16 Eylül 2023 04:11

Sınıfın öfkesi/hıncı ve Yılmaz Güney sineması

Mustafa Kemal Coşkun , Yılmaz Güney sinemasındaki "öfke"nin anlamını ve yerini yazdı.

'Çirkin Kral Efsanesi' belgeseli basın görseli

Paylaş

Mustafa Kemal COŞKUN

Claude Chabrol’un yönetmenliğini yaptığı 1995 yapımı La Cérémonie isimli filmin kahramanı Sophie, orta-üst sınıfa mensup Lelièvre ailesinin evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Sadece yaptığı işe odaklanarak bir nevi otomatik davranışlarıyla ve soğuk duruşuyla Sophie, hem kendi emeğine hem de diğer insanlara yabancılaşmış sıradan bir işçi tipi çizer. Okuma yazma bilmemesi nedeniyle ev sahibinin yazılı olarak kendisine verdiği alışveriş siparişini okuyamaz, bu nedenle bir yolunu bulup sipariş listesini başkalarına yaptırmaya çalışır. Daha da önemlisi Sophie, bundan kimsenin haberdar olmasını istememektedir çünkü bu durum kendisi için ‘utanç’ vericidir. Bu nedenle Sophie filmin sonunda Lelièvre ailesinin dört ferdini de bir tüfekle öldürürken bir el de evdeki kitaplığa ateş edecektir. Çünkü okuma yazma bilmemekten kaynaklanan utanç, sadece ezilmişlik ya da aşağılanmışlık duygusunu değil, aynı zamanda bir sınıf kinini/öfkesini ortaya çıkarmıştır.

Dolayısıyla ister rutin bir duygu olarak isterse koşullara bağlı olarak ortaya çıksın, utanç duygusu bir öfke/hınç ortaya çıkarabilir. Bazı toplum bilimciler bu durumu “utanç/öfke sarmalı” olarak değerlendirir. Daha doğrusu utancın itiraf edilmesi zordur, insanlar utançlarını gizlerler çünkü utancın itiraf edilmesi sıkıntıya neden olur. Gizlenen utanç ise öfkeye yol açar. Öfkeli tepkiler ise toplumsal bağları zayıflatır ve daha fazla utanca sebep olur ve bu döngü böylece devam eder. Diğer taraftan yukarıdaki filmde Sophie’nin öfkesi ve kini bu türden bir döngüye değil, aslında devrimci bir kırılma anına işaret etmektedir.

Yukarıdaki örnekte olduğu biçimiyle doğrudan olmasa da Yılmaz Güney’in gerek Yeşilçam kalıpları çerçevesinde yapılmış filmlerinde gerekse politik filmlerinde bazen açık bazen gizli biçimlerde benzer bir kin ya da öfke ve hıncın yattığını düşünüyorum. Arkadaş filminin Azem’i sınıf atlamanın sarhoşluğu içindeki Cemil’e, Zavallılar filmindeki Abuzer kendisini hırsızlık yapmaya zorlayan sisteme, Acı filminde Çiçek Ali zorba ve köylüyü sömüren Haceli’ye, Umut filminde faytoncu Cabbar yoksulluğa ve adaletsizliğe, senaryosunu yazdığı Sürü’de Şivan (Tarık Akan) kendisini karısını öldürmeye zorlayan aşiret sistemine kin, öfke ve hınç doludur. Bence bunun önemli bir nedeni, toplumcu gerçekçi anlayışıyla gerçekten de işçilerin, çiftçilerin, yoksulların, mahkumların, çocukların, en genel olarak ezilen ve sömürülenlerin yaşamına ayna tutmaya çalışmasıdır. Ezilen ve sömürülenlerin sesi olmak bahsedilen kesimlerin Yılmaz Güney’i bağırlarına basmasının da yolunu açmıştır. Mehmet Ergün bu durumu şöyle anlatır: “Kırık bakışlarında, ezik gülüşlerinde kendilerini bulur gibi oldular. Bu, seyirciyle Yılmaz Güney arasında sempatik bir yakınlaşmanın sonucuydu. Asıl gerçek halk içinden gelmiş basit görünüşlü bir kişinin halkın sözcülüğünü yapmasıydı. İşte bu “sözcü”, toplumun alt katında yaşayan seyirciyi “aşağılık duygusu”ndan biraz olsun sıyırabildi.”1

Yılmaz Güney sadece senaryosunu yazdığı ya da oynadığı filmlerde değil, aynı zamanda roman ve öykülerinde de sınıf kinini ve öfkesini dile getirmiştir. Sanık isimli öyküsünde işkence altındaki Yaşar Yılmaz şunları söyleyecektir: “’Evet’ diyor Yaşar… Eli ayağı zincirli ve gözleri bağlı bir avuç suçsuz insanı yendiniz… tankınız, topunuz, uçaklarınız zafer kazandı… işkencecileriniz zafer kazandı… Ama onların yüreklerine ektiğiniz kini, sınıf kinini yenebilecek misiniz? Milyonlarca işçinin, köylünün kinini yenebilecek misiniz?​”2

Bu noktanın önemi, öfke ve hıncın dönüştürücü gücünde yatmaktadır. Léonard Harris bu durumu şöyle açıklar: “…Öfke de faydacı olabilir ve hatta içsel bir değere sahip olabilir… Örneğin, köleler, kendini suçlayanlar ve ırk, kast ya da cinsiyet temelli baskılar nedeniyle aşağılık duygusundan mustarip olan insanlar, kendilerine zulmedenleri her gün affetmek zorunda kalırlar. Belki de efendilerine ve işkencecilerine karşı öfke duymak, sürekli olarak kendi kendine acı çektirmeye, kendinden nefret etmeye ve güçsüzlük hissine tercih edilebilir.”3

Ancak meseleyi sadece burada bitirmek Yılmaz Güney’e haksızlık olacaktır. Zira o, sadece ezilenlerin öfke ve hıncını temsil etmek ve göstermekle kalmaz. Anlattığı tipler ve oynadığı roller genellikle sömürülen, içe dönük, hırçın ve inatçı tipler olması dolayısıyla her zaman “umutlu” insanlardır. Bu umut, aslında Yılmaz Güney’in hayata karşı devrimci tutumunun yansıması gibi geliyor bana, zira o gelecek karşısında hep umutluydu. Öfke ve hıncın doğurduğu umut, devrimci bir kırılma anıdır aslında.

Bunun önemi, Güney’in öfke ve hıncın umuda dönüşebilme olasılığının farkında olmasında yatar. Zira öfke ve hınç, bir insanın özgürlüğünün zengin yatağı değildir sadece, aynı zamanda düş, düşünce ve duyguların eyleme dönüşebilme olanağıdır. Bu nedenle hınç ve öfke yeniyi ortaya koyma, yeniyi yaratma duygusudur asıl olarak. Bu noktada Soren Kierkegaard’ın daha iyisini özleme anlamında kullandığı hıncın, Ernst Bloch’ta daha iyisini, daha iyi bir yaşamı düşleme anlamında umut ilkesine benzemesine şaşmamak gerekir. Dolayısıyla hınç ve öfkenin aslında aynı zamanda umut olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Zira hınç, Kierkegaard’ın vurguladığı umutsuzluk hastalığını iyileştirecek yegane serzeniştir.4 Ve Yılmaz Güney’in bunun farkında olduğunu, yani bunu bilinçli bir biçimde yaptığını söylemek yanlış olmaz ve bence onu devrimci bir sanatçı yapan temel neden de budur.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Adana, Çukurova, Hürriyet: Bir perde, bir sandalye, bir bilet

SONRAKİ HABER

Sinemacı Ahmet Soner: Akıntılara karşı dimdik ayakta kalanlara bin selam

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa