16 Eylül 2023 04:19

Festivallerin ‘Kürt sineması’ ile sınavı

Ömer Leventoğlu, Türkiye'de düzenlenen festivallerin Kürt sinemasına olan yaklaşımını yazdı.

Görsel: Zer filminden sahne

Paylaş

Ömer LEVENTOĞLU

Her hikaye kendi kavramını, her kavram kendi hikayesini inşa eder. Şaman ayinlerinden tragedyaya, diyalog tarzında kurulmuş Yunan felsefesinin ilk metinlerinden modern şiire değin, hemen bütün sanatların içeriğinde bu tezin kanıtlarını bulabilirsiniz. Fakat bir hikayeden kavram sağabilmemiz için, onun gerçek bir hikaye olması, hayatta bir karşılığa sahip olması gerekir; yani somutlaşmış olması, üretimde, insan etkinliğinde varlık kazanması, zihinsel tasarımdan sudûr eden, taşan bir hakikate ulaşmış olması gerekir.

“Kürt sineması” diye ifade ettiğimiz mefhum da işte böyle bir mahiyet taşıyor. Gerçekte, üçgenin iç açılarının toplamından daha az keskin olmayan bir nesnelliğe sahiptir Kürt sineması, hakikiliğine dair kuşku duyulabilecek küçücük bir sebep yoktur, ‘öz’ü, varlığının kanıtlarıyla ışıldayıp durur, fakat talihsizlik şu ki; bu sinemayı inşa etme iddiasındaki sinemacılar, bir türlü kendi öz güvenlerini sağlayamadılar. Son 20 yıl boyunca, bir yanda Avrupa’ya “Kürtlere acıyalım” trajikliğinde filmler pazarlamaya çalışanlar, diğer yanda, Türk sinema çevresine, “Bakın vallahi biz de sizin gibi yapmaya çalışıyoruz” mesajı ulaştırmak için canhıraş didinenler... Bu yüzden, uzak-yakın temas halinde oldukları sinema çevrelerince, hakkıyla tanınma/tanımlanma, bir karakter sahibi olarak hürmet görme onuruna erişemediler. Konunun bir çok boyutu var, ama biz bu yazıda, sadece “Türkiye sinema çevresi” ve festivalleriyle ilişkiye odaklanacağız.

***

Yılmaz Güney “Umut” filmini çektiğinde, “Türkiye sineması” da bir devrime kapı aralamıştı. Kuşkusuz, dönemin İtalyan sinemasından çok ciddi bir etkilenme vardı, fakat Güney’in, kendi sahnesinde arzıendam eyleyen her nesne, her süje, her söz, devinim, canlı/cansız her varlık özelinde bir anlam evreni kurduğu, her eylemi bir anlatı estetiği ile görevlendirmiş olduğu yeni bir “dil” cana gelmişti bu filmde. İşte bu film, ikili bir mahiyete sahipti: 1- Türk sinemasının devrimi ve 2- Kürt sinemasının kurucu ruhu...

Yılmaz Güney, daha sonra senaryosunu yazdığı ya da bizzat “çekebildiği” filmlerin tamamında, yavaş yavaş, adım adım, aşama aşama “Kurdî” bir “dil” inşa etti. Sürü, Yol ve Duvar, her biri, (kendi deyimiyle), ta 1972’den itibaren belirlenmiş birer “tema” idiler ve her biri Anadolu’dan Kürt coğrafyasına doğru açılan birer “düşünme” ve “ufuk” hikayesiydi. Bu sinema, 1984’den sonra derin bir uykuya dalmamış olsa bile uyuklar halde varlığını sürdürdü. 1990’ların ikinci yarısında hafifçe gözleri aralandı ve (Yeşim Ustaoğlu ya da Nizamettin Ariç’in filmlerini de analım) Kazım Öz’ün Ax -Toprak- filmi ile yattığı yerden kalkıp sahneye doğru yürüdü. O gün bugündür, Türkiye’de festivaller başta olmak üzere, en geniş anlamda sinema çevresinin başı Kürt sineması ile dertten kurtulmuyor. “Türk sinema çevresi”nde, Güney’in girişimini zenginleştirip derinleştirmek isteyenlerden, yani “ulus”u okuyup ona bir sinema yaratma iddiasındakilerden kurtulmak, değilse ehlileştirip “Başı okşanacak” hale getirmek isteyenler hep var oldular, hâlâ da ibretlik bir iddiaya sahipler. Bir de iyimserler var, ki onlar, “Kürt sineması var mıdır panelleri”ne konuşmacı olarak katılır, filmlerinde Kürt imajı bulunan bazı Kürt yönetmenlerle kişisel ilişkiler geliştirir, hatta “Kürt sorunu” ihtiva eden filmlerden uzak kaçmamayı bir “iyilik nişanesi” olarak kimliklerinin duvarına asmaya cesaret edebilirler. Festivaller de işte bu genel acıklı atmosferin hiçbir yansımasından bağışık değil.

***

Adana, Antalya, İstanbul, Malatya, irili ufaklı bütün festivaller, her yıl portföylerini oluştururken, “Bu yıl Kürtlerle ne yapacağız” sancısı yaşadılar. Bu sancı, her dönem Kürt sinemasına yaklaşımda yeni bakış açılarının gelişmesi sonucunu doğurdu. İki binli yıllarla birlikte Kürtlerle ilgili hikayeler yavaş yavaş festivallere kabul edilmeye başlanmıştı, fakat bu filmlerde “terör” ile “ilişkilendirilebilecek” imajlara hassasiyetle bakılıyordu. Ne ki, barış/çözüm/ süreciyle birlikte festivallerin seçkilerini yapmakla sorumlu profesyoneller de kısmen rahat nefes almaya başladılar, “Doğudaki insanlar da biraz zulme uğramış olabilirler” filmlerinden başlamak üzere, “Kürtlerin de direnme hakkı olabilir” filmlerine değin kimi hikayelere yarışma filmleri içerisinde bile yer verdiler. Ancak 2016 yılından itibaren, sadece, “Kürt hikayesi imajı veriyorum ama gerçekte Kürt’e dair sahici bir hakikate ışık tutmama kıvraklığına da sahibim” filmleri dışındaki bütün Kürt filmlerine kapılar kapatıldı.

Aslında ’70’li yılların başından bu yana çekilen bir sancıdır ama, şimdi artık Türkiye festivallerinin, şapkasını önüne koyması ve Kürt sineması ile münasebetlerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Bu münasebetlerin mahiyeti, gerçekten de Kürt sineması ile dişe dokunur bir temas olmak zorunda. Öyle olmak zorunda, çünkü artık Kürt sineması, yukarıda karikatürü çizilen “kıvraklık” değildir, Kürtlerden bahsetme kıskacını aşmış bir sinemadır, Kürt sineması, kendine has bir dile, üsluba, anlatı estetiğine, söyleyiş edasına, sesleniş şivesine sahip olma yolunda her geçen gün daha da yetkinleşerek yürüyen bir sinemadır artık. Ve artık bir ulus sinemasından söz ediyoruz. Nihayet Kürt sineması, diyalog diliyle değil,-Gilles Deleuze’ün deyişiyle söylersek-, “İşaret eden” değil, “Düşünen ve davranan” bir sinema olarak içerik ve form kazanıyor. Ve Türkiye festivalleri, politika elitlerinin mimiklerine, hırs ve gazap ihtimallerine göre “tutum” belirlemeye devam ederse, dünya festivallerinin çelmesini yemekten kaçınamaz ve sahiciliklerine gölge düşülmesine engel olamaz. 

ÖNCEKİ HABER

Sinemacı Ahmet Soner: Akıntılara karşı dimdik ayakta kalanlara bin selam

SONRAKİ HABER

Dijital platformlar, sinemalar ve festivaller

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa