme ya da ortaklık arayışlarını bu bakımdan mühim bulmuştum. Ama tabii bunu içeriklendirmek ve ilkelendirmek gerekiyordu. Hele de ikinci tura geçtiğinde, aynı hiyerarşik üst kimliğe gömülürsen olmuyor. Bir felsefeci olarak tuhaf bir şey söyleyeceğim, iyi niyetli olabilir ama helalleşmeyi ya da ortaklık arayışını bir siyasi fikir, bir ideoloji olarak gerçekten benimsemediği ya da kuramadığı anlaşılıyor.
Bu hiyerarşide, hiyerarşinin tepesine yerleşenler “kazandı” olunca, hiyerarşinin aşağına yerleştirilmiş olanlar LGBTİ’ler, Kürtler, kadınlar, modernler o düşmanlaştırmadan daha fazla nasiplenecekler.
KENDİ DEĞER DÜNYASINA KAPANMIŞ İNSANLARLA YÜZ YÜZE GELDİN Mİ?
Sosyolojiyi değiştirmeye geri dönersek, biliyorsunuz seçim sonucunda Erdoğan’ın birinci çıktığı Türkiye haritasının sarı rengi, CHP başta olmak üzere düzen muhalefeti aktörlerince “Anadolu insanı değişim fikrinden korktu” şeklinde küçümseyici bir dille yorumlandı. Değişimden korkulma durumu nasıl gerçekleşir?
Bir kere “Değişimden korktular” kadar yanlış bir analizler düşünemiyorum. Önce insanların ne duyduğundan emin olalım, sonra o duyduklarından korktuklarından karar verelim.
İnsanlar “bunlar PKK ile ittifak yapıyor ve LGBTİ’yi savunuyorlar”ı yani “hassas” olduklarını duydular. Bununla birlikte Erdoğan’ın gitmesinden, onun korumasını kaybetmekten korkmak olabilir, ama onun da değişimle alakası yok.
Kapalı toplum olarak tanımlanan, kendi değer dünyasına kapanmış yaşayan insanlar dünyanın her yerinde var. Mesele sen oraya gittin, onunla konuştun mu, yüz yüze geldin mi? Ne anlattın, neye ikna etmeye çalıştın? Bunun için de örgütlenme lazım, örgüt lazım. Demek ki örgütün de yok. Fikrin yok, örgütün yok, ondan sonra “ondan korktu, bunu istemedi!” Fikrin, örgütün olur yine de kazanamazsın, bu olabilir ama o zaman fikir ve örgütü tartışırdık. Ancak şimdi onu tartışabilir durumda değiliz.
Ayrıca bu tezde bir eksiklik var, büyük şehirlerde de aman aman bir “değişim” talebi yükselmemiş, aradaki fark çok küçük. Şehirleri bile yanına çekecek örneğin yoksulluğa, giderek görünmez kılınan emeğe dair bir projen yok ya da ikna edici değil.
ŞİŞİRİLMİŞ VE BÜYÜTÜLMÜŞ BEKLENTİNİN İÇİNE GÖMÜLDÜK
Düzen muhalefetinin, liberallerin, bazı gazeteci ve yorumcuların “Seçim neden kaybedildi” listesi hayli uzun. “Değişimden korkan Anadolu insanı” dışında, işçiler, yoksullar, depremzedeler, oy kullanabilen göçmenleri de içeren “sorumlulara” karşı kibirli bir öfkenin sürdüğü görülüyor. Bu tutum, kültürel sermayesi daha düşük olan kesimlerle yüksek olan kesimler arasındaki, örneğin işçiyle mühendis arasındaki çatışmayı da besleyen, mesafeyi arttıran bir tutum değil mi, ne dersiniz?
Şu anda kaybedenler olarak biraz depresifiz. Ama bunu kibirden çok bir hayal kırıklığı ifadesi olarak okumayı tercih ediyorum. Muhalefetin ekranlardan konuşan ve sürekli CHP’nin, Altılı Masanın ne yapması gerektiği üzerine büyük laflar eden yorumcu, gazeteci grubu ve kanalları, bahsettiğiniz kesimlerin ağır hayal kırıklığı yaşamasına yol açacak şekilde beklentinin büyütülmesine büyük katkıda bulundular. Yani sadece siyasi aktörler, kamuoyu araştırmacıları değil, onlar da o beklentiyi büyüttüler. Bütün bir siyasal süreci büyütülmüş bir beklentiye hapsettiğinizde, tuhaf bir şekilde iradesizce o beklentinin o irade tarafından gerçekleşmesini bekledik. Kimdi bu iradeler, işte Altılı Masa, Cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu vs. Kendimi de katarak söylüyorum, o şişirilmiş ve büyütülmüş beklentinin içine gömüldük hep beraber.
Bu da bizi edilgenleştirdi?
Evet. Kendi iradene değil, başkasının iradesine bağlı hareket etmek tehlikeli bir şey. Gerçekleşmediği anda ne oluyor, ya o iradeyi linç edersiniz, ki Kılıçdaroğlu’na o yapılıyor, ya da gerçekleşmesine engel olduğunu düşündüğünüz kesimlere sinirlenirsiniz. Saydığınız gibi işçilere, deprem bölgesinde oy verenlere, göçmenlere… oysa beklentinin şişirilmesine, onun bir beklenti haline getirilmesine bakmak lazım. Çünkü değişiklik bir umut olsaydı, hep beraber aktif bir halde eylemlilik alanında olmamız gerekiyordu. Eylemlilik alanından çekilip, değişikliği aktörlerin gerçekleştireceğine bıraktığımızda, kendi irademizi de ona teslim etmiş oluyoruz. Sonra da kendi eylemsizliğimizin hesabını başka türlü hareket etmiş insanlardan soruyoruz. Bunu psikolojik bir şey olarak söylemiyorum, siyasal bir handikap olarak söylüyorum.
Siyaset bilimi analizi ile değil ama beklenti fiilinin felsefi anlamından yola çıkarak şunu söyleyebilirim; beklenti, insanın kendi hareketine bağlı olmayan bir şeyi beklemek halidir. Oysa umut, ancak senin eyleminle gerçekleşir. İkisi arasındaki farkın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Seçimde umut etmedik biz, bekledik.
DEĞİŞİM TALEBİNİ YÜKSELTECEK OLAN TOPLUMSAL MUHALEFET ALANLARIDIR
Bunun içine toplumsal muhalefetin soğurtularak, siyasal iradenin sadece oy vermeye indirgenmesini de ekleyebilir miyiz? Geldiğimiz noktada iktidar buna o kadar tahammül edemiyor ki, Gazeteci Çiğdem Toker, “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” dediği için linç edildi, yorum yaptığı kanala RTÜK tarafından ceza verildi. Dolayısıyla iktidar zaten bunu istiyor ama muhalefetin buraya su taşımasını nasıl okumalı?
İnsan hakları hareketinin bir emekçisi, çalışanı, gönüllüsü olarak bulunduğum yerden baktığımda şunu görüyorum, “bu faşizan diktatörlük sivil alanı kapattı” diye uzun yıllardır bağırıyoruz ve sürekli açma mücadelesi veriyoruz. Siyasetin de, siyasal alanı açma mücadelesi vermesi gerektiğini söylüyoruz.
İnsan hakları hareketi gibi siyasal parti tarzında olmayan ama siyasi hedefleri olan “sivil hareketler” kamusal niteliklidir. Bununla birlikte bir siyasi parti tarzı siyaset yapmaz. İnsan hakları alanının kendisine özgü bir siyaseti ve ahlakı vardır tüm merkezi siyasetlerden bağımsız olarak. Türkiye’de bunlar arasındaki farkın da silikleştiği bir dönem yaşadık, yaşıyoruz. O nedenle Çiğdem Toker’in dediğini şöyle anlamak istedim, Türkiye’de bizim mücadele tarzımızı değiştirecek bir şey olmadı seçimin kazanılıp, kaybedilmesinde. Biz zaten baskıcı rejim altında hak mücadelesi veriyorduk, ona devam edeceğiz. Seçimde rejimde bir değişiklik olursa, hak mücadelesini “demokratik imkanlarla” yapma olanağı bulur muyuz mücadelesi veriyorduk. Ama onun için de o mücadeleye bizim kendi bakış açımızdan, örneğin insan hakları bakış açısından katılmamız lazım.
Dolayısıyla bu da gerçekleşmedi ya da zayıf kaldı?
Evet. Muhalif itiraz alanları olarak beklentiye gömülen bir süreç yaşadık. O nedenle hepimizin kendisine çekidüzen vermesi lazım. Siyasi partiler kendi hesaplarını görsünler ama bizim de “bu mesafeyi nasıl koruruz”u düşünmemiz lazım. İnsan hakları, emek mücadelesi, kadın mücadelesi, LGBTİ mücadelesi, bir takım kimlik tanınma mücadeleleri, seçimlere indirgenemeyecek mücadeleler. Bu mücadelelerin başka bir hattan canlı tutulması lazım ki değişim talebi yükselebilsin. Çünkü değişim talebini yükseltecek olan, asıl olarak bu toplumsal muhalefet alanlarıdır.
Sadece basın açıklamalarına sıkıştırılmış, orada da eziyet gören bir hak mücadelesi alanı var her türlü sivil toplum alanında. Toplumsal itiraz alanına uygulanan bu baskı ve şiddetin de mesela iktidarın kaybetmemesini nasıl sağladığını görmemiz, buraları da açmamız, açmaya çalışmamız lazım. Çünkü kötülüğü, şiddeti de görünür kılma, görme ve gösterme sorumluluğumuz var.
NEYE DEĞİŞİLECEK, NE YAPACAĞIZ?
Nitekim Erdoğan, tek adam rejimini tahkim edecek yeni anayasanın süratle gündeme getirileceğini ve gerekirse referanduma sunacaklarını yeniden gündemleştiriyor. Olası referandumda toplumsal muhalefetin zayıflığı, yine “başarı” getirecek.
Evet. Yeni bir anayasanın önümüze getirileceği görülüyor ve muhtemelen dehşet bir şey olacak. Bu konuda şunu anlatmamız lazım, yönetim değiştirilemedi diye toplumsal değişim talebi ortadan kalkmaz.
Aynı bağlamda, okların çevrildiği CHP başta olmak üzere, düzen muhalefeti ve aslında tüm muhalefette yaşanan tartışmalara baktığınızda, gerek toplumun yarıya yakının değişim talebini sahiplenme, örgütleme, gerekse değişim kavramının nasıl ele alındığı konusundaki değerlendirmeleriniz neler?
Muhalefette şunu görüyorum; “İktidarı değiştirmeyi başaramayınca, kendimizi değiştirelim!” Hepsi değişimi ağzından düşürmüyor ama siyasi partiler değişim kavramını dillendirdiklerinde bir farklılaşmadan bahsetmeleri lazım. Değişimin nereye doğru bir değişim olduğunu, hedefini, yönelimini göstermelisiniz. Neye değişilecek? İdeolojik, örgütsel, yapısal neyi değiştireceğiz, ne yapacağız? Bunu içermeyen şey, mesela yönetici değişikliği değişim değil, değişiklik olur.
FAŞİZMİ ENGELLEME SORUMLULUĞUMUZ DEVAM EDİYOR
Kazanması halinde seçimlerin Erdoğan’a ayrıştırma ve baskı politikalarını çok daha yoğun uygulama imkânı vereceği öngörülüyordu. Bu durum seçim sonrasında muhalefet seçmenindeki “bir şey değişmez” karamsarlığını da doğal olarak besliyor. Erdoğan’ın izleyeceği rotaya dair ne öngörüyorsunuz ve ne yapmalı?
Baskıcı, faşizan, diktatöryel rejimin altında yaşamaya devam edeceğiz, bu açık. Seçim sonuçlarının Erdoğan’a kazandıracağı en temel şey, bahsettiğimiz anayasa değişikliği ile yeni rejimi iyice tahkim etmek. O nedenle bizim de karamsarlıktan çıkmamız, yapmaya çalıştığımızı devam ettirmede ısrar etmemiz, bizim de inadımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Bu sadece başka seçeneğimiz olmadığı için değil, bırakıp gitmek de bir seçenektir ama bırakıp gitmek tahkime izin vermek, tahkimin yerleşeceği alanı boşaltmak demektir. Bu da bir toplumun kendisine yapacağı en büyük kötülük olur. Tüm toplumsal kesimler için söylüyorum.
Hak sahibi olduğumuzu savunmaktan, bunu icra etmekten, icra etmede inat etmekten başka çaremiz yok. Ancak o zaman faşizmin tahkimini engelleyebiliriz. Dolayısıyla bundan üç ay önceki sorumluluğumuz neyse, bu devam ediyor. Faşizmi engelleme sorumluluğu, bundan daha büyük bir şey olamaz!