Harun Ercan: Rejime itiraz edenlerin sesini kısma meşruiyeti Kürtler üzerinden karşılanıyor
Siyasi ve ekonomik elitleri aynı hizada tutmak, çekingen muhalifleri iktidara eklemlemek için gereken meşruiyet ihtiyacı, “terörist” ilan edilen Kürt hareketi ve müttefikleri üzerinden karşılanıyor.
Fotoğraf, Harun Ercan'ın kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
Muhalif siyasetçilerin, gazetecilerin, hak savunucularının tutuklanmalarına varan süreçler uzunca zamandır aynı tertiple gerçekleşiyor. Troller, medya ortaklığıyla hedef gösterme, ifade edilen sözleri bağlamlarından koparma ve terörle ilişkilendirerek tutuklama kampanyaları düzenleme…
İktidar mahfilleri dile getirdiğinde kıymet gören fikirler, “Makbul olmayanlardan” geldiğinde tasfiye için araçsallaştırılıyor. Kürt sorunu, bu araçsallaştırmada en büyük kaldıraç olmaya devam ediyor.
Abdullah Öcalan’ın siyasi rehin olarak tutulduğunu, 27 aydır ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmemesinin hukuksuz olduğunu söyleyen TELE 1 Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’da da aynı senaryo devreye girdi ve Yanardağ hafta içinde terör örgütü propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Tutuklama gerekçesi, muhalefetin karara verdiği tepkinin ve dayanışmanın boyutlarını da belirlemiş oldu. Zira, alt metninde Kürt sorununun yer aldığı terör örgütü propagandası “suçu”, ifade özgürlüğü savunusunu bile retorikte bıraktırıyor.
Cumartesi Söyleşisi’nde bu hafta, Gazeteci Merdan Yanardağ’ın tutuklanma sürecini, tutuklamaya gösterilen tepkilerin zayıflığını New York Eyalet Üniversitesinde siyaset sosyolojisi alanında doktora çalışmalarını sürdüren Akademisyen Harun Ercan’la konuştuk. Kürt sorunu üzerine de çalışan Ercan, HDP/YSP oylarındaki gerilemeyi ve partinin yerel seçimle ilgili açıklamalarını da değerlendirdi.
Muhalefetin seçimi kaybetmesi halinde tek adam rejiminin baskı ve tahkimatını arttıracağı öngörülen bir durumdu. TELE 1 Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın görev başında gözaltına alınarak tutuklanmasını bu çerçeveden nasıl değerlendirirsiniz?
2015’ten bu yana neredeyse aralıksız şekilde muhaliflerin bedenlerini ve mücadelesini toplumdan koparıp ya cezaevlerine ya da dar dünyalara kapatmaya çalışıyor iktidar. Oldukça seçici şekilde, maliyet hesabı yaparak ve sonuçları üzerine önceden tartarak uyguluyor cezalandırma yöntemlerini. Bazı baskı ve şiddet pratikleri geniş kitlelerce duyulsun istemiyor elbette; misal cezaevlerinde devletin işlediği hak ihlalleri gibi… Merdan Yanardağ olayı diğer kategoriye giriyor. Herkesin duyup görmesi istenen bu gibi hadiseleri, iktidarın egemenliğini yeniden kurduğu ritüeller gibi düşünmekte fayda var. Kendisini “milliyetçi” olarak tarif eden hemen herkes bu ritüeller esnasında izleyici konumunda. Yeni rejimin “kurucu öteki”si olarak seçilmiş Kürt hareketi üzerinden şişirilmiş güvenlik söylemleri eşliğinde iktidar egemenliğini bu ritüellerle yeniden üretiyor. Bunlara hâlâ muhtaç aslında. Kimin kurban seçildiğinden bağımsız, örgütlü itirazlarla bu pasifize etme politikasına karşı durulmalı. Kolektif ve güçlü tepkiler artmadığı ölçüde, baskıların hiddeti de artacak çünkü.
Öcalan’a uygulanan tecridi eleştiren Yanardağ’ın, günün sonunda ‘Terör örgütü propagandası yapmak suçuyla’ tutuklanması, Kürt sorununun seçimden önce not edilenlerin, tasfiye edilmek istenenlerin ve toplam olarak da muhalefeti bölme stratejisinin en önemli enstrümanı olarak kullanılacağını düşünmek, yanıltıcı bir çıkarım olur mu?
Bahsini ettiğiniz iktidarın muhalefeti bölme stratejileri, seçimlere dayalı otoriter rejimlere dair yapılan akademik çalışmalarda çokça ele alınan bir konu. Ama Türkiye’de yeterince ve hakkıyla tartışıldığını söylemek zor. Orta Doğu bağlamında bulgular şu yönde: Ekonomik krizin yaşandığı koşullarda, eğer iktidar muhalefeti etkili bir şekilde ‘makul muhalefet’ ve ‘radikal muhalefet’ ayrımıyla bölmeyi beceremiyorsa, krizin tetiklediği kitlesel eylemlerin gerçekleşme ihtimali kayda değer şekilde artıyor. İnşaat temelli büyümenin yavaşlaması sonrası savaş ekonomisine ve kriminal ekonomiye yönelime, paralel şekilde Kürt meselesinin iktidar için muhalefeti bölme stratejisinin çekirdeğine oturması tesadüf değil. Bu konu siyasi partileri de aşıyor aslında. Çıkarları yer yer ayrışan siyasi ve ekonomik elitleri aynı hizada tutmak, çekingen muhalifleri iktidara eklemlemek, rejime yüksek sesle itiraz edenlerin sesini kısabilmek için gereken siyasi meşruiyet ihtiyacı, ‘terörist’ ilan edilen Kürt hareketi ve müttefikleri üzerinden karşılanıyor. Buna son yıllarda Suriyeli göçmenlere yönelik düşmanlık da eklendi. Bu meseleyi basitçe ‘Türkiye’de milliyetçiliğin yükselişi’ olarak adlandırmak hem gerçekçi değil hem de yanıltıcı. Çünkü bir yüzü her daim linçlere, şiddete ve katliamlara bakan bir dalgadan bahsediyoruz. Bu olguyu ancak yapısal ırkçılık kavramıyla açıklayabiliriz. Kürtleri, Alevileri, Arapları ve gayrimüslimleri eşit değil aşağıda gören, zorla asimile etmeye çalışan, biat etmediklerinde ise tehdit olarak kodlayan ve devletin tüm stratejik kurumlarına sirayet etmiş bir yapısal ırkçılık sorunu ile karşı karşıyayız. Bu mekanizma ile Türk toplumu içindeki potansiyel veya gerçek çatışmalar soğuruluyor sonra da ortak bir “düşman”a yönlendiriliyor. Yeni dönemde bunun değişeceğine dair elimizde pek bir veri henüz bulunmuyor ne yazık ki.
Yanardağ’ın tutuklanmasına verilen tepkilerin zayıflığı, çoğu sosyal medya üzerinden yayımlanan kınama metinleriyle yetinilmesi, Yanardağ’ın işaret ettiği hukuksuzluğun kanıksanması mı, yoksa tutuklama gerekçesine düzen muhalefetinin de konsensüs sağlaması mı?
Öncelikle seçim sonrası muhalefetin bir iç buhran yaşadığını not düşmek lazım. Bu süreçte, kendine olan güvenini yitirmiş, silikleşmiş ve iç bölünmelerle siyasi refleksleri zayıflamış bir muhalefet var en geniş anlamıyla. Diğer yandan, yakın döneme baktığımızda sadece bir kez iktidarın baskı politikaların karşı CHP’nin mobilizasyon yaratabildiğini gördük. O da Enis Berberoğlu’nun tutuklanması sonrası Kılıçdaroğlu’nun 2017’de gerçekleştirdiği Adalet Yürüyüşü oldu. İktidar baskı teknikleri konusunda sürekli kendini geliştirirken, kolektif direniş yöntemleri bakımından benzer bir çabanın ana akım muhalefet partilerinde olduğunu söylemek zor. Bir de tutuklanma gerekçesi doğrudan Öcalan ile alakalı. İmralı’nın hiçbir hukuk kuralının geçerli olmadığı bir adaya dönüştürülmesine CHP’nin ilkesel bir itirazı olduğunu da sanmıyorum.
SEÇİMLERİ MİLİTARİST TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNDE UZLAŞAN AKTÖRLER KAZANDI
Oluşturduğu yeni kabine işaret edilerek uzunca süredir Kürt sorununu terör sorunu olarak çerçevelendiren Erdoğan’ın Kürt sorununda normalleşebileceğini ima eden yorumlar yapıldı. Kimileri buna, ‘Çözümsüzlüğün sürdürülememesi’ni de dayanak yapıyor. Kürt siyasetçilere, gazetecilere operasyonların sürdüğü, Merdan Yanardağ’ın da muaf kılınmadığı “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” yaklaşımının evrilebileceğini düşünüyor musunuz?
Bu soruya Erdoğan’a mayıs seçimlerini “kazandıran” koalisyonu hatırlayarak cevap vermek daha doğru olur. Erdoğan, uzun iktidarının en ciddi bunalımlardan birini yaşarken yine savaş/güvenlik bürokrasisinin desteği ile kazandı seçimleri. Yani 2015 yılında haziran-kasım sürecinde olduğu gibi... Yapılan sistematik seçim usulsüzlüklerinin ve psikolojik harp operasyonlarının devletin stratejik kurumlarının aktif/pasif desteği olmadan gerçekleştirilmesi imkansızdı. Zaten savaş/güvenlik bürokrasisi önceki dönemde olduğu gibi iktidarın sadece görünmez ortağı değil; yeni kabinede dışişleri, savunma, içişleri, sanayi ve teknoloji gibi bakanlıklar doğrudan savaş/güvenlik bürokrasisine tahsis edilmiş durumda. Bu iktidarın, Kürt hareketini Türkiye’ye karşı nasıl varoluşsal bir tehdit olarak kodladığı çokça ele alındı. Lakin aynı düzlemde siyasi ve askeri elitlerin Kürt meselesini nasıl araçsallaştırdığı yeterince vurgulanmış değil. Kürt hareketinin silahlı kanadının varlığını gerekçe göstererek Suriye ve Irak’ta yayılmacı politikalar sürdüren iktidar, aynı zamanda Ermenistan’da, Libya’da ve Akdeniz bölgesinde de militarist ve yayılmacı politikalarını sürdürüyor. 2016’dan bu yana devam eden bu agresif dış politika ekseninin kurumsal, ekonomik ve askeri altyapısına ayrılan kaynaklar Kürt hareketinin varlığı ile içeride meşrulaştırılıyor. Ekonomik krizin boyutunun bizlerin görebildiğinden daha derin olma ihtimali dışında, iktidarı terörle mücadele stratejisinden vazgeçmeye yönlendirecek bir gelişme ufukta görünmüyor.
Aynı bağlamda, “Erdoğan önümüzdeki beş yılın aktörü ve muhatabı. HDP/YSP’nin muhalefetin kazanması üzerine kurduğu stratejiyi yıkıp, Erdoğan’a karşı alacağı tutumu belirlemeli” yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kısa vadede HDP/YSP’nin stratejik bir tutum değişikliği yapması durumunda iktidar cenahında bir karşılığı olma ihtimalinin oldukça az olduğu görüşündeyim. Diğer yandan, Orta Doğu’da 40 yılı aşkın bir süredir neredeyse aralıksız devam eden iki silahlı çatışma var. Birincisi, İsrail-Filistin meselesi, diğeri ise artık uluslararası bir nitelik kazanmış Türk-Kürt çatışması. Bu seçimleri militarist Türklük sözleşmesi ekseninde uzlaşan aktörler kazandı. Türkiye ve Rojava’da yaşayan Kürtler için en büyük tehlike, Kürt meselesinin Filistinleşmesi ihtimalidir. Diğer bir deyişle, barışçıl çözüm girişimlerini tamamen dışlayan ve hiçbir zaman sonu gelmeyecek gibi görünen bir etnik-ırksal çatışma dinamiğinin kalıcı hale gelmesi artık uzak bir ihtimal değil. Bu gidişatın engellenebilmesi için HDP/YSP başta olmak üzere demokratik hareketlerin hızlı bir şekilde yeniden toparlanması gerekiyor.
DİKEY VE YATAY ÖRGÜTLENME MODELLERİ BİRLİKTE TARTIŞILMALI
HDP’nin, “Milletvekilliği seçimlerinde yüzde 15 alacağız” iddiasını gerçekleştirmeyerek, 2018 oy oranlarının da gerisine düşmesiyle ilgili parti içindeki muhasebe devam ediyor. Dile getirilen, HDP fikriyatından uzaklaşma, bürokratikleşme, parlamenter alana sıkışma, tabanın taleplerini duymamaya uzanan faktörler arasında size göre öne çıkan dinamikler neler oldu?
Öncelikle, HDP/YSP’nin seçim sürecinde yaptığı stratejik hataların bu sonucun ortaya çıkmasında en önemli role sahip olduğunu düşünüyorum. 2015’ten bu yana aralıksız devam eden baskı, tutuklama ve sürgün politikaları sonucunda HDP/YSP bugün ciddi bir kadrosuzluk sorunu ile karşı karşıya. Bu yüzden, Kürt halkının kendiliğinden dayanışma ağları ördüğü deprem sürecinde yükselen toplumsal örgütlülüğü bile yeterince kapsamayı başaramadı. Halbuki, bu dayanışma ağları Kürt illerinde seçim adaletini ve güvenliğini sağlamak adına daha iyi seferber edilebilirdi. HDP/Yeşil Sol Partinin yeni bir yol açabilmek için yeni örgütlenme stratejilerine ve kadrolara ihtiyacı var. Son yıllarda görüldüğü üzere, sadece dikey bir örgütlenme modeli ile çalışmak partinin ayakta kalmasını sağlasa da yeniden büyümesine ve dönüştürücü olmasına yetmiyor. Seçimli otoriter rejimlerin çözülme biçimlerini tarihsel anlamda göz önünde bulundurduğumuzda, hem dikey hem de yatay örgütlenme yöntemlerinin birlikte tartışılmasında fayda görüyorum. Başta Kürt halkı olmak üzere, Türkiye’deki ezilen toplumsal kesimlerin yaşadığı pratik ve yaşamsal sorunlar etrafında halkla organik ilişkiler kuran ama bu ilişkileri siyasi sermaye gibi görmeyen, temel hedefi seçimler değil, toplumsal mücadelenin süreklileşmesi olan yeni bir örgütlenme modeline ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
HALKLARIN SAYISAL DESTEĞİ YETERLİ DEĞİL
Seçim süreci ve kampanya boyunca sürdürülen “HDP seçimin anahtar partisi”, “Kürtlerin desteğini alan aday kazanır” yorumları, seçimin ardından “Anahtar Kürtler değil, milliyetçiler/milliyetçi oylarmış” çıkarımlarına dönüştü. HDP’nin cumhurbaşkanı adayı çıkarmaması gerektiğini telkin edenler bugün, “Çıkarsaydı sonuç farklı olabilirdi” değerlendirmelerini yapıyorlar. HDP içinde/tabanında da “HDP’nin kilit rolünü koruması” üzerinden yansımalarını bulan bu tartışmaları nasıl değerlendirirsiniz?
Bence seçim sonuçları en kilit aktörün aslında savaş/güvenlik bürokrasisi olduğunu ortaya koydu. Sadece Erdoğan’ın kazanmasına yardımcı olmadılar aynı zamanda ilk tur sonrası ırkçı partilerin CHP ile poz vermesine de vesile olarak muhalefetin ilkeli bir şekilde kaybetmesini de engellediler. İyi Partinin iktidara yedeklenmesi durumunda zaten istatistiksel olarak seçimlerde kilit konuma sahip aktör kalması düşük bir ihtimal. Bununla birlikte, otoriter rejimlerde iktidara karşı seçim kazanmak için muhalefetin öncelikle örgütlü bir güç oluşturması gerektiğini gördük, halkların sadece sayısal desteği yeterli değil. Küresel anlamda sağcı otoriter popülist rejimlerin bir kara listesi var: Potansiyel “terörist” veya “suçlu” olarak görülen etnik azınlıklar, emekleri sömürülürken sol siyasetle beslenme kanalları felç edilmiş olan işçi sınıfı, varlıkları “illegal” görülen göçmenler ve ahlaki düzene tehdit sayılan LGBT+ toplulukları ile özgür ve eşit yaşamak isteyen kadınlar. Bu rejimlerin kara listesinde yer alan aktörlerin sadece seçimlere endeksli olmayacak şekilde toplumsal mücadeleyi büyütebilmesi durumunda zaten kilit aktör haline geleceğini düşünüyorum.
DESTEK, NET ŞEKİLDE BELİRLENMİŞ İLKELER ÇERÇEVESİNDE OLMALI
2019’daki yerel seçimlerde büyükşehirler esas olarak HDP desteği ile alınmıştı. 14 Mayıs seçim sürecinde CHP başta olmak üzere düzen muhalefetinin bu gerçeği yok sayması, HDP ile açık ilişkilenmekten kaçınması eleştiri konusu olmuştu. Erdoğan ve ittifakının HDP’nin Kılıçdaroğlu’na desteğini kriminalleştirmesi karşısında, bu desteğin normalleştirelemediği muhalefet tablosunun 9 ay sonraki yerel seçime nasıl sirayet edeceğini düşünürsünüz?
İktidarın kendince bir takvimi var. Yerel seçimlerde kaybettiği büyükşehir belediyelerini geri almak ve HDP/YSP’yi Kürt illerinde geriletmek temel stratejik hedefleri. Bunu başarması durumunda anayasa değişikliği bir sonraki hedefi olacak. Lakin hatırlamakta fayda var: Yerel seçimlerin dinamikleri genel seçimlerden epey farklı. Ardında toplumsal muhalefet rüzgarı da olduğunda, muhalefet için yerel seçimlerde bir araya gelip kazanımlar elde etmek, genel seçimlere göre başarılması daha gerçekçi bir hedef. Ayrıca, iktidarın aldatıcı da olsa demokratik bir nefes alma imkanı yaratmadığı ve Kürt meselesine dair bir açılım yapmadığı koşullarda HDP/YSP’nin 2019’dan farklı bir niyetle hareket etmesi için pek bir zemin olmayacak. Diğer yandan, muhalif belediye başkanlarına verilecek desteğin net şekilde belirlenmiş ilkeler çerçevesinde olmasından yanayım. Bu seçimlerden sonra otoriter iktidara karşı direnebilmek adına belediyeler çok daha önemli hale gelmiş durumda. İktidar neredeyse tüm kurumsal, hukuki ve ekonomik güç alanlarını kaplamışken yerel yönetimlerde, sivil toplumda ve medyada demokratik adaları yaşatmak ve büyütmek gerekiyor.
HDP’den “yerel seçimlerde kendi adaylarımızla gireceğiz” açıklamalarının, “Erdoğan’ın zaten olmasını arzu ettiği şey bu. Bu karar yerel seçimlerin iktidarın almasına hizmet edecektir” şeklinde karşılanmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Muhalefet partilerinde iradi anlamda bir yıkıma yol açmış olan seçim yenilgisinin toz bulutu hala dağılmadı. Hem muhalif partiler içinde, hem de genel anlamda muhalefet cephesinde taşlar henüz yerine oturmuş değil. Bu toz bulutu hakiki tartışmaların yapılmasını da büyük ölçüde engelliyor ne yazık ki. Nihayetinde seçim süreçlerine gidilirken partilerin tutumları çok ilişkisel bir bağlamda belirleniyor, o yüzden muhalefetin genel gidişatı belirleyici olacak. HDP/YSP’nin güncel tutumunu ise, ana akım muhalif partilerin ilkesel bir düzlemde yan yana durmadan HDP/YSP seçmenlerinin siyasi desteğinin her koşulda çantada keklik görülmesine bir tepki olarak okudum. Taktiksel hamlelerden ve siyasi programlardan yoksun yan yana duruşlarla iktidarın geriletilmesi stratejisinin başarısız olduğunu son seçimlerde gördük. O yüzden daha siyasi ilkeler ile seçimlerin dayattığı pragmatizm arasında daha sağlıklı bir denge kurulmasına ihtiyaç var bundan sonra.