17 Ağustos 2023 11:32

Irgatın Türküsü

Toprak kokar ırgat kelimesi, türkü kokar ama en çok da sömürü kokar. Yazın sıcağında ter, kışın soğuğunda ayazdır. Sabahın kör karanlığı ve o karanlıkta ırgatbaşının azarıdır.

Fotoğraf: MA

Halis Ulaş
Halis Ulaş

Yaşamımızda ilk kez ne zaman duyduğumuzu ne zaman öğrendiğimizi hatırlamadığımız kelimeler vardır. Belki de yaşamımıza girişi adımızla yaşıttır. Hani Edip Cansever “Mendilimde kan sesleri” şiirinde “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” der ya, aslında o yerin kelimelerine de benzer insan. Daha doğrusu yan yana gelmiş seslerden oluşan o kelimelerin zihnimizde canlandırdığı anlara benzer. O anlar ki ucu ucuna eklenerek yaşamımızı oluşturur.

Nasıl adımla ezanın ardından kulağıma seslenildiği andan beri berabersem ırgat kelimesi ile de kendimi bildim bileli beraberimdir. Toprak kokar ırgat kelimesi, türkü kokar ama en çok da sömürü kokar. Yazın sıcağında ter, kışın soğuğunda ayazdır. Sabahın kör karanlığı ve o karanlıkta ırgatbaşının azarıdır. Türk’tür, Kürt’tür, Zaza’dır, Arap’tır. Çocuktur, gençtir, yaşlıdır, kadındır, erkektir. Bir çift gözdür, bir çift kulak ve türkü söylemek dışında suskun bir ağızdır. Yorgun ayaklardır ve maharetli ellerdir ırgat kelimesi.

En çok da o maharetli ellerdir benim için. Yazın sıcağında kuruyan, kışın ayazında çatlayan, çatladıkça sertleşen, sertleştikçe kesekleşen eller. Saçınızı okşarken takılan, yüzünüzü severken çizen; sevgisine, şefkatine bir tutam acıyı katık yapan bir anın zihnimdeki fotoğrafıdır ırgat kelimesi. 

Rotamı Çukurova’nın sarı sıcak altında bereketlenen toprağından İzmir’in imbatı ile serinleyen cömert denizine çevirdikten sonra ırgat kelimesi ile yeniden karşılaştım. Aynı harflerden, aynı seslerden oluşan bu kelime İzmir’de karasal özelliğinden sıyrılıp denizsel bir imgeyle söz kesmişti. Irgatın İzmir karasularındaki anlamının; teknede demir alma ve demir atmada başrolü oynayan bir motor olduğunu öğrendim. Sevgisine ve şefkatine bir tutam acıyı katık yapan kesekleşmiş el imgesi zihnimde oturduğu tahtı elektrik gücü ile çalışan bir motor imgesi ile paylaşmamak için bir süre direndi.

Çocukluğumdan beri karasal bir imge ile hemhal olmuş ırgat kelimesinin tahtında denizsel bir imgeye yer açmaya çalışmasına içerlemedim değil. Ama esas şaşkınlığım telefonuma düşen bir mesaj sonrası ırgat kelimesinin kökenini araştırmamla ortaya çıktı. Adımla yaşamıma giren ve her harfiyle, her sesiyle, çağrıştırdığı her imgeyle anayurdum olan çocukluğuma giden kestirme yolun krokisi ırgat kelimesi Yunanca ergátis (εργάτης) sözcüğünden köken almaktaymış. Anlamı tam da Türkçe’de kullandığımız şekliyle “toprak işçisi” anlamına gelmekteymiş. Şaşkınlığımı bir kenara bırakarak farklı bir dilde, farklı bir zihinde aynı kelimenin belki de aynı imgeyle karşılandığı düşüncesinin keyfini yaşamaya başladım. Ne diyeyim; yaşasın sözlerin kardeşliği…   

Irgatın emeğinden zenginlik devşiren bu düzen ne şehir tanır ne de ülke. Çukurova’nın sıcağında da İzmir’in imbatında da hatta Amerika’nın uzağında da ırgat, ırgattır; sömürü de sömürü. Hele tarihin ibresini XVII., XVIII. yüzyılın tarıma ve ırkçılığa elverişli Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Güney’ine çevirirsek ırgatlık demek sadece sömürü demek değildir, köleliktir aynı zamanda.

Afrika’dan zincire vurularak gemilere doldurulan insanlar memleketlerinin uzak paralelinde yer alan Mississippi, Louisiana, Güney ve Kuzey Carolina, Georgia gibi eyaletlere getirilir. Binlerce millik yaşam ile ölüm arasındaki bıçak sırtı keskinlikteki yolculuğun taşıtları Tumberio adı verilen ölüm gemileri ABD’nin Güney Doğu kıyılarına ulaştığında ölenler mi şanslıdır, kalanlar mı bilinmez. Çünkü kalanlar artık alınıp satılabilen kölelerdir.

Bu köleler sahiplerinin zenginliklerine zenginlik katmak için pamuk, tütün ve pirinç plantasyonlarında çalıştırılırlar. Bir yanda anayurtlarının ve geride bıraktıklarının acısı ve hüznü, diğer yanda getirildikleri bu yeni kıtanın bilinmezlikleri. Okyanusları aşarak binlerce millik yolu yaşamla ölüm arasındaki ince çizginin çalkantıları arasında bir o yana bir bu yana savrularak tamamlayan bu insanlardan sağ kalanlar toprağa ayak bastıktan sonra da dişleriyle tırnaklarıyla çizginin yaşam tarafına tutunabilmeye çalışırlar.

Yaşama tutunmak o kadar da kolay değildir. Beyaz adamın renginden menkul “üstünlüğü” adeta bir sülük olur kölelerin bedenine, ruhuna yapışır. Bir yandan kölelerin iliğini, kemiğini emen sülük bir yanda da ruhunu sömürür. Beyaz adam semirdikçe köleler yaşamla ölüm arasındaki bıçak sırtı çizgide tökezlemeye başlar ve ölümün kucağına düşmemek için köleleştirildikleri bu topraklarda tutunacak bir dal arar. Bazıları o dalı anayurtlarından aşina oldukları bir ağaçta bulur ve sıkı sıkıya tutunur. 

İşte o ağaç Indigofera tinctoria yani namı diğer çivit otudur. Dünya üzerinde oldukça geniş yayılım gösteren bu ağaç neredeyse Afrika’nın tamamında yetişir. Kölelerin yaşama tutunmasına katkı sağlayan bu ağacın yapraklarının Afrika kültüründe önemli bir yeri vardır. Afrika’da boya çukurlarındaki suda mayalanan bu yapraklar adeta tarihin imbiğinde damla damla damıtılır ve ortaya çıkan çivit mavisi Afrika kıtasının üstüne serpilir. Hatta bu çivit mavisi Burkina Faso, Cezayir, Libya, Mali ve Nijer arasında kalan bölgeyi öyle bir boyar ki, bu bölgede yaşayan Tuaregler baştan ayağa çivit mavisine boyanır. Bu nedenle de Tuaregler’e “çölün mavi insanları” denir. Çivit mavisinin Afrika kültüründe ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu mavi cenaze törenlerinin ve yasın rengidir. Yani çivit mavisi Afrikalılar için hüznün yüküyle yo(ğ)rulmuş bir renktir.

Mississippi nehrinin havzasında yetişen Indigofera tinctoria dalına tutunarak yaşamda kalmayı başaran kölelerin zincirlerinden ve seslerinden başka kaybedeceği bir şeyleri yoktur. Bu nedenle de acılarını, öfkelerini, hüzünlerini, özlemlerini, sevinçlerini ve özgürlük umutlarını zincir şakırtılarının ritminde seslerine katık yaparak anayurtlarından tanış oldukları çivit mavisine yüklerler. İşte çivit mavisine yüklenen bu ezgiler blues müziğini doğurur. Yani köleleştirilmiş Afrikalı ırgatın türküsünü…  

ABD’de 1865 yılında köleliğin kaldırılmasının ardından blues müziği önce yeni kıtaya ardından da tüm dünyaya yayılır. Elbet bu topraklara da ulaşmıştır. 21 Mart 1916 günü Lüleburgaz’da doğan Cahit Irgat blues dinlemiş midir bilmem. Gerçi siz bakmayın benim Cahit Irgat dediğime, çünkü Cahit Irgat’ın doğduğunda çıkarılan kafa kağıdında Cahit Saffet Mutlu yazmaktadır.

Metin Eloğlu Cahit Irgat’ın ölümü üzerine yazdığı ve Temmuz 1971’de Güney dergisinde yayımladığı “Anılaşmak” adlı yazısında Cahit Mutlu’nun “Irgat” soyadını alma sürecini anlatır. Cahit Mutlu mahkeme kararı ile soyadını Irgat’a çevirir. Mahkemede “Irgat” soyadının “yalancı” tanıklığını da Metin Eloğlu yapar. Eloğlu bir söyleşi sırasında Cahit’e neden ısrarla nüfusa kayıtlı olduğu “Mutlu” soyadını değiştirmek istediğini sorar. Cahit Irgat’ın cevabı çarpıcıdır: “Kişi yalan söylememeli, soyadıyla bile…”. Bu yanıt muhtemelen Eloğlu’nun yeniden söze başlamadan önce yutkunmasına neden olmuştur.

Cahit Irgat’ın eğitim yaşamı gelgitlidir.  Edebiyata ve tiyatroya olan ilgisi Irgat’ın yolunu 1935 yılında Raşit Rıza Tiyatrosu ile kesiştirir. Ardından 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’na kaydolur. Kaydolur kaydolmasına ama bitiremez, çünkü okulun son yılında “aşırı sol” görüşünden dolayı konservatuardan atılır. Atılma belgesinin altında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in imzası vardır. Yıllar sonra Cahit Irgat ve Hasan Ali Yücel’le Paris’te Avni Arbaş’ın evinde karşılaşır. Irgat yaşamındaki en uzun ve istikrarlı birlikteliğin yani alkolün etkisiyle Hasan Ali Yücel’e "Sizin başka hiç işiniz yok muydu ki, bakanlık koltuğuna oturur oturmaz attığınız ilk imzalardan biri ile beni konservatuardan attırdınız?” diye yüklenince, Hasan Ali Yücel "İyi ki öyle yapmışım, bak şimdi sanatçı oldun. Konservatuarda kalsan, devletin kadrolu oyuncusu olurdun ancak...” yanıtını vermiştir.

O Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel bu olaydan yıllar sonra Cahit Irgat için şöyle diyecektir: “Cahit ki bu hasta düzende sağlıklı bir kanserdi/ Cahit ki haksızlığa karşı üreyen hücrelerdi. / Yorgun develer gibi çöktüğü Dormen şölenlerinde bile/ ‘Siz paranızı, ben kendi kendimi yerim,’ derdi. / Cahit zaten azalarak yaşayanlardan değil/ Çoğalarak ölenlerdendi.”

Babasının 6 yaşındayken acılığı nedeniyle içine şeker atarak tattırdığı ilk rakı uzun yıllar bir daha ağzına alkol koymasına engel olsa da Irgat’ın Orhan Veli, Sait Faik ve Cahit Sıtkı ile tanışması bu engeli aşmasını sağlamıştır. Hem de bendini aşarcasına…

27 Mayıs 1960 darbesinin sabahında sokaklara çıkıp darbecilere alkol ve galiz küfürler eşliğinde posta koyduğu için ülkemizin demir parmaklıkları arkasında bir süre misafir edilmişliği de vardır, kanındaki alkolün nefes almadan koşturması nedeniyle Bakırköy Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nin 18. Servisinde Neyzen Tevfik’le dinlenmişliği de. Hatta Cahide Sonku ile yanyanalığı sırasında İstiklal Caddesi ile Tünel arasında izbe bir sokakta merdivenle inilen bir meyhane açmışlığı da vardır.  

Cahit Irgat yaşamındaki tüm iniş çıkışlara karşın ne sahne tozundan ne sinemadan ne de edebiyattan kopmuştur. Irgat sahneyi ince hastalık gibi görerek; “Yeter ki, insanın içine bir yapışmasın. İnsanı erite erite, kemire kemire götürür. Kan kusturur, uğraştırır, uğraştırır da uğraştırır.” dermiş. Cahit Irgat 1962 yılında Cahide Sonku ile Cahitler Tiyatro’sunu kurmuş ve tiyatrosuna o kadar önem vermiştir ki, kısa bir süreliğine bile olsa tiyatronun kulisine alkol sokmamıştır. Metin Eloğlu askerden döndüğü o günleri şöyle anlatır: “Tiyatroya uğramıştım. ‘Ne içeceğiz’ diye sordum. Cahit gayet ciddi bir şekilde ‘Şu kulise içki girdiğinde paydos’ demişti. Tiyatro 2-3 hafta sonra paydos etti.”

Cahit Irgat’ın yaşamında tiyatro ve sinema at başı gider. Hatta sinema sahnesi tiyatro tozunun burun farkı ile önüne geçmiş desem yalan olmaz. Neredeyse ölümüne kadar sinema sahnesindedir. Son olarak Yılmaz Atadeniz’in 1970 yılında yönettiği “Casus Kıran Yedi Canlı Adam” filminde rol alan Irgat yaşamı boyunca 116 filmde arzı endam etmiştir.  

Cahit Irgat ve edebiyat kelimesi yan yana gelince ortaya şiir çıkar. 1947 yılında yayınlanan “Geri Dönemezsin” adlı tek romanını saymazsak; Irgat Türkçe’nin en yakışıklı şairidir. Adı 1940 kuşağı şairleri arasında anılır ve Attilâ İlhan’ın “Fedailer Mangası” olarak tanımladığı şairlerden biridir.  Şiirleri onu toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan kuşağa yaklaştırsa da Orhan Veli ile dostluğu “Garip” akımından esintileri dizeleri arasına serpiştirtmiştir. İlk şiirlerini 1945 yılında yayımlayan Irgat yaşama veda ettiği 5 Haziran 1971 gününe kadar şiirden kopmamıştır.Nasıl köleleştirilen Afrikalı ırgatlar acılarını, öfkelerini, hüzünlerini, özlemlerini, sevinçlerini ve özgürlük umutlarını türkülerine ezgileri ile nakşettiyse, Şükran Kurdakul’un ifadesiyle şiirimizin gözü yaşlı iyimseri Cahit Irgat da acısını, öfkesini, hüznünü, özlemini, sevincini ve özgürlük umudunu şiirlerine, dizeleriyle nakşetmiş ve 1969 yılında tüm şiirlerini topladığı kitabının adını da “Irgatın Türküsü” koymuştur.  

Meraklısına not: Blues müziğin bilinen ilk örneği Hart Wand tarafından 1912 yılında enstrümental olarak yayınlanan şarkısı "Dallas Blues" olarak kabul edilir.

Bu yazı daha önce bazı küçük değişikliklerle Karşılaşmalar dergisinin 2. sayısında yayınlanmıştır.

Yazıyı Cahit Irgat’tan şiir paylaşmadan bitirmek olmazdı. Cahit Irgat’tan iki şiiri de buraya bırakıyorum.

18'inci SERVİS

Mahzundu

Bir batından dokuz doğuramadığına

Bir şehrin nefsini kudurtan Melahat

"Doğuracağım, kocam gelsin!" diyordu.

Mahzundu Toptaşından gelen Nuri,

Aya karşı kaval çalan, rahat işeyen çoban,

Doktor, sair, fabrikatör

En nihayet ben, büyük aktör

Büyük Danimarka prensi Hamlet

Gülüyor, ağlıyor, düşünüyoruz.

Bir şehrin feryadı uçuyor her koğuştan,

Deliler sesleniyor:

— "Derdimiz, derdimizle at başı

Yüzdük yüzdük kuyruğa getirdik leşi

Çıkacağız tel örgüler dışına."

— "Nereye? Güle güle hepinize

Ben memnunum yerimden

Ne korku var burada

Ne yiyecek kaygısı

Ağzıma geleni soyluyorum."

— "Akacak kan damarda durmaz."

— "Damarda kan kalmadı."

Bir başkası şahlanıyor:

— "Dert soran kim, dinleyen kim?

Bu dünya bizlere babadan miras

Rüzgarlarım Konuşuyor Kitabının İkinci Bölümünün XVII. Şiiri:

Ben ezilmiş İnsanların

Acı çeken, sancı çeken çocuğu

Irgatların ırgatı.

Benim de bir gölgem var

Bu erguvan akşamda

gönlü gözü ateş ateş

Yürür, ağlar, düşünür.

Bir şehir ölüsünde

Gözlerim yıldız yıldız

Ben'im zindan sokaklarda

Aydınlığı kapı kapı dağıtan.

Ayni toprak üzerinde yaşayan

Muhabbeti gel benden al

Bedava

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI