8 Temmuz 2023 06:30

Meryem ELATAŞ
Sincan OSB’den bir işçi

2023 seçimlerinde baskıcı politikaların yanı sıra ekonomideki hızlı düşüşün bir sonucu olarak mevcut iktidarın değişeceği beklentisi karşılık bulmamıştı. Bu sonuç çalıştığım ya da haber alabildiğim fabrikalarda çeşitli ama bir o kadar benzer temelli tepkilere yol açmıştı. Bu yazıda -nicel verileri çok yeterli olmasa da- bu zamana kadarki gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım.

Alevi bir ailenin en büyük çocuğu olarak dünyaya geldim. Yaşadığımız yer ve aile ortamını dinden uzak ve daha “özgürlükçü” olarak tarifleyebilirim. İlerleyen zamanlarda lisede sosyalist bir mücadeleye katılmamla birlikte düşüncelerim şekillenmişti. Bu yıllara dair hatırladığım başlıca politik duygular insanların muhafazakar, liberal, milliyetçi düşüncelerine karşı duyduğum öfke ve akıl almazlıktı. Nasıl olur da aklı başında biri sosyalizmi benimsemez, bu düzenin iyiliğine ikna olmazdı? Elbette ilerleyen süreçte bu meseleleri somut analiz çabası içinde değerlendirmeye çalışsam da seçim sürecinde fabrikadaki arkadaşlarımın hayatları ve bakış açıları beni somut bir fikre en çok yaklaştıran şey oldu diyebiliriz.

İşçiler cephesinden değerlendirmeler ekonomik beklentiler çerçevesinden yapılsa da seçim sonucu Erdoğan’a oy vermeyenlerde, değişim isteyenlerde büyük bir hüsrana yol açmadı. Küçük burjuva kesimde rastladığımız “Bu insanlardan bir şey olmaz, aptallık” gibi yorumlar çevremde çok fazla karşıma çıkmadı. Bu ilk olarak muhalefetten bir beklentinin olmaması, işçilerin değişimi nereye koyduğu, kendi ve çocuklarının geleceğinden beklentilerinin hangi sınırlar içerisinde şekillendiği gibi başlıklar etrafında değerlendirilebilir. ‘Güç ve istikrarın’ karşısındaki ‘özgürlük’ talebinin küçük burjuva kesim kadar işçi sınıfı içerisinde yer bulmamasının sebepleri de bu başlıklarla değerlendirilebilir.

BİRİNİN ÖZGÜRLÜĞİ DİĞERİNİN ANORMALİ

Sadece muhalefete oy verenler değil, tartışmalarda Erdoğan’ı neden desteklediğini belirten işçilerde de benzer bir durum vardı. Birçoğu küçük yaşlardan muhafazakar aile içerisinde büyümüş. Bu süreç içerisinde yaşadığı yoklukların tesellisini kimi dini inanışlarda bulmuş. Kaderin değişmeyeceği, öbür dünyada alınacak karşılıklar ya da şükretmenin azizliği baştan sona tüm karar ve hareketlerini belirleyen bir alışkanlık haline dönüşüyor. Bunun yanında daha özgür bir Türkiye vaadi yine yetiştikleri sosyal yapının kıskacında arzu edilen bir vaat olmaktan çıkıyor. Örneğin geç saatlerde kız çocuklarının rahat yürümesi kritik değil, çünkü zaten kız çocukları o saatte dışarıda olmamalı. Birçok alanda kapitalizmin normalleri din ile birlikte hayatın normallerine dönüşüyor. Ezen ve ezilenin olması doğanın kanunu ama ezilenin hakkını Allah verecek. Belki evi ve arabası yok. Belki tatile çıkamıyor belki de geçinebilmek için her gün fazla mesaiye kalıyor ama sevdikleri hayatta. Böylece pazar günü yapılan aile pikniği yeterli ve konforlu olana dönüşüyor.

İşçinin kendine hak gördüğü şeyler bile bugün kapitalizmin aygıtları tarafından yönetilir bir halde olunca Erdoğan’a oy vermesi aptallıktan çıkıp anlaşılır bir zemine oturuyor. Rahat bir yaşama sahip olabilmek için gerekli olan okul, zengin bir aileye “kader” olarak sahip olunamayınca “Bize de bu düştü”, güçlü bir bakış oluyor. Bugün bayram ikramiyesi olarak verilen poşetler de asgari ücrete yapılan sözde zamların mucize olarak duyurulması da kapitalizm ve iktidarının işçiye “hakkı” olanı dayatma biçimi.

ŞÜKRANIN YERİNİ KAYGI ALIYOR

Yine güç kavramı da bu hak görme üzerinden şekilleniyor. Faturasını ödeyemeyen işçiye Saray’ın faturasının anlaşılır gelmesi de bu benimsenmiş güç ilişkileriyle açıklanabilir. Aradaki eşitsizlik üzerine yaptığımız bir sohbette bir işçi şöyle demişti: “Ülkesi güçlü olmayanın yüzü hiçbir şeyde gülmez. Para bulunur. Boğazdan kısarsın ama özgürlükten kısılmaz. Biz güçlü olmazsak sonumuz işgal olur. Sonumuz Suriye’ye döner. Güçlü ülkenin de güçlü lideri olur. Saray’ı boşa harcama olarak görme, o bir güç göstergesi ve gerekli.”

Aksi yönden de aynı işçi sendikaya dair yaptığımız başka bir sohbette “Biz bir olmadık diye bunlar geliyor başımıza. Biz neden temsilciyi seçmiyoruz? Zammı da mola saatini de biz belirleyelim. Verdikleri 3 kuruş tepemize binmedikleri kaldı” yorumunu yapabiliyor. Seçimlerde gördüğümüz “Her yerde kriz var adam ne yapsın?​” tartışmaları asgari ücret belirlendikten sonra yerini “Bunlar da işin suyunu çıkarttı. Karpuz alırken üç defa düşündüm vazgeçtim, bu nasıl denge?​” serzenişlerine bırakıyor. Daha dar düzlemde ve hayatlarını daha günlük olarak etkileyeceğini bildikleri meselelerde şükran ve kaderin yerini daha somut kaygı (İşten çıkarılma, arkadaşını nasıl ikna edeceği vs.) ve planlar alıyor.

Tüm bu sebepler, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi ve emekçilere, zincirler kalana kadar kaybettiklerini göstermenin gerekliliğini ortaya koyuyor. Sadece ekonomik değil sosyal taleplerle bir arada mücadele perspektifini gerekli kılıyor. Din gibi gerici tüm aygıtlarla bezenmiş kapitalizm benimsemesini kırmanın yollarını aramanın gerekliliğini ortaya koyuyor.

Evrensel'i Takip Et