09 Temmuz 2023 04:35

Gençlerin isyanı ve sol

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Fransa solun bazı kesimlerinin mevcut gençlik isyanına yaklaşımına dair eleştiriler, ayrıca Almanya ve İngiltere'deki yoksulluk tartışmaları var.

Fotoğraf: Florian Olivo/Unsplash (Arşiv)

Paylaş

Fransa’da hükümet, göçmen kökenli ve yoksul gençlerin isyanına karşı baskıyı sıkılaştırırken, Fransız Komünist Partisi de dahil ‘sol’un bir kısmı çeşitli derecelerde sakinlik çağrıları yapıyor. “Macron’un oyunu”na dahil olmuş bir duruş sergiliyorlar.

İngiltere’de yoksulluk yavaş yavaş değil tüm sınıfları alaşağı edecek şekilde artıyor. Öyle ki sistem partileri bile sınıf siyasetinden, işçi sınıfından ‘istemeseler’ de bahsetmek durumunda kalıyor. The Guardian Yazarı Polly Toynbee’nin İşçi Partisinin eğilimlerine yönelik söyleyecekleri var.

Çoğu zaman Almanya’da yoksulluk yok diye düşünülüyor. Yoksulluğun ölçüsü Türkiye’deki yoksullar olarak görülüyor. Halbuki Almanya’da da ayın sonunu getiremeyen, makarnayla karnını doyuran, bilet alamadığı için semtinden dışarı çıkamayan, kültürel etkinlikleri lüks olarak değerlendiren, yeni eşya satın almayı aklından bile geçiremeyen insanlar var. Bunlar toplumun dışına itilmiş durumdalar. Beş kadın Almanya’da yoksul olmanın ne demek olduğunu anlatıyor. Kadınlar utanç ama aynı zamanda öfke hissediyorlar. Bir sonraki alışverişten, her ayın son günlerinden korkuyorlar.

SOL PARTİLER, MACRON’UN OYUNUNU OYNUYOR

Seb NANZEL
Revolution Permanente

Son günlerde Macron rejimi, Nahel’in polis tarafından öldürülmesinin ardından banliyölerdeki harekete karşı büyük ölçekli bir baskı düzenine geçti. Zengin bir polis gücünün yanı sıra, “şiddete” karşı çıkma ve “Cumhuriyet düzenini koruma” söylemiyle gerekçelendirilen sokağa çıkma yasakları da dahil olmak üzere, banliyölerde olağanüstü bir rejim uygulanmakta. İçişleri Bakanı Darmanin, polis, jandarma, itfaiyeciler ve belediye polisleri için yazdığı bir mektupta, “olağanüstü şiddet olaylarına” karşı çıkarken, “mutlak öncelik”in “Cumhuriyet düzeninin yeniden tesisi” olduğunu vurguluyor. Bu ifadeden anlıyoruz ki banliyölerdeki gençlerin daha fazla baskı altına alınması isteniyor. Ne yazık ki, son günlerde solun bir kısmı da, bu “sakinliğe dönüş” retoriği içinde kendine yer bulmakta.

Fransız Komünist Partisi (PCF) Genel Sekreteri Fabien Roussel, bir tweetinde “Bu gece meydana gelen şiddet eylemlerini kesinlikle kınıyorum. Solcu olmak demek, kamu hizmetlerini savunmak demektir, yağmalamak değil” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu söylem, polis şiddeti ve devletin ırkçılığına karşı başını dik tutan gençliğin öfkesini, hükümetin baskıcı şiddetiyle aynı düzleme yerleştirmekle kalmıyor. Üstüne de “Kamu hizmetlerini savunma”yı gençlerden kopmak için bir bahane olarak kullanıyor ve gençlerin üzerindeki devlet baskısını da meşrulaştırıyor.

İsyanların neden olduğu tahribatı “Kamu hizmetlerinin yağmalanması” olarak adlandırmak, Macron ve önceki hükümetlerin kamu hizmetlerini yok etmedeki sorumluluğunu gizlemeye yardımcı olurken, halkı da gençliğin bu mobilizasyonuna karşı kışkırtmayı amaçlamaktadır. Bu “Kamu hizmetlerini savunma” söylemi, İçişleri Bakanı Darmanin’in “[öfkenin hedefi] cumhuriyetin sembolleridir; belediyeler, okullar, karakollar, jandarmalar, belediye polis merkezleri, sosyal merkezler...” şeklindeki açıklamalarının sosyal bir cilayla yeniden ifade edilmesinden başka bir şey değil.

France Info’da bir radyo programına konuk olan FKP Lideri Roussel, bu tutumunu tekrar teyit ederek ileri götürdü. “Şiddeti kınamak, sakinliğe çağırmak ve kamu hizmetlerini savunmak gerektiğini” vurgulayan Roussel bu tutumunu “solcu olmak”la bağlantılandırdı. Hatta “Bu şiddet patlamalarını asla meşrulaştırmayacağım” diyerek, banliyölerde “Halk güvenliğini sağlamak için daha fazla kaynağın olmamasını” eleştirdi.

Macron’un , “Tüm ebeveynleri sorumluluk almaya” çağıran açıklamalarına cevap sunan Roussel, şöyle konuştu: “Evinde kalan, çocuklarının evde kalmasına dikkat eden birçok ebeveyn var. Bugün bir azınlık, kamu binalarına saldırıyor, yağmalıyor. Bu şiddeti kontrol altında tutmak ve sakinleşmeyi sağlamak önemlidir.” Ve ardından da “Biz politikacılar olarak, her kim olursa olsun, sorumluluğumuz sakinliğe ve huzura çağrı yapmaktır” diyerek neredeyse hükümete destek açıklama yaptı.

Hükümetin yanında düzenin yeniden sağlanması için bir cephe oluştu ve bu, hükümetin yürüttüğü saldırıların tamamen onaylanmasıyla birlikte gerçekleşti. Macron, cuma günü sosyal medya platformlarına yönelik sansür önlemlerini duyururken, Fabien Roussel şunları açıkladı: “Bir noktada, ülkede durum kritik olduğunda şunu söylemek gerekecek: Sosyal medyayı kesiyoruz. Sosyal medyadaki olağanüstü hali, halk üzerinde olağanüstü hale tercih ederim.”

Roussel’in daha önce de Sainte-Soline’deki protestocuların şiddetini kınamış, 2021 mayısında polis sendikalarının yürüyüşüne katılmış ve nisan ayında da, Hollande döneminde içişleri bakanı olan Bernard Cazeneuve’e elini uzatmıştı. Ve Cazeneuve 2017 yılında “Polis kontrolünü reddetme” durumunda polisin ateşli silah kullanımının yasal alanını genişleten yasayı kaleme alan kişi! Bu, Roussel’in Nahel için düzenlenen yürüyüşte protestocuların ıslıkları eşliğinde uzaklaştırılmasının nedenlerinden biridir.

Sosyalist Partide (PS) de “sakinlik çağrısı ve şiddeti kınamanın” öne çıkan bir tutum olduğu görülüyor. Parti Genel Sekreteri Olivier Faure, “Şiddet, hiçbir zaman adaleti sağlamayacak ve onun yerini almayacak” şeklinde bir tweet attı. İsyan sırasında çıkan bir yangının söndürülmesini gösteren bir video ile gençlerin şiddet eylemlerini kınadı: “Burada ve ülke genelinde gördüğüm şey kabul edilemez, çünkü kamu binalarına, kamu hizmetlerine ve bazen bir mahallenin veya bir şehrin hayati merkezlerine saldırılıyor. Bu nedenle bir an önce sakinliğe dönüş çağrısı yapıyorum.” Bu, Genç Sosyalistler (PS gençlik örgütü) tarafından da benimsenen bir tutum.

Bazı PS milletvekilleri daha ileri giderek François Hollande döneminde kabul edilen 2017 yılındaki “itaatsizlikle mücadele” yasasını savunmaya cesaret ediyorlar. Örneğin Calvados Milletvekili Arthur Delaporte, “Sorun yasada değil, yasaya nasıl yorum getirildiğinde” diye açıklama yapabiliyor. Veya Sol ittifak (NUPES) karşıtı sağ kanattan biri olan Patrick Menucci “2017 yasası ile Nanterre’deki haksız ateş etmenin hiçbir ilgisi yok. Bu çocuğun ölümünü siyasi amaçlar için kullanmak iğrenç” şeklindeki ifadeleriyle bu yasayı savunabiliyor. Bu, Hollande ve Cazeneuve dönemlerinin sonuçlarını ve terörle mücadele gerekçesiyle yoksul mahallelere yönelik benzersiz bir şekilde güvenlik güçlerinin yetkilendirilmesinin ve olağanüstü halin normalleştirilmesini savunmak şeklinde görülebilir. Bugün ise Macron yönetimi, bu dönemlerde oluşturulan araçlardan hareketle mevcut gençlik hareketini bastırmaya çalışıyor.

Yeşiller (EELV) tarafında ise, Marine Tondelier’in Macron yönetimi ve tüm sağ kanat siyasetçilerin saldırısına maruz kalmasına neden olan konuşmasında polis şiddeti ve ırkçılığın sistematik olmadığını iddia ediyordu. Aynı zamanda, 29 Haziran’da, “Uzun bir gece geçirmeye hazırlanan tüm yerel seçilmişlere ve Fransa genelinde güvenliği sağlamak için mücadele edecek olan herkese düşüncelerimi iletiyorum” şeklinde bir açıklama yaptı. 40 binden fazla polisin görevlendirildiği baskıyı desteklerken “Adalet ve gerçek istiyoruz. Ancak yaralılar veya ölüler bizi bu taleplere daha da yaklaştırmayacak” şeklinde bir duruş sergiledi. EELV’nin söylemi -PS ve PCF gibi açıkça gerici olmaktan daha ziyade- polis kurumunu meşrulaştırırken, güvenlik güçlerinin şiddeti ile gençliğin öfkesini bir kez daha eşit gösteriyor.

Sonuç olarak şunu görüyoruz: Kurumsallaşmış sol, Macron’a uyum sağlıyor. Oysa hükümet baskısını kınamak ve gençlikle dayanışma içinde olmak gerekiyor!

Olayların başladığı perşembe gününden beri hükümet, her gece ve özel eğitilmiş antiterör birimleri de dahil olmak üzere 40 binden fazla polisi gençliğin öfkesini bastırmak için harekete geçirdi. Cumartesi gününe geldiğimizde 48 saat içinde 2 binden fazla kişi gözaltına alındı ve birçok kişiye ağır cezalar verildi. Bu bağlamda, yoksul mahallelerde isyan eden gençlikle dayanışma içinde olmalıyız ve Macron’un sosyal devlete karşı giriştiği saldırıları yeniden başlamak anlamına gelen “sakinleşme çağrıları”na ve muhtemel yeni otoriter adımlara herhangi bir taviz vermemeliyiz.

Geçtiğimiz cuma günü kriz yönetimi için yapılan bir bakanlar arası toplantının ardından Macron, baskıyı artıran yeni önlemlerin bir listesini duyurdu. Bu kapsamda, Cumhurbaşkanı saat 21.00’den itibaren toplu taşıma hizmetlerinin durdurulacağını, jandarmanın 18 yeni zırhlı kamyonetinin konuşlandırılacağını ve sosyal medyada dolaşan isyanla ilgili içeriklerin sansürleneceğini duyurdu. Aynı zamanda, Nahel için düzenlenen gösteriler Marsilya, Toulouse ve Montpellier’de yasaklandı ve yoksul mahallelerdeki sokağa çıkma yasağı ilanları da artıyor. Macron, yoksul mahallelerdeki gençliğin öfkesini bastırmak için durmayı planlamadığını göstererek, “Gösterilere tabu olmaksızın güvenlik önlemlerini uyarlama” konusunda hazır olduğunu belirtti.

Nahel’in polis tarafından öldürülmesine karşı gençliğin öfkesine hükümetin daha da sert bir şekilde karşılık vermesiyle birlikte, bu saldırılara az ya da çok destek sunan söylemler bir an önce terk edilmelidir. Bugün, polis cinayetlerine ve devletin ırkçılığına karşı başını dik tutan gençliği desteklemek, baskı ve otoriter saldırılarla mücadele etmek için geniş bir cephe inşa etme çabaları ile birlikte, bu tür destekleri geride bırakmak gerekmektedir. Gençliğe destek vermek, polis şiddeti ve devletin ırkçılığına karşı başkaldıran bir duruş sergilemek önemlidir. Aynı zamanda rejimin baskı ve otoriter polis saldırılarına karşı geniş tabanlı bir ittifak oluşturma yolunda adımlar atmak gerekmektedir.

Çeviren: Eren Can


KEIR STARMER NİHAYET S İLE BAŞLAYAN O KELİMEYİ KULLANDI

Polly TOYNBEE
The Guardian

Sınıf mı? İşçi Partisi bir zamanlar bu kelimeyi kullanamayacak kadar ‘mayınlı topraklara’ karşı temkinliydi. Tony Blair meritokrasiden bahsetmişti -2001 genel seçim kampanyasının ilk açılış konuşmasında “biz meritokratlarız” diye başlamıştı. “Fırsat eşitliği” çağrısında bulundu. “Sosyal dışlanmanın” nedenleri üzerine kurduğu 18 görev gücü pek çok başarı elde etse de, yoksul çocuk sayısında yüzde 50 azalma, genç hamilelik ve genç işsizliğinde keskin bir düşüş gibi, genellikle eşitsizliğin kendisinden ya da sınıftan bahsetmekten kaçındı.

Keir Starmer perşembe günü bu mayın tarlasına girerek “misyonlarının” beşincisini ve siyasi açıdan en belirleyici olabilecek olanı açıkladı ve buna “kişisel davam” diyor. “Sınıf tavanını paramparça edecekti”. Akademik ve mesleki uçurumun “züppeliğinden” ve işçi sınıfı çocuklarına “Bu sizin için değil” diyen zihinsel engellerden bahsetti. Politikacılar bu kelimeyi kullanmaktan kaçınıyor ancak yine de bu gün yüzü gibi ortada.

Bir süre önce Radio 4’te Sınıf Tavanı adlı bir program yaptığımda, tanıştığım herkese kendi sınıf deneyimlerini sordum: Kendinizi ilk ne zaman yeterince sosyetik değil ya da utanç verici derecede sosyetik hissettiniz? Herkesin aile geçmişinde uğradığı hakaretlere ya da sosyal açıdan garip engellere dair hikayeler vardır. İşçi Partisinin bununla yüzleşmeye istekli olması oldukça önemli çünkü bir acı gerçeklik olarak sosyal hareketlilik tersine dönüyor. Doğum, birkaç on yıl öncesine göre şimdi daha kesin bir kaderdir, kemer sıkma yıllarında daha da kötüleşmiştir ve Sutton Trust (yardım kuruluşu) daha da kötüye gideceği konusunda uyarmaktadır.

Eğer yapabilirlerse, politikacılar işçi sınıfı kimlikleriyle, o “iyi geçmişleriyle” övüneceklerdir: Starmer ve Bridget Phillipson, eğitim politikalarını desteklemek için işçi sınıfı kökenlerini kullandılar. Otobiyografisi yeni çıkan Wes Streeting daha da fazla yoksunlukla övünebilirken, Angela Rayner da bir o kadar güçlü bir giriş yaptı. Hepsi de yetenek ve kararlılıkla kendi yollarını çizdiler ve hiçbir destek görmediler. Kişisel liyakati kanıtlamak sosyal bir gereklilik haline geldi: LSE Üniversitesi araştırması, yüksek yönetim kademelerinde ya da profesyonel işlerde çalışanların yüzde 47’sinin işçi sınıfı olduğunu iddia ettiğini, ebeveynleri orta sınıf olan bu rollerdeki kişilerin yüzde 24’ünün ise kendilerini işçi sınıfı olarak tanımladığını ortaya koymuştur. Açıkça görülüyor ki insanlar sınıf kökeninin ne kadar kritik bir öneme sahip olduğunun farkında.

Ne yapılabilir? 1980’ler eşitsizlik patlamasını getirene kadar sosyal hareketliliğin en iyi olduğu yıllar 1950’ler, ’60’lar ve ’70’lerdi. İşçi Partisi en yoksulların çoğunu ortanca düzeye yaklaştırmakta başarılı oldu, ancak buna rağmen genel eşitsizlik çok az arttı.

Sınıf ekonomiktir, ancak birçok bileşeni vardır. Starmer ve Phillipson’ın yaklaşımı, tüm çocuklara orta sınıfların hafife aldığı deneyim ve becerileri kazandıran kültürel ve duygusal zenginleştirmeye yönelik bir okul programı. Konuşma, öz güven ve iletişim becerilerini vurgulayan bir müfredatla işleyecek.

Phillipson, Tyne and Wear’ın yoksul bir bölgesinde aldığı eğitim hakkında konuşurken ve Streeting’in doğu yakasındaki bir ilkokulda yaşadıklarını okurken dikkatimi 30 yıl sonra çocukların kültürel deneyimlerinin ne kadar yoksullaştığı gerçeği çekti. Streeting’in okulunda çocuklar bir enstrüman çalıyor, dönemlik oyunlarda rol alıyor, müze ve galerileri ziyaret ediyor, deniz kenarına ve kırlara geziler “müfredatın bir parçası” oluyordu. Artık, pek çok okulda bu bunlar ulaşılabilir değil.

Phillipson’ın sınıfa yönelik saldırısı, geleceğin belirlendiği ilk yıllara öncelik veriyor: Çocuklar ilkokula geride başlarsa, her okul yılında daha da geri düşüyorlar. Her kreşte eğitimli bir öğretmen olması konusundaki ısrarı, en önemli şeyin bu olduğunu gösteren dağlar kadar kanıtın ardından geliyor. Halihazırda hükümetin personel için para olmaksızın ekstra ücretsiz kreş saatleri sunması, 10 belediyeden dokuzunda kreşlerin kapanabileceği korkusuna yol açtı. Starmer, kendi belediyesi Camden’da kalan çocuk merkezlerinin aileleri ayağa kaldırmasını övdü ancak İşçi Partisinin 3 bin 500 Sure Start merkezinden 1400’den fazlası kapandı.

İşçi Partisinin planları arasında 6 bin 500 daha fazla öğretmen, onları işe almak ve elde tutmak için ikramiyeler ve tüm ilkokullarda ücretsiz kahvaltı var; bunların hepsini özel okullardan KDV alarak 1.6 milyar sterlinle ödeyecekler. Muhafazakarların gürültülü muhalefeti, Mali Araştırmalar Enstitüsüne göre özel okul çocuklarına devlet okulu öğrencilerinden yüzde 90 daha fazla harcama yapıldığını görmezden geliyor.

Elbette bu, bildiğimiz anlamda sınıfların yıkılacağının habercisi değil. Eşitsizliğin kendisi gerçek ölçüdür ki bu daha da genişleme tehlikesi olan bir uçurumdur. Tüm harcamalarda olduğu gibi, İşçi Partisinin sosyal yardımlarda ve diğer her şeyde daha fazla ne önerdiğini görmek için seçimlere yakın, nihai ekonomik gerçekler bilindiğinde bekleyeceğiz. Ki emsaller İşçi Partisinin görevdeyken vadettiğinden daha fazlasını yapacağını gösteriyor. Bu misyonlar gidişatın yönünü ve partinin niyetini gösteriyor, ancak her çaba bize ilerlemek bir yana, 2010 standartlarına geri dönmenin bile ne kadar iç karartıcı derecede zor olacağını hatırlatıyor.

Çeviri: Sarya Tunç


ALMANYA’DA YOKSULLAR

Oliver SCHMETS
Aachaner Zeitung

Birinin hasta bir kocası, diğerinin bakıma muhtaç engelli bir oğlu var. Bir diğeri emekli ve yakınlarda bir ücretsiz giyim mağazası olduğu için mutlu. İki çocuklu bekar anne hayvanat bahçesinin hâlâ ücretsiz olmasından memnun. Üç torunun büyükannesi ise Noel hediyeleri için parayı nereden bulacağını bilemiyor.

Beş kadın, üç kuşak, tek bir sorun: Herkese yetecek kadar para yok. Gıda fiyatları tavan yaptığından, enerji fiyatları kısa bir süre önce imkansız olduğu düşünülen seviyelere ulaştığından beri hayatları sürekli hesaplamalar, endişeler ve korkudan ibaret.

Bu bir gelecek korkusu, ancak bu gelecek çok uzakta değil, her ayın başından sadece birkaç hafta uzakta. Bu, paranın bittiği o günün korkusu, ama ay devam etmekte. Hâlâ neyi biriktirebileceğiniz, neyi onsuz yapabileceğiniz sorusuyla yeniden karşı karşıya kalma korkusu. Burada onsuz yapmak çok temel şeyler, yani yiyecek ve içecek alamamak anlamına geliyor. Ve sadece yiyeceklerin kalitesi açısından değil. Aynı zamanda miktar açısından da.

Beş kadından biri, “Çoğu zaman, ayın son haftasında sadece kahvaltı ve akşam yemeği ya da çok ucuz konserve yiyecekler yiyorum çünkü başka bir şeye param yetmiyor” diyor. Kadın 31 yaşında, 15 aylık bir çocuğu var, eşi ağır hasta, kalp kası iltihabı var ve günde sadece bir saat çalışmasına izin veriliyor. “Önce böyle bir iş bulmak zorundasınız” diyor.

Sosyal yardım desteği ile sözde bir ihtiyaç topluluğu olarak yaşıyorlar, ancak aşırı enflasyon zamanlarında bu para yetmiyor. “Para bittiğinde daha az yiyorum” diyor. Sonrasında hâlâ kendini aç hissedecek kadar az mı? “Evet, bazen”: “Benim için önemli olan küçük çocuğumun ve hasta kocamın iyi olması.”

Genç kadın, geçmişte, yaklaşık bir yıl öncesine kadar, geçimlerini daha rahat sağlayabildiklerini söylüyor. Kocası hâlâ çalışabiliyormuş o zamanlar. Ancak daha sonra hastalık ortaya çıkmış ve o zamandan beri memleketindeki gıda bankasına/ tafel giderek ücretsiz meyve, sebze ve hatta bazen temel gıda maddelerini alabiliyormuş.

Bölgemizde derneklerin yanı sıra kilise cemaatleri tarafından da işletilen bu tür düzinelerce tafel var. Daha korona salgını sırasında ziyaretçi sayıları artmıştı ve Ukrayna savaşının başlamasından bu yana da fiyat artışları ve artan mülteci sayısıyla birlikte gerçek bir yığılmaya maruz kaldılar. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının mağaza ve süpermarketlerden yapılan gıda bağışlarıyla karşılanması ilkesi artık pek çok yerde işlemiyor. Bazı gıda bankaları/tafeller yeni müşterilere hizmet vermeyi durdurdu, diğerleri ise temel gıda maddelerini satın almak için bağış istiyor.

Ancak bir ilke hâlâ geçerli: Buralara gitmek, kişinin kendi yoksulluğunu alenen kabul etmesi gibi bir şey. “Bazen kendimi biraz aptal gibi hissediyorum” diyor 31 yaşındaki genç kadın: “Ama daha önce burada gönüllü olarak çalıştığım için buradaki pek çok insanı tanıyorum, bu yüzden ilk seferinde benim için o kadar da zor olmadı.”

Ama tam tersi de olabilir. Kasabasındaki gıda bankasının bulunduğu sokakta yaşayan 57 yaşındaki bekar kadın gibi. Üç torunun büyükannesi, “Benim açımdan çok çaba gerektirdi,” diyor: “Çok utanıyordum.”

Yoksulluk bir damga olduğu için, yoksulluk utanç verici olduğu için, bu metindeki beş kadın anonim kalıyor. Bölgemizde yaşıyorlar, bazıları gıda bankalarının müşterisi, bazıları da gönüllü olarak yardım ediyor. Ancak yardım edenler bile gıda bankasından gıda almaya bağımlı. Hepsinin kadın olması, burada yoksulluğun kadın olması belki bir tesadüf. Onlar sadece gazetemize yoksullukları hakkında konuşmak isteyen ilk beş kişi.

İkisinin bekar ebeveyn olması, birinin emekli olması, ciddi hastalıklar veya engellilik gibi handikapların yoksulluğu desteklemesi veya yoksulluğa neden olması ise kesinlikle tesadüf değildir. Çeşitli istatistikler ve araştırmalar bunu kanıtlamaktadır. Bir gıda bankası müdürü, “Her halükarda, buradakilerin çoğunun çeşitli nedenlerle çalışamadığını ya da artık çalışamayacağını yazmanız gerekiyor” diyor.

On yaşında engelli bir oğlu olan 50 yaşındaki bekar bir anne bunun altını çiziyor: “İşe gidemiyorum çünkü oğlumun yanında olmak zorundayım.” Kendisi için ayda 278 avro, artı çocuk parası ve oğlu için nafaka ile geçiniyor. Her şey çok pahalı hale geldiğinden, zorlukla idare edebiliyor: “Biriktirebildiğim kadar biriktiriyorum ama biriktirecek pek bir şey kalmadı.”

Artık kendisi için hiç yemek yapmıyor, sadece hafta sonları oğlu için yemek yapıyor: “Onun dışında kendime sandviç ya da bazen bir sosis yapıyorum, böylece hafta sonu için para biriktirebiliyorum.”

Sağlıklı beslenme mi? “Bu tür çağrılara sadece gülebiliyorum” diyor.

Tıpkı kadınların, patlayan enerji fiyatları nedeniyle geri ödemeler için kenara para koyma tavsiyelerine sadece gülebildikleri gibi. “Geçen kış zaten donuyordum ve battaniyelerle oturuyordum” diyor 57 yaşındaki büyükanne. Soğukta oturarak şimdiye kadar elektrik ve gaz parasını hep geri almış ve Noel için bir kenara koymuş. Torunları için. Şimdi ise geri alınacak para da yok, hediyelerin parasını nasıl ödeyeceğini bilmiyor.

Ama bizim “zengin” toplumumuzda yoksulluk sadece iyi ya da kötü yemekle, açlık ya da açlıkla tanımlanmıyor. İnsanlar sosyal katılımdan ve boş zaman faaliyetlerinden dışlandıklarında da yoksul sayılırlar. Ya da artık kıyafet alamayanlar. Ya da otobüs bileti alamadığından hareket kabiliyeti olmayanlar.

26 yaşında iki çocuklu bekar bir anne de kendi durumunu benzer şekilde anlatıyor. “Hayvanat bahçesi hâlâ ücretsiz olduğu için çok mutluyum” diyor. Ve, “Dokuz avroluk bilet olduğunda geçen yıl çok mutlu oldum, çünkü araba alacak param yok.”

Alışveriş mi? Beş kadın bu kadar yabancı bir kelimeye sadece acı acı gülebiliyor.

67 yaşındaki kadın ise “Buraya yakın bir yerde bir ücretsiz giyim mağazası olması çok güzel” diyor. 400 avronun biraz altında emekli maaşı alıyor, yani ayda yaklaşık 250 avro ile geçiniyor: “Yeni kıyafetlerimi oradan alıyorum.”

Buradaki yoksulluğun sadece kadın ve tek ebeveynli değil, aynı zamanda yaşlı olması da tesadüf değil. Ülkenin dört bir yanındaki gıda bankaları, müşterileri arasında giderek daha fazla emeklinin yer aldığını kaydediyor.

Beş kadına duygularını ve geleceği nasıl gördüklerini sorarsanız, sadece utanç değil, aynı zamanda öfke ve yılgınlık da duyuyorlar.

Çeviren: Semra Çelik

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Kovid-19 izniyle tahliye edilenler cezaevine dönmeyecek

SONRAKİ HABER

Burdur'da çimento fabrikasında üzerine taş dökülen işçi öldü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa