Alman-Fransız ilişkileri ve AB’ye yansıması
Ocak ayında, Almanya ve Fransa arasında “barış ve dostluk” dönemini başlatan Elysée Antlaşması’nın 50. yıldönümü kutlandı. 22 Ocak günü iki ülkenin Cumhurbaşkanları, başbakanları, bakanları ve milletvekilleri Federal Parlamento’da “ortak oturum” için bir araya geldiler.Dışişler
Dışişleri Bakanları Laurent Fabius (Fransa) ve Guido Westerwelle (Almanya), “Yaşasın Alman-Fransız dostluğu” başlıklı ortak bir yazıda (bkz. FAZ, 22.01.2013), “Ülkelerimiz, yüzyıllarca rakip, hasım ve hatta can düşmanı olarak karşı karşıya duruyorlardı” deniliyor ve 22 Ocak 1963 yılında imzalanan Elysée Antlaşması’yla iki ülke arasında kalıcı bir barış ve dostluk dönemi başladığı bildiriliyor.
ALMANYA-FRANSA İLİŞKİLERİNDE DOSTLUK VE DÜŞMANLIK
İki ülke arasındaki “dostluk” antlaşması ilk kez 1963’te imzalanmadı. Ama ne var ki, geride bıraktığımız 50 yıllık süre “can düşmanlığını” sona erdirmiş değil. Almanya ve Fransa ilişkilerinde “can düşmanlığı” ve “can dostluğu” kavramları birbirine son derece yakındır. Buna örnek olarak 1870/71 yılları verilebilir: 1870/71 Alman-Fransız savaşında Fransa yenik düşmüş, III. Napolyon esir alınmıştı. İşgal altındaki ülkede, özellikle de Paris’te Cumhuriyetçiler ve Monarşistler arasında kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Paris Komünü’nün kurulmasıyla (Fransa’nın bir bölümü için) farklı bir safhaya gelen bu mücadelenin kanla bastırılmasında Alman Şansölyesi Otto von Bismarck’ın tutumu belirleyici oldu. 1871 baharında, August Bebel’in Alman parlamentosunda Paris Komünü lehine yaptığı konuşmayı unutmayan Bismarck, “Komün’ün ne pahasına olursa olsun” bastırılması için Fransız esirleri serbest bıraktığı gibi, Paris’in ele geçirilmesi için gerekli teçhizat ve mühimmatı vermeyi de ihmal etmemişti.
Komün’ün sadece Fransa’yı değil bütün Avrupa’yı tehdit ettiğine inanan Alman monarşisti Bismarck, bu konuda Fransız burjuvazisiyle birleşmekten çekinmedi.
Benzer durumlar sürekli yaşandı; bazen “dostluk” geliştirilirken (1914 öncesi) birden taraflar kendilerini yeni bir savaşın (1914-18 emperyalist paylaşım savaşı) içinde buldular. 1925/26 yıllarında “yeni bir dostluk” ve “yakınlaşma süreci” olarak tanımlanan süreçte (1), iki ülkenin sermayesinin başını çektiği “Uluslararası Ham Çelik Birliği” (2) kuruldu. Bazı kesintilerle birlikte 1926-1939 arası devam eden birlik aynı zamanda 1951’de, gelecekte AB’nin de temelini oluşturacak olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT-EGKS) kurulmasında emsal alındı (3).
Bütün bu süreçlerde her iki ülkenin egemenlerinin hiçbir zaman gerçek anlamda “barış” yanlısı olmadıkları rahatlıkla söylenebilir. Yapılan bütün “dostluk” anlaşmalarının temelinde, ulusal burjuvazilerin ya ortak bir düşmana karşı (Paris Komünü/Sovyetler Birliği) tutumu ya da ortak çıkarları (Çelik karteli) yatıyordu.
AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİ
Öncesini bir yana bırakarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1951’de AKÇT’nin kurulmasından AB’nin ve Euro’nun tedavüle girdiği döneme kadar geçen sürece baktığımızda, Almanya – Fransa ilişkilerinin siyam ikizleri gibi sürekli sancılı olduğunu görmekteyiz.
2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan müttefik güçlerin Almanya üzerine planları farklıydı. SSCB, Almanya’nın politik bütünlüğünü savunurken, ABD, Almanya’yı “sosyalizme karşı bir kale” olarak yeniden inşa etmek için kolları sıvamıştı. Fransa ve İngiltere ise yenik çıkan Almanya’yı ulusal sermayeleri lehine talan etmeyi ve “bir daha belini doğrultamaması için” birkaç parçaya bölmeyi planlıyorlardı.
İngiltere kısa sürede ABD’nin safına geçerken, Fransa’nın yola gelmesi için bir hayli baskı (3) uygulandı. ABD, merkezinde asıl olarak Almanya ve Fransa’nın bulunduğu bir güç merkezi oluşturmayı planlıyordu. Bu merkez bir yanda sosyalizme karşı mücadele edecek diğer yanda ise ABD’nin pazarı haline gelecekti. Nitekim Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişmesi, Doğu Avrupa’daki halk demokrasilerinin güçlenmesi Almanya’nın yanı sıra İtalya ve Fransa’yı etkiliyor ve işçi hareketinin güçlenmesine, yüzünü sosyalizme dönmesine neden oluyordu.
ORTAK DÜŞMAN ÇELİŞKİLERİ YOK ETMİYOR
AKTC’den sonra AET’nin* (1957/58) ve 1992’de AT/AB’nin* kurulması güya Batı Avrupa devletlerinin bütün alanlarda giderek yakınlaştığının ‘belgesiydi’. Fakat gerçek öyle değildi. Batılı emperyalistlerin SSCB gibi bir ortak düşmanlarının olması, onların çelişkilerini yok etmediği gibi daha da çetrefilli hale getiriyordu. Çelişkilerin üzeri mümkün olduğunca örtülmeye, çözümü ertelenmeye çalışılsa da bunlar sürekli değişik biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Diğer yandan, iki dünya savaşından yenilgiyle çıkan Alman sermayesi uzun yıllar temkinli davranarak “müttefiklerini” fazla kızdırmamaya özen gösteriyordu. Yaraların sarılması, yeniden eski güce kavuşmak bu kez uzun süreceğe benziyordu. “Yaşam alanını” büyütmek için savaşa ve faşizme başvuran Alman sermayesi yenilmekle kalmamış, ülkesinin üçte birini de kaptırmıştı. Eski gücüne kavuşması on yılları alabilirdi.
Almanya’yı “yedeklediğini” düşünen Fransa, özellikle İngiltere’yi AET’nin içine almamak için uzun yıllar direndi. Sonuçta İngiltere gibi bir emperyalist ülkenin de “masaya” oturması, Fransa’nın hiç de işine gelmiyordu. İngiltere’nin 1961 ortasında AET’ye yaptığı üyelik başvurusu 29 Ocak 1963’te Fransa’nın reddetmesi sonucu geri çevrildi. Bundan bir hafta önce ise Almanya ve Fransa arasında yukarıda adı geçen dostluk anlaşması; Elysée Antlaşması imzalanmıştı. Almanya’nın zayıflığını son sınırına kadar değerlendiren Fransa, AET’nin patronu gibi hareket ediyordu; İngiltere’ye sırt çeviren Fransa’nın girişimiyle 1963 ortasında Fransa’nın Afrika kıtasındaki eski sömürgeleriyle “serbest ticaret bölgesi” ve “ticaretin önündeki engelleri kaldırma” perspektifine sahip “Yaounde Anlaşması” imzalandı.
Fransa, bir yanda 2. Dünya Savaşı sonrası gelişen ulusal kurtuluş hareketleri nedeniyle yitirdiği sömürgelerini değişik yöntemlerle kendine bağlamaya çalışırken diğer yanda ise AET içindeki rolünü geliştirerek, ABD’ye de dişlerini gösteriyordu (4). Bu arada Almanya savaştan aldığı yaralarını önemli ölçüde sarmış ve ekonomik olarak Fransa ile “göz hizasını” çoktan aşmıştı.
1960’lı yılların sonunda Avrupa’da başgösteren ekonomik durgunluk ve akabinde işçi hareketinin gelişmesi, 68 Hareketi’nin başlaması, güç dengelerinde kartların yeniden karılmasına neden oldu.
Fransa’nın ekonomik olarak zayıflaması ve Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle istifasından ortaya çıkan belirsizlikten faydalan Almanya, 1967’de AET’ye ikinci kez üyelik için başvuran İngiltere’yi desteklemeye başladı (5). İngiltere, 1 Ocak 1973’te AET’ye girdi. Özellikle bu süreçten sonra Almanya, İngiltere ve Fransa arasındaki çelişkileri kendi lehine kullandı.
Böylece Fransa’nın AET içindeki tek başına olan “öncü rolü” sona erdi ve birliğin gelişmesindeki önemli girişimler ya Almanya, İngiltere ve Fransa üçlüsü tarafından ya da üç ülkeden ikisinin ortak çalışmasıyla gerçekleşti.
PARİS ZAYIFLIYOR...
Geçtiğimiz 22 Ocak günü Federal Parlamento’da gerçekleştirilen “ortak oturumda” Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande yaptığı konuşmada, Alman - Fransız dostluğunun Avrupa'nın bütünleşmesinin motoru olduğunu belirtirken, “Bu dostluk çok değerli ve kaçınılmaz bir şekilde gerekli” dedi. Alman Başbakan Angela Merkel ise “iki ülkenin birlikte daha iyi bir Avrupa'ya katkı yaptıkları”nı vurguladı.
Hollande ve Merkel karşılıklı methiyeler dizip, ebedi dostlukları üzerine kadeh kaldıradursunlar gerçek çok farklı. 50. yıl kutlamaları başlamadan kısa bir süre önce “Internationale Politik” (6) dergisinde yayınlanan bir analizde, “Paris zayıflarken Berlin gücüne güç katıyor; Almanya’nın baskınlığı giderek kalıcı gerginliklere neden oluyor” deniliyor. Paris ve Berlin arasındaki “dengesizliğin” yeni olmadığına dikkat çekilirken, “Duvarın yıkılmasından sonra bu dengesizlik neredeyse sürekli hale geldi” deniliyor. Analizde, iki Almanya’nın birleştirilmesinden sonra ortaya güçlü bir Almanya’nın çıkacağını herkesin tahmin ettiğini ancak dengesizliğin bu kadar büyük olmasının beklenmediğine dikkat çekiliyor.
Euro’nun tedavüle girmesinin ardından Almanya’nın AB içindeki ekonomik hegemonyası hızla büyüdü. Almanya Ayrıca Almanya’nın 2000’li yıllarda gerçekleştirdiği emekçi düşmanı ‘reformlar’ (Hartz yasaları) sayesinde rekabet gücünün daha da arttığı biliniyor. 2011 yılında Fransa’nın Almanya ile ticaretinde 35 milyar Euro açık vermesi de ekonomik güç dengesi hakkında bilgi veriyor. 2012 yılının ilk 11 ayında Fransa’nın Almanya karşısındaki açığı 37 milyara çıkmıştı.
Yukarıda dikkat çekilen analizde, kriz döneminde Almanya’nın ekonomik gücünün AB genelinde iyice hissedildiğini bildirilirken, “Almanya ekonomik gücünü siyasal güce dönüştürmeyi başardığı gibi, AB içinde siyasi öncü rolünü iyice geliştirdi” deniliyor. Her ne kadar Fransa, başta İtalya ve İspanya olmak üzere Güney Avrupalı AB üyelerini yedekleyerek Almanya’ya karşı politik koalisyonlar kurmaya çalıştıysa da bundan başarılı olamadı. Nitekim söz konusu ülkelerin işbirlikçi hükümetlerinin ve sermayelerinin çıkarı Almanya ile birlikte hareket etmekti. Avrupa’nın en güçlü ekonomisi Almanya’nın kriz dönemine ve sonrasına ilişkin politikaları en fazla Fransa tarafından eleştirildi ama sonunda yine Fransa’nın ‘desteği’ ile hayata geçirildi.
Almanya’nın tasarruf politikalarına boyun eğmek zorunda kalan Fransa ise buna karşılık ABD ve İngiltere ile ilişkilerini düzeltmeye çalışıyor. 2009 ortasında tekrar NATO’nun “tam üyeliğine” geri dönen Fransa, 2010’da ise İngiltere ile çok geniş kapsamlı bir askeri anlaşma imzaladı. Ortak silah geliştirilmesinden (buna nükleer silahlar dahil) üretimine ve ortak silahlı birliklere kadar kapsamlı olan bu anlaşma Mart 2011’de Libya’ya karşı girişilen emperyalist saldırıda olduğu gibi, bugün Mali’ye yönelik devam eden emperyalist saldırının da zeminini oluşturuyor.
Önceleri Fransa ve İngiltere arasındaki ortak çalışmayı “tasarruf politikaları” ile açıklamaya çalışan Almanya’nın dış politika uzmanları, geçtiğimiz yıl yayınladıkları “Entente Cordiale” başlıklı analizde (7), Fransa ve İngiltere arasındaki yakınlaşmayı 1904 yılında yine bu iki ülke arasında imzalanan anlaşmaya benzetiyorlar. Dönemin Almanya’sının dış politikasının giderek Fransa’nın aleyhine geliştiğine dikkat çeken uzmanlar, benzer bir durumun yeniden yaşanmaması için Almanya’nın daha duyarlı bir dış politika izlemesi gerektiğini belirtiyorlar.
Uzmanların böyle bir tespit yapmaları boşuna değil; Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ile anlaşmayı imzalayan Başbakan David Cameron, “İngiltere ve Fransa’nın iki dünya savaşından geçip (bugüne) gelen ortak bir tarihleri var. Ve bugün kahraman askerlerimiz her gün Afganistan’da birlikte savaşıyorlar. Ama şunu da belirteyim, anlaşma duygusallıktan öte pragmatik bir anlaşmadır. ” (8) demişti.
AB: SERMAYENİN ÇIKARI İÇİN PRAGMATİK BİR BİRLİK
AB, egemenler tarafından her fırsatta “barışı koruyan, refahı sağlayan, adil paylaşımcı, sosyal ve demokratik bir kuruluş” olarak lanse ediliyor. İşler iyi gittiği sürece, hükümet başkanları neredeyse üç silahşörların felsefesini (”birimiz hepimiz- hepimiz birimiz için”) benimsemiş gibi bol keseden her şeyi vaat ediyorlardı. Özellikle emekçi halkları Euro Birliği’ne ikna etmek için çaba harcanıyordu. Euro herkese yarayacaktı (9), vatandaş bir başka ülkeye gittiğinde döviz kur hesabı yapmayacaktı. Euro’nun tedavüle girmesi aynı zamanda yaşam standartları yükseltecekti vs.
Egemenlerin bu propagandalarına işbirlikçi sendika yönetimleri, ‘sol’ partiler ve değişik kulvarlardaki gruplar ve inisiyatifler de destek verdiler. Farklı söyledikleri tek şey “AB kurumları daha adil ve sosyal olmalı”ydı. Bunlara göre “imzalanan anlaşmalara bir-iki ‘doğru’ müdahaleyle sosyal bir Avrupa mümkündü”! Birçok sendika başkanı, “insancıl kapitalizmden” dem vurmaktan çekinmiyorlardı.
“Oysa kapitalizm ortamında kuvvetten başka paylaşma temeli, paylaşma ilkesi yoktur. Bir mülti milyoner, kapitalist bir ülkenin “ulusal gelirini”, “yatırılan sermayeye orantılı olarak” paylaşmak dışında (fazladan bir primle birlikte, ki böylece en büyük sermaye, payı olandan fazlasını alır), başkasıyla paylaşamaz. Kapitalizm, üretim araçlarında özel mülkiyet ve üretimde anarşidir. Bu temele dayanan "adil" bir gelir bölüşümünü vaaz etmek prudonculuktur, ahmakça dar kafalılıktır. Bölüşüm "kuvvet oranının" dışında olamaz. Ve kuvvet, ekonomik gelişmenin ilerlemesiyle değişir.” (10)
Fakat 2008’de başlayan krizle birlikte AB’nin gerçek yüzü de tamamen ortaya çıktı: Bankalar ve tekeller kurtarılıyor, krizin faturası ise emekçi halklara çıkartılıyordu. Dün demokrasiden dem vuranlar bugün grevlerin cunta yasalarıyla yasaklanmasını selamlıyor, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri kısıtlamak için yasalar çıkarmaya başlıyorlardı.
Kısa bir süre önce “dostlarımız” denilen ülkelere artık “domuz ülkeleri” (PİİGS) deniliyor, “eğer şartları yerine getirmezlerse iflas ederler, Euro’dan çıkmak zorunda kalırlar” diye tehdit ediliyorlar. “Yardım” adı altında bu ülkelere yüksek faizli krediler verildi, ülkelerin borçları katlandı. Karşılığında ise ülkelerin egemenlik hakları rafa kaldırıldı.
AB’nin en güçlü devletleri arasında da rekabet kıyasıya devam ediyor. Merkel, zirvelerde ‘dostlarına’, “bizi suçlamanıza, bizden daha fazla yardım (!) beklemenize gerek yok. Bizim gibi rekabet gücünüzü artırır, tasarruf politikaları uygularsanız bizimle aynı seviyeye gelmenizin önünde bir engel yok” diyor.
Oysa biliniyor ki, “kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulması için, sanayide bunalım ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur.” (10)
Bugün birçok ülke ekonomik bunalımda olduğu gibi krizden erken çıkan bazı ülkeler de yeniden krizin eşiğindeler. Ama bu kez müdahale olanakları öncesinden çok daha da sınırlı ve bu ülkelerden bazıları dış siyasetlerini savaş aracıyla (bölgesel sınırlı olsa da) yapmaktalar.
Bütün ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da ileri işçilere barış, demokrasi ve insanca yaşam ve çalışma koşulları uğruna verilen mücadeleyi güçlendirme ve kapitalizme karşı mücadeleye dönüştürme görevi yüklüyor.
DİPNOTLAR:
(1)-Savaştan yenik çıkan Almanya’ya karşı savaş tazminatlarını sürekli artırmaya çalışan ve bunun karşılanmaması durumunda özellikle Saar ve Ruhr bölgelerini işgal etmeyi gündeme getiren Fransa, özellikle ABD’nin maddi baskısına (1924 “Dawes-Planı”, 1929 “Young-Planı”) boyun eğerek Almanya ile ilişkilerini “normalleştirdi”.
(2)-30 Eylül 1926’da kurulan kartelin içinde Almanya ve Fransa’nın yanı sıra Belçika ve Lüksemburg’da bulunuyordu.
(3)- 18 Nisan 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT-EGKS) içinde Fransa ve Almanya’nın yanı sıra Belçika, Lüksemburg, Hollanda ve İtalya vardı. Bu birlik aynı zamanda ABD’nin 1945’den sonra Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Avrupa’da ekonomik bir birliğin kurulması planlarının da bir adımıydı. ABD, AKÇT’yi gümrük birliğine doğru bir adım olarak değerlendiriyordu. ABD, birliğin kurulması için özellikle Fransa üzerinde Marshall Planı kapsamındaki yardımları vermemekle ciddi bir baskı uygulamıştı.
(4)- 1960 yılında nükleer silahlara sahip olan Fransa, 1966’da ABD’nin NATO içindeki belirleyici rolünü kabul etmediklerini ilan ettiği gibi NATO’nun askeri kanadından çekildi.
(5)- C. de Gaulle, İngiltere’yi, “ABD’nin AET içindeki Truva atı” olarak değerlendiriyor ve AET üyeliğine kesinlikle karşı çıkıyordu.
(6)- Goldene Hochzeit in Katerstimmung, Internationale Politik 1/2013 – www.zeitschrift-ip.dgap.org/de/
(7)- “Entente Cordiale”, www.dgap.org/de/think-tank/publikationen/dgapanalyse/entente-cordiale (28.08.2012)
(8)- www.number10.gov.uk/news/pm-welcomes-president-of-france-for-uk-france-summit/ (02.11.2010)
(9)- Euro’nun tedavüle girmesi başta Almanya olmak üzere ekonomisi güçlü ülkelere yaradı. 1999 yılında 510 milyar Euro ihracat yapan Alman sermayesi 2012 yılında ihracat hacmini 1,097 trilyon Euro’ya çıkardı. 2000-2012 arası ticaret fazlalığı ise 1 trilyon 904 milyar 664 milyon Euro’ya olarak gerçekleşti.
(10)- Lenin; Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s.237-238
*AET=Avrupa Ekonomik Topluluğu / AT=Avrupa Topluluğu /AB=Avrupa Birliği