24 Eylül 2023 04:41

Göçmen krizi değil, kabul krizi

Avrupa’nın Gündemi’nde AB’nin yanlış politikalarının kriz haline getirdiği göç tartışmaları, Almanya’da aşırı sağın toplum içinde yayılması sorunu ve İngiltere’den bir sınıf hareketliliği analizi var.

Fotoğraf: @MSD_Sea/X

Paylaş

Avrupa, İtalya’nın Lampedusa Adası’na varan göçmenleri tartışmaya devam ediyor. Bir tarafta kriz çanlarını çalan sağ politikacılar, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde kitleleri maniple etmeye çalışırken, diğer tarafta göçmenlerin bir an önce insanlık onuruna yakışır bir şekilde Avrupa ülkeleri tarafından kabul edilmesi gerektiğini belirten sol ve çevreci siyasetçiler yer alıyor. Humanite gazetesinde seçtiğimiz makalede göçmen krizi değil “kabul krizi” yaşandığına dikkat çekiliyor.

Almanya’da yapılan bir araştırma sağ düşünceye kayanların sayısının epey arttığını gösterdi. Kovid-19 pandemisi, Ukrayna savaşı, enflasyon gibi krizler zenginle yoksul arasındaki uçurumu derinleştirdi, günah keçileri aranmasına neden oldu. Ancak mülteciler, Ruslar, vb. günah keçileri esas hedefi gizleyemedi. İnsanlar Almanya’daki politikaya ve politikacılara güvenmiyor. Solda güvenilir bir alternatif olmadığı için sağ parti ve örgütlere kayıyor.

Yeni rakamlara göre, Birleşik Krallık’ta nerede doğduğunuz ve ailenizin zenginliği, yaşam sonuçlarını belirleyen temel faktörler. Şaşırtıcı mı, tabii ki değil! Araştırma yeni ve Birleşik Krallık detaylarını içeriyor olsa da hayatta her gün hissettiğimiz bir farkı yansıtıyor.


LAMPEDUSA’YA VARAN GÖÇMENLER: SOL ONLARI KABUL ETMEYİ SEÇTİ

Gaël De SANTIS
Humanité

Fransa İşçileri Bakanı Gérald Darmanin, İtalya’nın Lampedusa Adası’na ulaşan göçmenleri kabul etmeyi reddederek Almanya’nın çizgisini benimsedi. Ancak Emmanuel Macron geçtiğimiz günlerde, üç günde 8 bin 500 mültecinin adaya ulaşmasının ardından Berlin’in benzer tutumunu eleştirerek, Avrupa’ya “dayanışma görevi” çağrısında bulunmuştu. Cumhurbaşkanı, “İtalya’nın yanında durmanın tüm Avrupa Birliği’nin sorumluluğu olduğunu düşünüyorum” dedi.

Fransa İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in TF1 kanalında yaptığı “Fransa sağlam bir duruş sergilemek istiyor (...) Entegrasyon yeteneğimizi açıkça etkileyen bu göç dalgasını, daha fazla insanı kabul ederek durduramayız” şeklindeki açıklamaları ise Macron’un bu sözlerinin havada kalmasına neden oldu. Ancak Darmanin bir istisnayı kabul etmek zorunda kaldı:  “Eğer insanlar sığınma hakkına sahipse yani cinsel, siyasi ya da dini açıdan zulüm görüyorlarsa, onları kabul etmek Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin görevidir.” Bu itirafın ardından Lampedusa göçmenlerinin çoğunun bu durumda olmadığını alaycı bir dille ifade etti: “Onlar Afgan değil, Suriyeli değil.”

‘AVRUPA GÖÇ POLİTİKALARININ BAŞARISIZLIĞI’

Fransa Komünist Partisinin (PCF) Göç Komitesi Başkanı Patricia Tejas, “Avrupa Parlamentosu seçim kampanyasının başladığı bir dönemde sağcı ve aşırı sağcı seçmenleri pohpohlamak için bu tür yorumlar yapıyor” dedi. “Sınırları kapatmanın işe yaramayacağını çok iyi biliyor. Bu bir aptal oyunu” diye ekledi. Komünist yöneticiye göre Sicilya yakınlarındaki adaya ulaşan 8 bin 500 mülteci özelinde “Lampedusa merceği”, göçmenlerin gelişini engellemeyi güney Akdeniz ülkelerine bırakan “Avrupa göç politikalarının başarısızlığını” gösteriyor.

Tejas da diğer sol partiler gibi “Göç akımlarının AB ülkeleri arasında dağıtılmasını” istiyor. Ve Fransa’da kabul edilenler de sığınma haklarını kullanabilmelidir: “Çok kısıtlayıcı olan ve pek çok insanı açıkta bırakan uygunluk kriterlerini gözden geçirmemiz gerekiyor. Ayrıca bu kişilere, durumları incelenirken (bekleme süresi boyunca) çalışma hakkı da verilmelidir” dedi.

Fransız çevreciler de Gérald Darmanin’in yorumlarını kınadı. Avrupa Ekolojisi ve Yeşiller Partisi (EELV) Sözcüsü Sophie Bussière, “Saflığa güveniyor. Zor durumdaki insanların Avrupa’ya gelmeyi bırakacağına bizleri inandırmaya çalışıyorlar. İnsanlık dışı davranıyor, çünkü çeşitli ülkeler sorumluluk almaktan kaçınıyor” diyor. Ona göre, Lampedusa’daki durum etkileyici olsa da, İtalya genelindeki varış rakamları neredeyse normal. “Bu Avrupa’nın eksikliğinden kaynaklanan bir kabul krizi” diye analiz ediyor.

‘TEK BİR UKRAYNALI BİLE SOKAKTA YATMADI’

Çevreci politikacıya göre bu konular “Avrupa seçimleri kampanyasında yer alacak”. “Avrupa’daki krizlerin sorumlusunun ülkelerinden kaçan göçmenler olmadığını iyi biliyoruz ve onları kabul edeceğimiz için yaşadığımız krizlerin hızlanmayacağı da açıkça ortada” diyen Bussière, seçimlerde bu yönde bir siyasi söyleme ihtiyaç olduğunu ifade etti.

Tesadüfe bakın ki geçtiğimiz çarşamba günü Boyun Eğmeyen Fransa (FI) Hareketi, Gérald Darmanin’in yıl sonunda savunacağı göç yasasına karşı kendi önerisini ulusal meclise sundu. Milletvekili Thomas Portes “Darmanin’in yorumları kabul edilemez. Ülkemiz için bir utanç kaynağı. Giorgia Meloni’ninkilerle aynı çizgide” diyerek İçişleri Bakanının göçmen politikasını eleştirdi.

Ülkesinin kıyılarına ayak basan göçmenlerin sayısında düşüş vadeden İtalya Başbakanı önceki gün, İtalya’ya göç etmek isteyenleri, bekleme merkezlerinde üç ay yerine, on sekiz aya kadar tutulabileceği konusunda uyardı. Ancak bu bir demagojik tehditten başka bir şey değil çünkü İtalyan yasaları sığınmacıların bu merkezlerde bu kadar uzun tutulmasına izin vermiyor. “Fransa üzerine düşeni yapmalıdır. Kolektif bir farkındalığa ihtiyacımız var” diyen Milletvekili Thomas Porte, sorunun aşılamaz olmadığına Ukraynalı sığınmacılar için uygulanan tedbirleri hatırlatarak dikkat çekiyor: “Tek bir Ukraynalı bile sokakta yatmadı.”

Göç konusunda çalışan derneklerle ve “ilgili kişilerle” yapılan görüşmelerin sonucu olan bu yasa tasarısı; göçmenlerin kabulüne, belgesiz işçilerin düzenli hale getirilmesine ve uluslararası hukuka saygı konularına odaklanıyor. İçişleri Bakanlığının hazırladığı tasarıda bu haklara yönelik saldırıları kınayan FI Milletvekili Élisa Martin, sığınma konusunun “Bir uyum değişkeni olarak kullanıldığı” uyarısında bulunuyor. Bununla birlikte, “Fransa’da iltica, oturum hakkına giden tek yol olamaz” diye de ısrar ediyor.

Çeviren: Eren Can


ARTIK AÇIK: ÇOK ÇALIŞMAK SİZİ ZENGİN YAPMAZ

Faiza SHAHEEN*
The Guardian

Her ebeveyn çocuğunun tam potansiyeline ulaşmasını ve gelişmesini ister: Annem bana Faiza ismini Arapçada “kazanan” anlamına geldiği için, başarının kaçınılmaz olacağı umuduyla koymuş. Bu çok derinlerde yatan bir duygudur ve her kesimden siyasetçinin, yeterince çalıştıkları sürece her bireyin başarılı olabileceği “hedefe yönelik” ya da gerçekten “meritokratik” bir toplum inşa etme vaadiyle faydalanmaya hevesli olduğu bir duygudur.

Fırsat eşitliği, politikacılarımız tarafından sıkça kullanılan bir ifade, hatta daha genel anlamda eşitlikten bahsetmekten korkanlar için bile. Oysa on yıllardır yanlış yönde ilerliyoruz. Mali Çalışmalar Enstitüsü (IFS) tarafından kısa süre önce yayımlanan bir rapor, Birleşik Krallık’ta nerede doğduğunuzun ve ailenizin gelir ve servetinin, yaşam sonuçlarını belirlemede artık her zamankinden daha önemli olduğunu ve sosyal hareketliliğin 50 yıldan uzun bir süredir en kötü durumda olduğunu ortaya koydu.

Onlarca yıllık başarısızlığın ardından, boş siyasi vaatlerin ve popüler söylemlerin ötesine geçerek, en az varlıklı olanlara karşı hileli bir sistem yerine bireyin başarılı olmasına vurgu yapmanın zamanı geldi de geçiyor. “Büyük hayaller kurarsan istediğin her şeyi yapabilirsin” sloganı bazılarına ilham verebilir, ancak ülkenin büyük ve genişleyen servet ve gelir eşitsizlikleriyle başa çıkmak için hiçbir şey yapmayacaktır. Sosyal hareketlilik türünün klasik bir mazmunu olan eğitime odaklanmak da Britanya’nın sınıfsal uçurumları arasında köprü kurmak için hiçbir zaman yeterli bir araç olmamıştır ve olmayacaktır.

Sosyal hareketlilik inatçı bir sorundur. Nesiller arası hareketlilik -bir nesilden diğerine meslek veya sınıf değişikliği- 1958 ve 1970 yılında doğanlar arasında yaklaşık yüzde 50 oranında azaldı. İşçi Partisinin erken yaşta bakım ve eğitime yaptığı yatırımlardan ve bunun sonucunda 2000’li yıllarda çocuk yoksulluğunda yaşanan dramatik düşüşten sonra bile, 2000 yılında doğan zengin ve yoksul çocuklar arasındaki eğitimsel kazanım farkları 1980 yılında doğanlarla hemen hemen aynıdır. Neden?

Doğal eğilimimiz en yoksulların nereye gittiğine odaklanıyor, ancak sosyal hareketliliğin mantığı bazılarının aşağıya inmesini diğerlerinin yukarı çıkmasını gerektirir. Yine de toplumumuzdaki en zenginler sınıfsal konumlarını inatla korumuşlardır. Bu durum, soyadı statüsünün 20 ila 30 nesil boyunca devam edebildiğini gösteren bulgularda ya da en seçkin özel okullar olan “Clarendon okullarına” gidenlerin en tepeye çıkma olasılığının diğer okullara gidenlere göre 94 kat daha fazla olmasında açıkça görülmektedir.

Zenginler ayrıcalıklarını koruyabildiklerinde, diğerlerinin zirvede onlara katılması için yer kalmıyor.

Birleşik Krallık’taki hanelerin en zengin yüzde 1’i, 3.6 milyon sterlinden fazla servete sahipken en alttaki yüzde 10’luk kesim 15 bin 400 sterlin veya daha azına sahiptir. Bir monopoly oyununa başka bir oyuncudan 230 kat daha azla başladığınızı hayal edebiliyor musunuz? Yine de yıllar boyunca düşük sosyal hareketlilikle mücadele etmek için önerilen çok sayıda politika stratejisi neredeyse her zaman servetten kaçmakta ve yaşam şanslarındaki farklılıkları yönlendiren temel bir faktörü göz ardı etmektedir.

Yeni IFS araştırmasının en aydınlatıcı olduğu nokta da burasıdır.

Araştırmacılar, servet kalıcılığının sadece yarısının, az ya da çok varlıklı ebeveynlere sahip olanlar arasındaki eğitim ve kazanç farklılıklarıyla açıklanabileceğini ortaya koymuştur. Bunun yerine, kazanılmamış gelir -yani miras dahil olmak üzere servet ve servet transferleri- sosyal hareketlilik üzerinde artan bir engel olarak hareket etmektedir. Ev sahibi olmak, özellikle de ülkede ev fiyatlarının en çok arttığı Londra’da, sizi nesiller boyu hazırlar.

Akademik meslektaşlarım ve ben sık sık Occupy (İşgal) hareketinden, Thomas Piketty’nin çok satan kitabı 21. Yüzyılda Kapital’den ve Oxfam’ın zengin ve yoksul arasındaki büyük uçurumlara odaklanan kampanya çalışmalarından sonra bile eşitsizliğin daha da kötüye gittiğinden yakınıyoruz.

Ancak eşitsizlik genellikle bu şekilde işler. En tepede daha fazla zenginlik, en tepede daha fazla güç demektir. Zenginler siyasi, ekonomik ve sosyal sistemlerimizi ele geçirir, değişim çabalarını engeller ve direnenleri korkutarak boyun eğdirir. Dolayısıyla, eşitsiz toplumumuzu ele alacak ciddi öneriler yerine, elimizde kalan tek şey eski “Eğitim bunu düzeltecektir” mantrası ya da bireyin “Kendi ayakları üzerinde durması” vurgusudur.

Sosyal hareketlilik hikayesi, değişim için bir itici güç olmaktan ziyade, çoğu zaman zenginler için bir kılıf görevi görmüştür. Ancak üzerine kurulu olduğu efsaneler gün geçtikçe inandırıcılığını yitiriyor. Servet eşitsizliği siyasi alanda hak ettiği ilgiyi görmüyor olabilir, ancak halk arasındaki ruh hali belirgin bir şekilde farklı, çünkü pek çok insan kendini bitmek bilmeyen, yorucu bir yarışın içinde buluyor, iki işte çalışıyor ve hâlâ faturaları ödemekte zorlanıyor. Buna karşılık, pek çok kişi sadece çok çalışarak zengin ya da hatta rahat olmadıkları gerçeğine uyanıyor: Zengin doğarak zengin oluyorlar. Sosyal hareketlilik efsanesi ölüyor, şimdi herkes için işe yarayan bir ekonomik çözüm talep etmeliyiz.

*Faiza Shaheen, London School of Economics’te misafir profesör, İşçi Partisi Chingford ve Woodford Green milletvekili adayı ve Know Your Place kitabının yazarıdır.

Çeviren: Sarya Tunç


‘ORTA TABAKA ARAŞTIRMASI’: ALMANYA’DA ON İKİ KİŞİDEN BİRİ AŞIRI SAĞCI BİR DÜNYA GÖRÜŞÜNÜ PAYLAŞIYOR

Pauline JACKELS
Neues Deutschland

Sosyal Demokrat Partiye (SPD) bağlı Freidrich Ebert Vakfının (FES) yeni ve büyük ölçekli araştırması, aylardır ve belki de yıllardır şüphelenilen şeyi doğruluyor: Almanya’da giderek daha fazla insan siyasi merkezden, çoğunlukla da sağa doğru, uzaklaşıyor. On iki kişiden biri aşırı sağcı bir dünya görüşünü paylaşıyor. Araştırmacılar bunun nedeni olarak son birkaç yılda yaşanan krizleri gösteriyor.

Bielefeld Üniversitesi Disiplinler Arası Çatışma ve Şiddet Araştırmaları Enstitüsünden (IKG) bir araştırma grubu, Almanya’da aşırı sağcılar ve demokrasiyi tehdit eden tutumlar üzerine yeni bir çalışmayı “Mesafeli Orta” başlığı altında sundu. Temsili bir nüfus araştırmasına dayanarak, sosyal ve politik tutumların yayılması, gelişimi ve bağlantıları bir dizi çalışmada analiz edildi. Sonuçlar şok edici.

Son sonuçlar şunu gösteriyor: Çeşitli kriz ve çatışmaların arka planına karşı, önceki yıllarda yapılan anketlere kıyasla orta tabakanın önemli ölçüde daha büyük bir kısmı demokratik değerlerden uzaklaşıyor. Araştırmada, örneğin iklim krizi ve Ukrayna’daki savaştan bahsedilirken, aynı zamanda hakim piyasa mantığının rekabetçi ruhundan ve yalnızlıktan da bahsediliyor. Araştırma sonuçlarının özeti, “Karmaşık güncel sorunlara yönelik basit ve otoriter çözümler giderek daha fazla talep ediliyor” şeklinde.

Demokrasi için tehlikeli ve hatta antidemokratik tutumlardaki artış, özellikle “azınlıkların aşağılanmasında, popülizme yatkınlıkta ve komploya olan genel inanışta” kendini gösteriyor. Aşırılık yanlısı ve şiddeti destekleyen pozisyonlar da gözlemlenebiliyor. Giderek daha fazla sayıda katılımcı kendilerini siyasi merkezin sağında konumlandırıyor.

Ancak antidemokratik güçlerin yükselişi, seçmen olmayanların sayısının yüksek olması ve devlet kurumlarına ve medyaya duyulan güvensizlik göz önüne alındığında, FES belgesinin belirttiği gibi krizde olan  demokrasinin kendisi. Araştırmacılara göre yeterlilik eksikliği ve siyasi süreçlere katılım fırsatlarının eksikliği de demokratik krizden sorumlu.

Aşırı sağcı tutumlar hızla arttı ve merkeze doğru ilerledi: Açıkça aşırı sağcı yönelime sahip katılımcıların oranı yüzde 8 ile önceki yıllardaki yüzde 2 ila 3 seviyesine kıyasla önemli ölçüde arttı. Yüzde 6’dan fazlası “Almanya için tek güçlü parti ve liderden oluşan bir diktatörlüğü” destekliyor (2014-2021: yüzde 2 ila 4). Yüzde 16’dan fazlası Almanya’nın ulusal üstünlüğünü iddia ediyor ve “nihayet yeniden” güçlü bir ulusal duyguya sahip olma cesaretini ve öncelikli hedefi ülkeye hak ettiği güç ve prestiji vermek olan bir politikayı talep ediyor (2014-2021: Yüzde 9’dan 13’e). Yüzde 15.5 ise kendilerini siyasi merkezin sağında konumlandırıyor. Önceki yıllarda bu oran en fazla yüzde 10’a kadar çıkıyordu.

Ayrıca demokrasiye inananların sayısı giderek azalıyor: Açıklamaya göre ankete katılanların yalnızca yüzde 60’ından azı. Ayrıca önemli bir oran “komplocu” (yüzde 38), “popülist” (yüzde 33) ve “milliyetçi-otoriter-isyancı” (yüzde 29) pozisyonlarını temsil ediyor. 2020/21 korona salgını sırasındaki anketle karşılaştırıldığında bu, yaklaşık üçte birlik bir artış. Yüzde 30, yani iki yıl öncesine göre yaklaşık iki kat daha fazla kişi şu ifadeye katılıyor: “İktidar partileri halkı aldatıyor.” Ankete katılanların beşte biri de Almanya’nın demokrasiden çok diktatörlüğe benzediğine inanıyor.

İnsanlık düşmanı görüşler de hızla arttı: Ankete göre, Almanya’da her on kişiden biri “çeşitli azınlıklara karşı düşmanca ve ayrımcı bir tutuma sahip.” Örneğin, ankete katılanların yüzde 34’ü “Mültecilerin Almanya’ya yalnızca sosyal sistemin ayrıcalıklarından yararlanmak için geldiğini” söyledi.” Yüzde 16.5’i bugünkü Yahudi halkının nasyonal sosyalizmin geçmişinden yararlanmak istediğini varsayıyor. Transfobik ve mizojinistik (kadın düşmanı) pozisyonları açıkça temsil eden katılımcıların oranı da yüzde 10’un üzerinde.

Çeviren: Semra Çelik

ÖNCEKİ HABER

Sendikacıdan EYT’li işçilere hakaret

SONRAKİ HABER

"Geçmiş Bugündür" - 12 Eylül 1980 Darbesiyle ilgili Türkiye’nin ilk dijital müzesi ve insan hakları arşivi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa