Sinema, edebiyat ve politika
Halil İmrek ve Aydın Tan, Adana bağlamında edebiyat ve sinema ilişkisini yazdı.
Bereketli Topraklar Üzerinde filminden bir sahne
Aydın TAN
Halil İMREK
Edebiyat ve sinema iki önemli sanat dalıdır. Sinema ve edebiyat, farklı tekniklerle okurlarına/izleyicilerine ulaşırlar. Birbirinden beslenen biri yazılı, diğeri görsel/işitsel anlatı biçimlerine sahip olan bu iki dal kendi içinde sürekli bir etkileşim halinde olmuş, birbirini destekleyip beslemiştir. Sinemada her ne kadar belirleyici olan yönetmen ise de senaryonun önemi yadsınamaz. Senaryo filmin iskeletidir. Kısacası iyi bir senaryodan her zaman iyi bir film çekilemeyebilir. Ancak kötü bir senaryodan iyi film çıkmaz. Edebiyat sinema ilişkisi de senaryo aşamasında başlar ancak filmin bütün dünyasına yayılır.
Türk sinemasında ilk kurucu kadro tiyatrodan gelmiştir. Yönetmeni, oyuncusu büyük oranda tiyatro kökenlidir. Bu dönem Muhsin Ertuğrul adıyla anılır ki Muhsin Ertuğrul aynı zamanda tiyatronun kurucusudur. Ancak bu dönemin bir başka özelliği de konu ya da senaryonun edebiyattan alınmış olmasıdır. Sinema, dilini ve bağımsızlığını tiyatrodan kopararak bulmuştur ancak edebiyatla ilişkisi genişlemiş ve derinleşmiştir. Sinema ortaya çıktığı andan itibaren hem anlatılan hikaye hem de anlatım biçimleri yönünden edebiyattan alabildiğine yararlanmıştır. Sinema, en güçlü bağını romanla kurmuş, sinema dilinin oluşmasında ve gelişmesinde edebiyatın, özellikle romanın etkisi büyük olmuş; uyarlamalar içinde roman önemli yer tutmuştur.
Sinema edebiyat ilişkisi bazen mevcut eserlerin sinemaya uyarlanması bazen de yazarların bizzat senaryo yazmalarıyla gerçekleşmiştir. Bunun ilk elde sonucu ise edebiyatta etkili olan akımların sinemaya da yansımasıdır.
Türkiye’de edebiyat Attila İlhan’ın tespitiyle seksenlere kadar bütünüyle toplumsal bir edebiyattır. Toplumcu edebiyat bu genel tutumun bilinçli yanını oluşturur. Toplumsal edebiyat, halkın geniş kesimini etkileyen sorunsalıyla, yarattığı tiplerle halkçı özellikler gösterir. Sinema büyük kitlelere ulaşma imkanını bir yönüyle de edebiyatın bu özelliğine borçludur. Ancak bunun farkında olan egemenler sinemaya edebiyata göre daha ağır bir sansür uygulamışlardır. Örneğin kitapçılarda satılan ‘Yılanların Öcü’ sinemaya uyarlandığında büyük baskılarla karşılaşmış ironik bir biçimde Cemal Gürsel’in izleyip öğrencilere izlettirilmesi emri ile özgürlüğüne kavuşmuştur. Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ romanı bir türlü Türkiye’de filme alınamamıştır. Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanı ise Erden Kıral tarafından film olarak çekilince yasaklanmaktan kurtulamamıştı.
Sinema uluslararası ilk ödülünü Necati Cumalı’nın aynı adlı eserinden uyarlanan, yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı ‘Susuz Yaz’ filmi ile kazanmıştır.
Sonrasında da her dönem bazı yazarların eserleri öne çıksa da edebiyat uyarlamaları hakimiyetini sürdürmüştür. Dönem özellikleri açısından yetmişli yıllarda Bekir Yıldız ve Osman Şahin eserleri başı çeker. Ancak Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarlar her dönem sinemanın yararlandığı kaynaklar olmuştur.
Kendisi edebiyatçı, senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen olan Yılmaz Güney, sinema ile edebiyatı kendi kişiliğinde birleştirmiştir. Bunun bilincinde olduğunu gösterircesine senaryoları yayımlarken öykülerini de eklemiştir Bu öyküler senaryodan bağımsız birer edebi öyküdür.
Bunun bir diğer örneği Vedat Türkali’dir. Türkali, senarist ve yazar olarak iki kimliği birden temsil eder. Hangisinin önce geldiğini belirlemek zordur. Süreyya Duru’nun yönetmenliğini yaptığı Türkali’nin senaristliğini üstlendiği ‘Kara Çarşaflı Gelin’ senaryosu bu ilişkiyi tam bir şölene dönüştürür. Bu film, Bekir Yıldız’ın üç öyküsünden (Kara Çarşaflı Gelin, Kaçakçı Şahan ve Barutçu Maho) uyarlanmıştır. Senaryo ilk haliyle Ahmed Arif, Ülkü Tamer’i içine alan şiir, sinema, öykü bileşimi epik bir senaryodur. Bir yandan feodal ilişkiler ama onlara üstten bakan sinema ekibinin örgütsüzlüğü ve buna eşlik eden köleliği. Ahmed Arif şiirleri ve Ülkü Tamer… Tabii perdede bunların bir kısmını görürüz. Çünkü senaryo ilk haliyle filme çekilmemiştir.
Bir de edebiyatın orta malı gibi sinema tarafından talan edilmesi vardır. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’si değiştirilerek yazarı anılmadan defalarca sinemaya uyarlanmıştır. Suat Derviş’in ‘Ankara Mahpusu’ romanı ise İbrahim Tatlıses ve Oya Aydoğan’ın başrollerini paylaştığı ‘Tövbe’ filmi olarak çekilmiştir. İlginç olan ise jenerikte eser Aydemir Akbaş yazmasıdır.
Yönetmenliğini Nesli Çölgeçen’in yaptığı, senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı Şener Şen, Erdal Özyağçılar ve Füsun Demirel’in oynadığı ve mahkemelik de olan Züğürt Ağa filminin konusu Osman Şahin’in Acenta Mirza öyküsüdür. Ama Yavuz Turgul esere kendi başarısını da katmıştır. Asıl ilginç olan ise Yavuz Turgul’un Ahmet Muhip Dranas’ın şiirinden yaptığı Fahriye Abla filmidir.
Ezcümle edebiyat, sinema ilişkisi kitlelerle buluşan halkçı bir sanatın oluşmasına büyük katkı sunmuştur. Günümüz sineması dil, anlatım ve teknik olarak büyük başarı kazanmıştır. Ancak giderek kitlelerle bağı kopan festivallerde gösterim şansı yakalayan bir durumdadır. Bunda edebiyatla kopan bağın ne kadar etkisi olduğu üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.
Aynı sorun edebiyat için de geçerli değil midir? Antep’te Akınal Sentetik Tekstil’de parmağını makineye kaptıran işçilerin haberini yapan gazeteciler; haberine Rıfat Ilgaz’ın Alişim şiirini alıyor. İşçi eylemlerini yazan gazeteci/yazar ‘İşçi Sınıfı Cennete Gider’ filmine gönderme yapıyor, pekala ‘Diyet’ ya da ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ filmine de gönderme yapabilirdi ama son on yılda insanların hatırlayacağı, kendilerinin derdini anlatan kaç film bulanabilir. İşçilerin kendi gerçeği yerine lüks villalarda geçen masalımsı aşk öykülerini tercih ettiği söylenebilir. Sanatın bu yabancılaşmayı kırma sorumluluğu da yok mu? Emekçilerin ‘parazit’ olarak gösterildiği filmlerin festivallerde ödül aldığı bir zamanda işçiler ya cehennemde yaşar ya da dünyayı cennette çevirir diyen filmleri istemek hakkımız değil mi?