03 Eylül 2023 00:56

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde savaşı yeniden düşünmek

Emperyalizm, hem sömüren-sömürülen ülkeler arasında hem de emperyalistlerin kendi aralarında çelişkiler yaratır. Bu durum, dünyadaki savaş ortamını körükler.

Paylaş

Batuhan ENGİNER
İTÜ

Tarih boyunca sınıfların henüz yeni yeni gelişim gösterdiği geç prehistorya devletlerinden insanlığın -bugüne kadarki- en ileri deneyimi, işçi sınıfının sosyalist devletine kadar hemen hemen bütün devletlerin savaşlar yaptığını biliyoruz. Bu savaşların hikayelerinin, kralların ellerinde kılıçlarla at üstündeki heykelleri ve eski kitaplarda yazan kahramanlık öykülerinden ibaret olmadığını da. Her siyasal eylem gibi, savaşın da sebepleri vardır, tarih kitaplarından da biliriz bunu: Ticaret yolları, su kaynakları, değerli madenler, stratejik bölgeler, limanlar, kentler, bereketli topraklar vs. için yapılmıştır savaşlar. Peki, şimdi doğru soruyu sorma zamanı. Bu saydıklarım, gerçekten niçin ele geçirilmek istendi?

Bilimsel bir bakış, tarihi, nesnel gerçeklere dayanarak maddi ilişkiler çerçevesinde incelemeyi gerektirir. Savaşlar da tek tek komutanların ya da imparatorların heveslerinden değil (bunlar da elbette önemlidir) ama sınıf güç ilişkilerinde anlam kazanan sosyal ve siyasal sebeplerden gerçekleşir. Hepsinin kendi tarihsel dönemi içinde toplumsal bir bağlamı vardır.

Devlet, tarih boyunca da olduğu gibi, bugün de bir sınıfın çıkarlarını gerçekleştirme ve  koruma aracıdır. Bir hâkim sınıf, devlete egemendir ve onun -hem iç hem de dış- politikalarını belirler. Şimdi, savaşların, bugün de kimin çıkarı için yapıldığına dair sorunun cevabı berraklaşıyor.

LİBERAL YALANLARIN KARŞISINDA EMPERYALİZM GERÇEĞİ

Bugün dünya devletlerinin politikaları, o ülkelerin kendi burjuvaları tarafından güdümlenmektedir ve onun çıkarları tarafından yönetilmektedir. Dünyada ekonomi de siyaset de halkın çoğunluğunun iyiliğini gözetmediği; refahını, gelişkinlik seviyesini artırmaya yönelik olmadığı gibi, “doğal olarak” burjuvazisinin çıkarlarını öncelik olarak kendine temel alır. Savaşlar da bu burjuvazinin birbirleriyle girdikleri pazar, ham madde ve emek sömürüsü yarışının bir parçasıdır. İşte bu sebepten (en “ileri” Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere) ülkeler, vergileri azaltarak veya kamu hizmetleri sağlayarak halka biraz nefes aldırmak varken, savaş harcamalarını büyütmeyi ve sınır ötesi harekâtlarla başka ülkelerin burjuva sınıflarının zenginliği ele geçirmeyi, bu süreçte de hem saldırı altındaki ülkenin halkına hem de kendi halklarına kan kusturmayı tercih edeler. Bunlar yaşanırken kimse (işgalci taraf bile) pervasızca ölüme gönderilen gençlere çeşitli dinsel, tarihsel ve diğer akıl dışı övgüleri yağdırmaktan, onların cennetlik olduğu veya kahraman oldukları gibi masallar anlatmaktan utanmaz. Hâlbuki gerçek, eğer bu gençler devlete egemen sınıfın mensubu değillerse, kendilerinin yaratmadığı ve onların çıkarına aykırı olan bir savaşta ölüme yollanmışlardır.

Emperyalist devletler; sanayileri için ham madde ele geçirmek, işgal edilen ya da pazarları ele geçirilen ülkelerin işçilerinin ucuz emeğinden yararlanmak, kapitalist üretimin anarşik niteliği nedeniyle üretilen gereksiz ve fazla malların bu egemenlikleri altına aldıkları ülkelere satılmasını sağlamak vb. amaçlarla, emperyalist savaşlara girerler. Emperyalizm, hem sömüren-sömürülen ülkeler arasında hem de emperyalistlerin kendi aralarında çelişkiler yaratır. Bu durum, dünyadaki savaş ortamını körükler.

PEKİ SOSYALİSTLER SAVAŞA KARŞI NE YAPTILAR?

Bunlar, sosyalistlerin savaşa niçin karşı olduğunu anlatmak için yeterlidir. Emeğin özgürleşmesi ve kendi halkının, emperyalist ülkelerin ve onların işbirlikçisi olan burjuvazisinin tahakkümünden kurtuluşu için mücadele eden herkes, yalnızca yabancı devletlerinki değil, kendisinin vatandaşı olduğu devletin de savaş politikalarına karşı çıkmakla sorumludur. Lenin, 1916’da Birinci Dünya Savaşı sürerken düzenlenen Zimmerwald Konferansı’ndaki konuşmasında, kendi ülkelerinin “savunma savaşı” yürüttüğünü ve bu savaşta haklı olduğunu iddia eden sözde sosyalistlere şöyle cevap veriyor: “Ne Rusya ne Almanya ne de diğer bir büyük gücün bir “savunma savaşı” yürüttüğünü iddia etmeye hakkı yoktur; bütün büyük güçlerin yürüttükleri bu savaş, emperyalist, kapitalist bir savaştır, bir yıkım savaşıdır, yabancı ülkeleri boyunduruk altına almak için yapılan bir savaştır, kitlelerin dehşete düşüren acıları ve işçi sınıfının kanı üzerinden parasını katlayan kapitalistlerin kârları için yapılan bir savaştır.”*

Bu konuşmadan anlaşılacağı üzere, Lenin, hiçbir zaman burjuvazinin kendi çıkarlarını “vatan savunması” adı altında dayatma hilekârlıklarına kanmamış ve dünya işçi sınıfına emperyalist savaşları yürüten hükûmetlerle iş birliği yapmaması için yol göstermiş ve savaşın yarattığı koşulların işçi sınıfını iktidara taşımak için kullanılması gerektiğini Ekim Devrimi’yle kanıtlamıştır.

Nitekim, 1917’de Rusya’da, Ekim Devrimi’nden önce yaşanan Şubat Devrimi, Çarlığın devrilmesini ve yeni bir geçici hükûmetin kurulmasını sağlamıştır. Kerensky’nin başını çektiği bu burjuva hükûmeti, savaştan çekilme vaadiyle işçi ve köylüleri kandırmıştı. Burada yine “vatan savunması” yalanlarına sarılınmış ve Rus emekçileri yine emperyalist savaşta ölmek üzere cepheye gönderilmiştir. Bunun üzerine Lenin, Kerensky gibilerin sözde vatanseverliğine karşı burjuvazinin iktidarında, onun çıkarları için yapılan savaşlara destek vermenin işçi sınıfına ihanet olduğunu vurgulamıştır. Yeni hükûmete karşı Kasım’ın 7’sinde Petrograd’da “barış, toprak ve ekmek” sloganlı devrim ve arkasından gelen tarihin ilk işçi iktidarı başlamıştı. Mart 1918’de ise Almanya ile barış antlaşması imzalanmış ve Sovyet Rusya bu emperyalist savaşın bir tarafı olmamıştı.

DEVRİM DE SAVAŞLA GERÇEKLEŞMEDİ Mİ?

Yukarıda, Lenin ve yoldaşlarının barıştan taraf olduklarını ve dünyadaki emperyalist savaşa hiçbir işçi-emekçinin alet edilmemesi için sarf ettikleri üstün gayreti görüyoruz. Buna rağmen kimi zaman merakla kimi zaman art niyetle sorulan bir soru olarak, “Peki devrimde neden silahlar ateşlendi?​” sorusu boy gösteriyor. Lenin bu konuda “Devlet özel bir güç örgütlenmesidir; belirli bir sınıfın bastırılmasına yönelik bir zor örgütüdür” diyerek nesnel gerçeği açıkça ifade ediyor ve bu farkındalığın zorunlu sonucu olarak ekliyor: “Burjuva devleti, genel bir kural olarak, sadece zora dayalı bir devrimle ortadan kaldırılabilir.”

Her eylem gibi, zor kullanımı da amacıyla ve çevresindeki koşullarıyla bağlantılı şekilde anlam taşır. Savaşları bitirmek, insanlığın gelişimine ve halkın refahına engel olan sınıfı ortadan kaldırmak ve tam anlamıyla bir demokrasi tesis etmek kullanırsa elbette ki ilerici bir anlam ve meşruluk taşır. Nefsi müdafaa ile cinayeti ayıran şey de budur.

Lenin’in de atıf yaptığı, Engels’in çağdaşı Eugen Dühring’e cevabı da bu konuda oldukça aydınlatıcıdır: “Ama, Bay Dühring, zorun tarihte başka bir rol daha oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marx’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendi yolunu açmasının ve donmuş, ölmüş siyasal biçimleri parçalamasının aracı olduğu konusunda tek kelime etmiyor. Sömürü ekonomisinin yıkılması için zorun belki de gerekli hâle gelebileceğini ağlayıp sızlayarak kabul ediyor; “ne yazık ki!” diyor, çünkü her tür zor kullanımı, onu kullananın ahlâkını bozarmış. Ve bunu, zafere ulaşan her devrimin sonucu olan muazzam ahlâki ve manevi ilerlemeye rağmen söylüyor!”**

KAPİTALİSTLERİN KÂRI İÇİN ÖLMEYECEĞİMİZ BİR DÜNYA

Yazımın sonuna gelirken bir şeyi vurgulamam gerekiyor; bu yazı, önemli bir tarihsel olayın yıl dönümü için yazıldı: 1 Eylül Dünya Barış Günü. Söz konusu tarih, 1939’da Nazi Almanya’sının Polonya’ya savaş ilanının ve dolayısıyla, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcının günü. İnsanlık tarihinin en kanlı savaşının üzerinden 87 yıl geçmiş oluşuna rağmen hâlâ emperyalist ülkeler tarafından işgal ve yağma amaçlı savaşlar gerçekleştiriliyor, emperyalistler arasındaki çelişkiler derinleştikçe, daha büyükleri için hazırlıklar yapılıyor. Dünya kapitalizminin ekonomik ve askerî açıdan güçlü ülkeleri, çareyi, daha zayıf ülkelerin ürettiği zenginliği kendi sermayesine katmakta ve oradaki her türlü doğal kaynağı ele geçirip egemenlikleri altındaki ülkelerin doğasını tahrip etmekte ve mazlum halkların emeğini acımasızca sömürmekte buluyor. Nitekim yaşam, bize, “Ya beni olduğum gibi sev ya da beni terk et” diyebilecek bir Yeşilçam oyuncusu değil. Günümüzdeki emperyalist paylaşım savaşlarının devam ediyor oluşu, dünya işçi sınıfı ve emekçi halkların henüz kendi çıkarları temelinde siyasi alana müdahale etmekte yaşadığı zayıflıktan kaynaklanıyor. Dolayısıyla yaşamımızın ve geleceğimizin iplerini elimize almak için kaybedecek bir günümüz bile yok. Öyleyse savaşsız ve sömürüsüz bir geleceği, kendimiz ve gelecek nesiller için güvence altına almak zorundayız. Tehlike altında olan şey, yaşamımız. Hem yaşamımızın ve kapitalistlerin çıkarları için ölmeyeceğimizin hem de ülkemizin dünya emperyalist ağından yalıtık olmasıyla dünyadaki savaşların sürmesinde payımız olmayacağını garanti altına alacak tek sistem ise sosyalizm. Bu sebeple, hem Nazi Almanya’sına hem de Birinci Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesine son veren sosyalizmin barışçı dış politikasını ve dünya barışı için yaptıklarını 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla tekrar düşünmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

 

* Lenin: Speech Delivered at an International Meeting in Berne, February 8, 1916 https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/feb/08.htm

**Devlet ve Devrim – Lenin, Yordam Yayınevi

ÖNCEKİ HABER

Patronun hesabı çarşıya uymadı: İşçiler kazandı!

SONRAKİ HABER

La Haine: Polis şiddetinin gölgesinde yaşam mücadelesi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa