Dr. Fatih Yaşlı: NATO, Türkiye’nin düzeninin ta kendisi
NATO Avrupa’da genişlemesini sürdürürken Dr. Fatih Yaşlı ile NATO’nun Türkiye geçmişini ve etkilerini konuştuk. Yaşlı “NATO, Türkiye’nin düzeninin ta kendisi” dedi.
Fotoğraf: Marek Studzinski/Unsplash
Erdi TÜTMEZ
İstanbul
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin başını çektiği batılı emperyalistler tarafından Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak kurulan NATO, Finlandiya’nın üyeliğinin ardından şimdi de İsveç’in üyelik süreciyle gündemin ön sıralarında. NATO, Avrupa’da genişlemesini sürdürürken İsveç’in birliğe üye olması Türkiye’nin onayına bağlı. 11-12 Temmuz’daki NATO zirvesi öncesinde İsveç’in NATO’da yer alması için Erdoğan ile NATO arasında pazarlıklar sürerken Siyaset Bilimci, Dr. Fatih Yaşlı ile NATO’nun Türkiye geçmişini ve etkilerini konuştuk. Yaşlı “NATO, Türkiye’nin düzeninin ta kendisidir.” diyor.
Önce Finlandiya şimdi de İsveç’in NATO’ya katılımı tartışmalarıyla birlikte NATO tekrardan gündemin ön sıralarında. Bu örgüt yeniden gündemdeyken Türkiye’nin NATO’ya katılışının üzerinden de 71 yıl geçti. Türkiye o dönem neden böyle bir tercih yaptı? Hangi iç ve dış koşullarda böyle bir adım atıldı?
‘Türkiye NATO’ya Kore savaşında ölen yüzlerce yoksul halk çocuğunun kan bedeli karşılığında kabul edildi’ desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. O dönem ister iktidardaki Demokrat Parti ister muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi olsun, bütün düzen güçleri Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın en sıcak cephelerinden biri olmasını arzu ediyor, emperyalizmle iş birliğinde birbirleriyle yarışıyorlardı. Zaten DP, CHP’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yürürlüğe koyduğu yeni yönelimi takip ediyordu. Savaş sonrasında CHP Soğuk Savaş’a anında uyum sağlamış ve antikomünizmi iç ve dış politikanın merkezine yerleştirmiş, içeride Tan Matbaası ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Baskınlarıyla bir cadı avına girişmiş, dışarıda ise IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi yeni dünya düzeninin uluslararası kurumlarına başvuru sürecini başlatmıştı. Türkiye yönetici sınıfı Soğuk Savaş’a böylesine büyük bir iştahla dahil olmaya, antikomünizme ve emperyalizmle iş birliğine gerekçe olarak ‘Sovyet tehdidi’ni öne sürdü ama o dönem kamuoyuna anlatılanların ve sonradan resmi tarihte yazanların aksine gerçekte böyle bir tehdit olmadığını kendisi de biliyordu. Sovyetler savaş sonrası statükoyu değiştirme yönünde bugün kimi açılardan tartışabileceğimiz bazı açıklamalarda bulunmuştu ama ABD ve İngiltere de dahil hiç kimse Sovyetler’in Türkiye’ye saldıracağını ve işgal edeceğini düşünmüyordu. Bu “tehdit” bilinçli bir şekilde inşa edildi ve Amerikancılığı, iş birlikçiliği ve antikomünizmi meşrulaştırmak için kullanıldı.
PİYASANIN GÖRÜNMEZ ELİ, MİLİTARİZM YUMRUĞU
NATO’nun siyasi, politik, kültürel, ekonomik taraflara etkisi nasıl oldu?
NATO her şeyden önce uluslararası kapitalizmin askeri örgütüdür, onun küresel ölçekteki güvenliğini sağlar, gerektiğinde askeri müdahalelerde bulunur, bir tür polis işlevi görür. Ancak bunlarla yetinmez; NATO, üye ülkelerin askerlerini doktriner düzeyde eğitir, kapitalizmi ve onun felsefesini/ ideolojisini içselleştirmelerini sağlar, onlara bu içselleştirmenin sonucu olan bir kültür verir. Dolayısıyla NATO’nun verdiği basitçe savaş eğitimi değildir; ideolojik/doktriner bir eğitimdir. Bu süreç sadece NATO mensubu askerlerle sınırlı değildir; farklı ülkelerdeki STK’lerle ilk bakışta masumane görünen faaliyetler yürütülür, demokrasi, insan hakları, sivil toplum, hak ve özgürlükler gibi başlıklarda paneller, söyleşiler, atölyeler düzenlenir. Bunun dışında NATO küresel şirketlerle özellikle dijital alanlarda iş birliği yapar, yeni keşifler, buluşlar önce askeri alanda denenir, sınanır, günümüzün iletişim, gözetleme, dinleme teknolojilerinin önemlice bir bölümü ABD ordusu/NATO tarafından geliştirilmiştir. Dolayısıyla NATO piyasanın görünmez eli ile militarizmin yumruğunun yan yana geldiği kompleks bir yapılanmadır.
Peki Türkiye’de bu süreç nasıl işledi?
Türkiye de NATO üyesi bir ülke olarak bu süreçlerin dışında değildir; Türkiye NATO’nun bünyesine en güçlü şekilde sirayet ettiği ülkelerden birisidir; Türkiye’nin NATO üyeliğiyle IMF, Dünya Bankası üyeliği, imam-hatipleri ve Kur’an kurslarını yeniden açışı, Amerikan emperyalizmiyle entegrasyonu, kalkınmacı-devletçi politikalardan vazgeçmesi, ekonominin liberalize edilmesi vs. bunların hepsi iç içe ve birbiriyle bağlantılı süreçler olarak okunmalıdır. Dolayısıyla NATO, Türkiye’nin düzeninin ta kendisidir.
TÜRKİYE’NİN ÜYELİĞİ, DEMOKRATİKLEŞME POTANSİYELİNİ ŞİDDETLE ORTADAN KALDIRDI
NATO özellikle Türkiye tarihinde de karanlık dönemlerle alakası olan bir örgüt. Türkiye açısından NATO nasıl tehlikeler yarattı? Türkiye’nin NATO’da kalması şart mı?
Türkiye’de özellikle liberal cenah Türkiye’nin NATO üyeliğini Batı blokundan kopmamanın ve demokrasinin garantisi olarak görüyor. Bu elbette ki Batı’ya dair ideolojik bir bakıştan kaynaklanıyor. Sanki Batı kendiliğinden ve özü itibarıyla demokratikmiş, sanki kapitalizmle demokrasi arasında varoluşsal bir ilişki varmış gibi bir propaganda yapılıyor. Buradan yola çıkarak da NATO’nun Türkiye gibi ülkelerde demokrasinin temel varoluş koşullarından biri olduğu ileri sürülüyor. Oysa birincisi, Batı kendiliğinden ve özü itibarıyla demokratik değil, onun bugünkü demokratik yapısının gerisinde başta işçi sınıfı mücadeleleri olmak üzere toplumsal mücadeleler bulunuyor. Yani kapitalizm otomatik olarak demokrasiyi beraberinde getirmiyor, bu ancak mücadelelerin bir neticesi olarak karşımıza çıkıyor. Ve ikincisi Batı’nın kendi sınırları içerisinde belli ölçülerde bir demokrasiye sahip olması, onun başka coğrafyalarda da demokrasi istediği anlamına gelmiyor. Bilakis küresel statükonun devam etmesi için Türkiye gibi ülkelerde otoriter rejimlerin işbaşında olması işine geliyor. En basitinden bugün Türkiye ile AB arasında yapılan “Geri Kabul Anlaşması” Türkiye’yi Avrupa’nın tamponu haline getiriyor ve Batı bundan hiç de şikayetçi değil; AKP ile ilişkilerini de bu belirliyor. Geçmişe döndüğümüze ise şunu görüyoruz: NATO, komünizmle sadece “legal” yollarla mücadele etmedi; bir yandan SSCB ile konvansiyonel bir savaşa hazırlanırken öte yandan, sosyalist, komünist hareketlerin güçlendiği coğrafyalarda o güçlenişi durdurmak için “illegal” faaliyetlerde bulundu. Bunun için de hem o ülkelerin güvenlik ve istihbarat aygıtlarıyla hem de sivil faşist-paramiliter yapılarla iş birliği yaptı. ‘Gladio’ adıyla bilinen bu illegal yapılanma Türkiye’de daha çok kontrgerilla ismiyle bilindi ve özellikle 1965-1980 arası toplumsal muhalefetin yükselişine sabotaj, suikast, kitle katliamı gibi yöntemlerle müdahale etti. Hem 12 Mart hem 12 Eylül darbelerine giden süreçte kontrgerilla ciddi bir rol oynadı. Dolayısıyla iddia edilenin aksine Türkiye’nin NATO üyeliği, emek hareketini, öğrenci hareketini, aydın birikimini kırıma uğratarak Türkiye’nin demokratikleşme potansiyelini şiddet aracılığıyla ortadan kaldırdı, hem siyasal İslam’ın hem ülkücülüğün önü böyle açıldı ve o yollardan geçenler 2000’ler Türkiye’sinde iktidar oldular.
ERDOĞAN’IN ‘ANTİEMPERYALİZMİ’NİN RETORİKTEN ÖTEYE GİTME İHTİMALİ YOK
Erdoğan yönetimi özellikle seçim döneminde ‘antiemperyalizm’ propagandası yaptı. Ama uzun zamandır çeşitli emperyalist odaklarla çıkar ilişkileri üzerinden bir politika yürütüyor. Bu yaşananlar antiemperyalizm kavramı üzerinden ne anlatıyor?
Klişe bir tabir olacak ama “Antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamaz”, çünkü emperyalizm Lenin’in de söylediği gibi kapitalizmin bir aşaması, içerisinde bulunduğumuz evresidir. Üstelik basitçe dışsal bir olgu olarak görülemez, emperyalizm içsel bir olgudur. Erdoğan’ın “antiemperyalizmi”nin retorikten öteye gitme ihtimali yoktur; çünkü Erdoğan’ın kapitalizmle ve Türkiye’nin sermaye düzeniyle herhangi bir derdi yoktur. 21 yıllık iktidarı boyunca Türkiye ekonomisinin bağımlı karakterini azaltmak adına herhangi bir adım atmamış, kamucu-halkçı-kalkınmacı planlama esasına dayanan bir programla belli bir sanayileşme hamlesine vs. girişmemiştir. Bilakis bugün gelinen noktada Türkiye ekonomisi bütünüyle finans kapitale bağımlı hale gelmiş ve daha da kırılganlaşmıştır; bu da Türkiye’yi hem emperyalizme eskisinden bağımlı hale getirmiş hem de emperyalizmin operasyonlarına daha açık bir ülke konumuna sürüklemiştir. Erdoğan’ın yaptığı şey emperyalizmin krizinden yararlanarak ve bu krizin yarattığı çatlakları kullanarak emperyalist hiyerarşide Türkiye’ye yeni bir alan açmaktır. Ancak tüm bunların varıp dayanacağı bir sınır vardır; bu kadar borçlu, bu kadar bağımlı, bu kadar kırılgan bir ekonomiyle antiemperyalist de olamazsınız, emperyal arzularınız da fanteziden öteye gitmez.