10 Temmuz 2023 06:10

Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç: NATO, küresel bir savaş makinesidir

NATO, Finlandiya’nın üyeliğinin ardından şimdi de İsveç’in üyelik süreciyle gündemin ön sıralarında yer almaya devam ediyor. NATO, Avrupa’da genişlemesini sürdürmek istiyor ancak İsveç’in birliğe üye olması Türkiye’nin onayına bağlı. 11-12 Temmuz’daki NATO zirvesi öncesi ise diplomasi trafiği arttı. Geçtiğimiz günlerde İsveç, Finlandiya ve Türkiye dışişleri bakanları Brüksel’de bir araya gelirken bu toplantıdan herhangi bir uzlaşı çıkmadı. Batı, zirveye kadar Türkiye’nin onay vermesini isterken, Erdoğan iktidarı ise özellikle Kur’an yakma eylemlerinin ardından İsveç’e dönük sert sözler söylemeyi sürdürdü. Peki NATO nasıl bir örgüt? NATO neden genişlemek istiyor? Taraflar neler üzerinde pazarlıklar yapıyor? Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç ile konuştuk.

NATO’nun nasıl bir örgüt olduğunu anlatan Aytaç “NATO’nun tarihsel evrimindeki belirleyici olan kırılma sonu iki Almanya’nın birleşmesiyle simgelenen soğuk savaş döneminin bitişiyle açığa çıktı. Soğuk Savaş süreci boyunca NATO serbest piyasa ekonomisi ve çoğulcu demokrasi gibi liberal değerlere karşı tehdit olarak tanımlanan komünizmin yayılmasını engellemek, başka bir deyişle Sovyet varlığını sınırlandırmak amacına hizmet etmişti. Bu yüzden Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber NATO’nun varlığı da sorgulanır hale geldi.” dedi.

Ahmet Murat Aytaç

Fotoğraf, Ahmet Murat Aytaç'ın Twitter hesabından alınmıştır. 

"SİYASİ SÜREÇLERİN MİLİTARİZE EDİLMESİ…"

“Örgütün Soğuk Savaş sonrası dönemde varlığını sürdürmesi için yeni işlevler tanımlanmaya başlandı ve varlık sebebi geliştirilen argümanlar bugün NATO’nun işleviyle ilgili farklı yaklaşımların ortaya çıkmasının da düşünsel temelini oluşturdu” diyen Aytaç “Bu çerçevede özellikle iki argüman ön plana çıkıyor: İlk olarak, örgüte adını veren Kuzey Atlantik coğrafyasını, yani Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini ortak bir savunma hattı çerçevesinde “Bütünleştirmek” temel bir misyon olarak tanımlanıyor. İkinci olarak, saldırgan ve yayılmacı bir milliyetçiliğin olası askeri yükselişi hususunda “caydırıcılık” misyonundan söz edilmektedir. Ne var ki bütünleştirme ve caydırıcılık kavramları üzerinden tanımlanan yeni işlevler, son tahlilde ABD’nin uluslararası alandaki askeri varlığının gerekçelendirilmesine hizmet ediyor. Bu çerçevede NATO, Pentagon kapitalizminin temelini oluşturan askeri-sanayi kompleksin küresel savaş makinesi olarak yeniden tahkim edilmiş oluyor” ifadelerini kullandı. “Küresel savaş makinesi için tanımlanan yeni işlevler yakın dönemi karakterize eden üç farklı tarihsel uğrakta test edildi” diyen Aytaç şöyle devam etti: “Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan iç savaş böylesi bir sınamanın ilk uğrağını oluşturuyor. Burada NATO Birleşmiş Milletler kararlarını hayata geçirmenin ve yaptırımlarına hayatiyet kazandırmanın aracı olarak konumlandırıldı. Uygulanan strateji NATO’nun bir tür kolluk gücü gibi işlevselleştirilmesini hedefliyordu. 11 Eylül sonrasında Afganistan’a yapılan askeri müdahaleyse sürecin ikinci aşamasını temsil ediyor. Söz konusu müdahale NATO’nun işlevlerinin “teröre karşı savaş” kavramı çerçevesinde daha da genişletilmesini sağladı ve örgüt belirsiz bir düşmana karşı verilen sonu gelmeyecek bir savaşın yürütücüsü konumuna taşındı. Son olarak, NATO’nun “kapsamlı yaklaşım” adı altında dar anlamıyla askeri faaliyetlerin ötesine taşınması ve siyasi süreçlerin bir bütün haline militarize edilmesiyle karakterize edilen yeni bir kavram devreye sokuldu.”

"SÜREKLİ SAVAŞ REJİMİNİN TEMEL AKTÖRÜ"

Söz konusu yaklaşımın çeşitli örnekleri olduğunu söyleyen Aytaç “Arap Baharı ve Libya’ya yönelik NATO müdahalesinde bu yaklaşımın nasıl işlevselleştirildiğini görüyoruz. Bosna ve Kosova, Afganistan ve Libya deneyimleri NATO’nun küresel kapitalizmin dünya halklarını içinde tuttuğu “sürekli savaş” rejiminin temel aktörü olduğunu ortaya koymaktadır. NATO’nun bütünleştirme ve caydırma ekseninde tanımlanan yeni işlevlerini, sözünü ettiğim bu sürekli savaş durumunun gerekleri çerçevesinde anlamak ve değerlendirmek gerekir. Tüm dünya halklarına olduğu gibi, Türkiye için de NATO’nun ifade ettiği anlam burada kendini dışa vuruyor” dedi. 

"DIŞ POLİTİKA İÇERİDEKİ HEZİMETİ ÖRTBAS ETMEKTE KULLANILAN BİR SAHNE"

Erdoğan iktidarının konuyu özellikle seçim sürecinde ele almasını da yorumlayan Aytaç "İç politika ile dış politika arasında başta belli belirsiz gözlemlenen bir eğilim, İsveç’in NATO üyeliği konusunda izlenen politikalarla daha da belirginleşmiş ve neredeyse matematiksel bir formül kalıbıyla ifade edilebilecek berraklığa kavuşmuştur: İktidarın dış politika hedefleri ile içerde izlediği siyasetin başarısı arasında ters orantılı bir ilişki vardır. Tam da Erdoğan’ın “ustalık dönemi” olarak ilan edilen evreden sonra AKP’nin iç siyasetinin giderek içeriksizleştiğini, içerde halka vaat edecek bir şeyi kalmadıkça dış politikada çelişkili bir şekilde abartılı, gösterişçi ve nispeten agresif politikalara meylettiğini görüyoruz. Dış politika, 15 Temmuz sonrasında siyasetin meşru sınırlarını çizmekte kullanılan “yerli ve milli” olma ölçütünden izlenen ekonomi politikalarına, pandemi önlemlerinden doğal afetlerin yönetilmesine kadar birçok farklı alanda izlenen politikaların yol açtığı hezimeti örtbas etmekte kullanılan bir sahne halini aldı. Unutmamak gerekir ki iç siyasette bir “dünya lideri” olarak takdim edilen Erdoğan’ın siyasi sermayesinin önemli bir kısmını Türkiye’yi büyük bir dünya gücü haline getirme vaadi oluşturmaktadır. NATO ile ilgili yaşanan süreç ve seçimlerde araçsallaştırılması bu yaklaşımın öngörülebilir bir sonucu olarak değerlendirilebilir. İktidarın tutumu İsveç’in terörle mücadele çerçevesinde yükümlülüklerini yerine getirmesi koşuluna odaklanmış durumda. İsveç’in Finlandiya’dan farklı olarak Türkiye’nin taleplerine ayak diremesi, NATO üyeliği işini giderek daha da geciktiriyor. Burada şuna dikkat etmek gerekir: NATO kurulduğu ilk günden bu yana, öncelikle Avrupa’da ve sonra da dünya genelinde Amerikan askeri varlığı arttırmak ve güçlendirmeyi temel hedeflerinden biri olarak belirlemiştir. Bu açıdan NATO bileşenleri arasındaki ikili sorunların büyüyüp bir aşamayı geçtikten sonra ABD için de bir sorun haline gelmesi anlaşılır. Kıbrıs konusunda Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan sorunun, işte meşhur “Johnson mektubu” vakasında olduğu gibi, sonuçta bir Türkiye-ABD sorunu haline gelmesini buna bir örnek gösterebiliriz. 2014 yılında Kırım’ın Rusya tarafından ilhakına bugün Ukrayna’da yürümekte olan savaş da eklenince, ABD’nin NATO’nun “kolektif savunma” şemsiyesinin özellikle Rusya’nın nüfuz edebileceği Avrupa ülkelerine doğru genişletmek istediğini görüyoruz. ABD’nin Türkiye’ye dönük tepkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Ancak bu durum tabii iktidar açısından, asıl muhatabının Amerika olduğu, dolayısıyla meselenin iki “büyük” devlet arasında çözüleceği, sözüm ona Türkiye’nin anti-emperyalist bir siyaset izlediği iddiasını ileri sürme fırsatına dönüştürülüyor. Oysa gerçek sebep iç siyaset ile dış siyaset arasındaki ters orantılı ilişkide saklı." dedi.

İKTİDARIN "ANTİEMPERYALİZM" SÖYLEMİ EMPERYALİST HEVESİ MASKELEME ARACI

Son zamanlarda Erdoğan iktidarının ‘antiemperyalizm’ propagandasını yapmasını da değerlendiren Aytaç “Böylesi bir antiemperyalizm özünde emperyalist hevesleri maskelemenin aracı olmaktan daha fazlasını ifade etmez.” dedi. Aytaç şunları söyledi: “Solun değişik renkleri bu kavrama farklı anlamlar yüklese farklı politikalar önerse de özünde antiemperyalizmle kastedilen şey uluslararası ilişkilerdeki hiyerarşilere karşı çıkmak, tüm ulus devletler arasındaki iktidar yapılarının çözüldüğü eşit ve özgür bir dünya hedeflemektir. Oysa iktidar blokunun jargonunda bu kavram bambaşka bir anlama gelmektedir. Öncelikle İslam’ın gaza ve fetih kültürü Batı’nın yayılmacı kültürüne karşıt olarak tanımlanmakta, ilk türden yayılma zülüm altında yaşayan topluluklara adalet götürmek olarak vasıflandırılırken ikincisi sömürgecilik olarak mahkum edilmektedir. Emperyalizm de Batı’nın bu sömürgeci ve zalim yayılmacılığının modern bir tezahürü olarak anlaşılmaktadır. Buradan bakılınca antiemperyalizm, Batı karşısında kendini korumaktan, aciz kabul ettikleri mazlum milletleri himaye altına almayı hedefleyen fetihçiliğin modern bir varyantına dönüşmektedir. Böylesi bir antiemperyalizm özünde emperyalist hevesleri maskelemenin aracı olmaktan daha fazlasını ifade etmez. Zira ‘Türklerin cihan hakimiyeti mefkuresi’ veya ‘Kızıl Elma’ gibi yayılmacı ideolojilerin daha iyicil bir formda dillendirmenin mazereti haline gelmiştir. Antiemperyalizm kavramı Türkiye’deki iktidar blokunun söyleminde kendi özünü oluşturan şeyi, yani iktidar ilişkilerinin çözülmesi veya eşit ve özgür bir dünya yaratma hedefini kaybetmiştir. Tüm bunlar gösteriyor ki esir alınmış bu kavramları özgürlüğüne kavuşturmak, onları esas anlamlarına iade etmek, gerçekten demokratik bir siyasetin başarması gereken ilk işlerden biridir.”
(İstanbul/EVRENSEL)

Evrensel'i Takip Et