Günümüz Medea’larına adanmış bir film: Saint Omer
Laurence’ı salonun ahşap dekorasyonu ve ten rengi ile benzeşen kıyafetler içinde görmemiz, hem birlikte olduğu adam hem de göçmenleri dışlayan batılı Fransızlar tarafından görünmezliğine vurgu.
Saint Omer filminin afişi ve filmden bir sahne
Hatice YILDIZ
Yunan mitolojisinin en ilgi çeken karakterlerinden biridir Medea… Karadeniz’in Amazon kabilelerindeki anaerkil yapının simgesi olan Medea, gittiği Yunan şehirlerinde erkeklerin yönetimini kırmaya başlayan bir karakter olduğu için Yunan yazarlarca “Erkek öldüren” ve “cadı” olarak anlatılmıştır. Medea aslında üstün yetenekleri ve pek çok kahramanlığı olan büyücü bir tanrıçayken ‘çocuk ve kardeş katili bir cadıya’ dönüştürülür. Her şeyden vazgeçip aşık olduğu Iason’un peşinden geldiği Corinhus’ta, onun kralın kızıyla evleneceğini öğrenmesi üzerine yalnız kalır, dışlanır, ötekileştirilir. Düğün günü Iason’un evlendiği kadını ve babasını yaptığı büyülerle öldüren Medea’dan intikam almak isteyen Yunanlılar onun bütün çocuklarını öldürür.
Medea, anaerkil toplum yapısının egemen olduğu Karadeniz kabilelerinden geldiği için barbar bir yabancı, bilindik bir “Doğulu” olarak görülmüş, ataerkil bir anlayışa sahip, kadının yönetimde etkili olmasından rahatsız Yunanlı trajedi yazarlarınca çocuk katili bir anneye dönüştürülmüştür. Çocuklarını öldüren anne figürü olarak antik Yunan’da lanetlenen Medea, İtalyan Yönetmen Pasolini’nin filminden Euripides ve Seneca’nın oyunlarına kadar sanatın ve edebiyatın farklı alanlarında kendine yer bulur. Ancak bu yaygın bilinen Medea tasvirinde Yunan Trajedi Yazarı Euripides’in etkisi büyüktür. Euripides’in, rüşvet karşılığında çocukları Yunanların değil de Medea’nın kendisinin öldürdüğünü yazdığı eseri diğer Antik Çağ yazarlarını da etkiler ve Medea, Yunan mitolojisinin en kötü karakterlerinden birine dönüşür.
Tarihin pek çok döneminden günümüze, kadınlığın anneliğe hapsedilmesine, erkek egemen iktidarın gücüne ve devamlılığına bir başkaldırı olarak da okunur Medea. Medea’nın hikayesinin büyücülüğünün yanı sıra, çocuk katili bir anne olarak işlenmesi “Medea sendromu” denilen bir kavramı da bugün psikolojiye sokmuştur. Kadınların ayrıldıkları eşlerine duydukları kızgınlık ve nefretten dolayı çocuklarını babalarından uzaklaştırarak baba-çocuk ilişkisinin ölümüne neden olmaları…
Diğer taraftan, Yunan mitolojisinde çocuklarını, annesini, babasını ya da kardeşini öldüren pek çok erkek karakter kahramanlıklarıyla ön plana çıkarken, Medea’nın ne kahramanlıklarından ve zekasından ne de üstün yeteneklerinden bahsedilir. O sadece çocuklarını öldüren kötü bir anne figürü ve cadıdır. Antik Yunan toplumundaki kadın figürüyle örtüşmediği için erkek egemen sistem tarafından cadı olarak tabir edilen, ötekileştirilen bu kadın, günümüzde kadınlığın gücünün, büyücülükle ilaç ve zehir yaptığı düşünülerek aşağılanan şifacılığın sembolüdür. Erkek egemen toplumlarda, kadınlığı ve dişiliği bastırılarak sadece annelik üzerinden var edilmeye çalışılan ve anneliği kutsanan kadınlığa, “kadınlık rolü”ne bir karşı duruştur aslında Medea.
MEDEA’DAN LAURENCE’A UZANAN KADINLIK HALİ
Yönetmenliğini Alice Diop’un yaptığı, 2022 yapımı Saint Omer de Antik Yunan’ın Medea’sı ile günümüz modern dünyasının Medeaları arasında bir köprü kurmaya çalışıyor. 2023 Oscar Ödüllerinde Fransa tarafından en iyi uluslararası film dalında aday gösterilen Saint Omer, Venedik Film Festivali ve César Ödüllerinde En İyi İlk Film Ödüllerine layık görülürken pek çok başkaca festivalden de ödüller aldı.
Daha önce belgesel yapımlara imza atan Alice Diop aslında bu ilk kurmaca filmini belgeselci tarafından çok da bağımsız ele almıyor. Filmin konusu yaşanmış bir olaydan hareketle ortaya çıkıyor. 2013 yılında Paris’te yaşayan, kendisi gibi Senegal asıllı Fabienne Kabou, 15 aylık kızını Fransa’nın kuzeyindeki bir sahilin dalgalarına terk ediyor. Çocuk, ertesi sabah balıkçılar tarafından boğulmuş olarak bulunuyor. Soruşturma sırasında anne Kabou suçunu kabul eder ancak çocuğunu öldürmek istemediğini, büyücülükle buna zorlandığını söyler. Yönetmen Alice Diop o süreçte Saint Omer mahkemesinde görülen dava duruşmalarını takip eder ve Kabou’yu anlamaya ve onun hikayesini filmleştirmeye karar verir.
"KIZINIZI NEDEN ÖLDÜRDÜNÜZ?"
Filmde yönetmen, Rama karakteri ile karşımıza çıkıyor. Rama, Medea mitinin güncel bir versiyonunu yazacağı yeni kitabı için davayı takip etmeye gelen yazar ve üniversite profesörüdür. Kabou’yu ise Laurence Coly karakteri canlandırır. Laurence Fransız basınında geniş yer bulur çünkü o Senegalli göçmen bir kadın olmasına rağmen Batı kültürü ile yetiştirilmiş, pek çok Afrikalı göçmenin aksine iyi eğitim almış, entelektüel ve iyi derecede Fransızca konuşan bir kadındır. Fransa’da eğitim aldığı sırada kendisinden yaşça büyük beyaz bir adama aşık olur ve ondan çocuk yapar, ilişkisinde değer görmez, hayal kırıklıkları yaşar, ailesi ile de sorunları olan Laurence çocuğunu öldürmeye karar verir.
Filmin en çarpıcı giriş sahnelerinden biri hakimin sorusu ile başlar; “Kızınızı neden öldürdünüz?” Laurence : “Bilmiyorum. Bu dava anlamama yardımcı olur diye umuyorum.” Rama’nın, Laurence ve Euripides’in Medea’sı arasında ilişki kurmasına neden olan şeylerden biri de cinayeti itiraf eden Laurence’ın bunu iradesi dışında yaptığını, kendisine büyü yapıldığını söylemesi olur. Fransız basınına ve davayı takip edenlere göre böyle eğitimli bir kadın açısından bu durum şaşırtıcı olsa da bir yanıyla da normaldir. Her ne kadar bilimsel Batı eğitim sisteminden geçse de o bir Afrikalıdır. Ancak Laurence’ın anlattığı şeyler gerçekten onun büyüye inandığından mıdır yoksa avukatının söylediği gibi bir hezeyan mıdır bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey var ki o da Rama’nın modern bir Medea bulma umuduyla geldiği bu duruşmada Laurence’ta kendisini bulma hikayesi oluyor. Rama da annesi ile geçmişten gelen sorunlarını hâlâ taşımakta olan, Senegalli, beyaz bir adamla evli bir kadındır. Üstelik de 4 aylık hamile, annesine benzemekten korktuğu için çocuğunu henüz kabullenmemiş bir kadındır. Laurence’ın annesi ile tanıştığında aralarındaki benzerliği daha çok fark eder ve dava süreci artık onun için daha sancılı bir hal alır. Rama belki de Laurence’a benzemekten korkar.
Filmin genel akışında ana mekan çoğunlukla mahkeme salonu olmasına rağmen yönetmen gerek güçlü diyaloglarla gerekse salonun ambiyansı ile izleyicinin dikkatini diri tutmayı başarıyor. Film süresince Laurence’ı salonun ahşap dekorasyonu ve ten rengi ile benzeşen kıyafetler içinde görüyoruz. Bu da Laurence’ın hem birlikte olduğu adam tarafından hem de göçmenleri dışlayan Batılı Fransızlar tarafından görünmezliğine vurgu yapıyor. Bir yanıyla Karadeniz’in Amazon kadını Medea’nın görünmezliğe itilmesi gibi.
Yönetmen, izleyicinin Laurence’ın bir “canavar” olduğunu düşünmesine izin vermezken onu tamamıyla da masumlaştırmaz. Laurence, hukuk yerine felsefe eğitimi almayı tercih ettiği için babası tarafından dışlanmış, annesince Batı kültürüyle yetişmesi ve iyi derecede Fransızca konuşabilmesi için ana dilini konuşması yasaklanmış ve baskılanmış, birlikte olduğu adam tarafından görmezden gelinmiş, eğitim aldığı üniversitede Batılı bir filozof olan Wittgenstein’i incelemek istediği için “Kendisine ait olamayacak bir felsefeye sığınamayacağı” dile getirilerek ırkçı tutumlara maruz bırakılmış bir kurban mıdır yoksa bazen söyledikleri ile çelişen, yaptığı büyük kötülüğü büyü gibi akıl dışı şeylere bağlayan bir suçlu mudur? Eğer suçlu ise bu suçlu olma hali neye içkindir? Son sorunun cevabını Laurence’ın avukatı verir aslında. Avukat “mikrokimerizm” denilen bir kavramdan bahseder. Mikrokimerizm adı Yunan mitolojisinde çeşitli canlıların farklı organlarının bir araya gelmesiyle ortaya çıkan “Kimera” adındaki bir yaratıktan gelir. Biyolojide ise anne ve bebeğin DNA’larının birbirine geçmesi anlamına geliyor. Bebek ölse bile anne ölen bebeğin DNA’sını taşımaya devam edebileceği gibi her yaşayan insan da annesinin DNA’sını taşımaya devam edecek. Yani Laurence da öldürdüğü kızının DNA’sını bedeninde taşıyacak. Bu da avukatın ifadesiyle, kadınların DNA’larını anneleri yoluyla zincirleme birbirlerine aktardıkları anlamına geliyor. Annemiz neyse biz oyuz, biz neysek kızımızın çocukları da o… Yani Laurence’i anlamak için onun annesini de anlamak gerekir. Laurence’ı ve salondaki kadınları ağlatan bu konuşma aslında ortak bir kadınlık haline de vurgu yapıyor. Laurence ve annesi, Rama, annesi ve doğacak çocuğu, Rama ve Laurence ve hatta salondaki diğer kadınlar ve onların anneleri bir yönüyle ortak bağlara sahip değil mi? Belki de bu bağın farkında olmak Rama’nın annesi ile ilişkisini de yeniden gözden geçirmesine, geçmişi ve geleceği ile barışmasına neden olacak.
Başka Sinema salonlarında gösterimi devam eden film, sadece azınlık olma halini değil, kadınlık ve annelik halini de izleyicinin sorgulamasını istiyor.