Geyik böcekleri ‘umut’ taşıyor bir kente
Tunay Devrim, Recep Yıldırım'ın ikinci kitabına dair yazdı: Geyik Böceği’nin bunların yanında 6 Şubat’tan sonra başka bir anlamı daha var. Yıkılmış, paramparça olmuş bir kentin hafızasını oluşturmak…

Recep Yıldırım'ın 'Geyik Böceği' eserinin kapağı. | Arkaplan fotoğrafı: Pixabay
Tunay DEVRİM
Yer üstünün yer altına karıştığı bir coğrafyada Recep Yıldırım gibi, kadim bir kentin binlerce yıldır yoğrula yoğrula bugüne gelmiş halkına ait “Tammura”larını kalemiyle, öyküleriyle gün yüzüne çıkarmaya çalışan yazarlar da var; bir kenti kent yapan mimarisini, kültürünü bir daha çıkmasın diye kepçeleri ve kamyonlarıyla gömmeye çalışan iktidarlar da…
6 Şubat depreminden sonra Antakya’da zamansal kaymalar yaşıyoruz. Binalar, enkazlar, insanların yüzleri o geceden sonra donmuş; yaşam 4.17’den sonra akmamış gibi. Beri yandan öyle olaylar yaşıyoruz ki birine alışmadan diğerini görmek insani yanlarımızı acıtıyor. Aynı saat içinde kepçe ve yıkım araçları bir kentin yüzlerce yıllık meydanını, sokaklarını, evlerini deprem yetmemiş gibi paramparça ederken, zeytin ağaçlarıyla süslenmiş Dikmece köyü; deprem konutları için yapılacak yerleşim yerleriyle bugün olmasa da gelecekte yok edilme ile karşı karşıya bırakılmakta.
Tam da böyle bir zamanda yayımlandı Recep Yıldırım’ın ikinci kitabı Geyik Böceği. Belge Yayınlarından çıkan kitap yirmi dört öykü ve kitabın sonuna eklenen iki yazıdan oluşuyor. Kitaba da adını veren Geyik Böceği öyküsü Akdeniz Havzası’nda okunduğunda, yan evde oturan bir komşunun sıradan bir hikayesi gibi dursa da başka coğrafyalar için büyülü ve fantastik gelebilir. Oysa bilinmelidir ki kitabın kaleme alındığı coğrafyada yaşıyorsanız büyü de fantastik öğeler de tıpkı son zamanlarda yaşadığımız her gerçek gibi bizim rutinimizi anlatıyor olabilir. Günü gelir öyküdeki gibi başkasının yerine askere gönderilir ölürüz, günü gelir ölmeyelim diye avazını köy meydanlarında ünleyenleri anlamaz, satırla onları doğramak isteyebilir; öldükten sonra başka bir bedende can bulup canına kast ettiklerimizden helallik isteyebiliriz. Öykünün son cümlesini okuduğumuzda ise Antakya’nın yukarıda bahsettiğimiz ahvalini okumuş oluruz: “Hepimiz geyik böceğiymişiz be Selim! Bizi kıramayınca, soyumuzu kurutmak için uğraşmışlar…” Kıramayınca soyu mu tüketilir insanların bilmiyoruz. Belki de bugünlerde yaşadığımız her şey dışımızdaki sert kabuktan kaynaklanıyor. Bir türlü kıramıyorlar onu. Kıramayınca da…
GÖLGE EDİLMESİN GÜNEŞİMİZE
Doğaya elimiz mahkum. Onun gücüne ve diline saygıyı öğrenemedik bir türlü. Doğa dediğin değil kabuk ne taş üstünde taş ne kabuk içinde evlat kokusu bırakır. Çok değil daha yakın zamanda paramparça etti kabuğumuzu. Ama Anka kuşu misali küllerimizden, kırık kabuklarımızdan onarırız biz bizi. Yeter ki gölge edilmesin güneşimize. Yeter ki zulmetmeye cesaret gösterilmesin yaralıyız diye. Çünkü bizler yaralı kabuğa sanatın dilinden, sanatçının hafızasından sürebiliriz merhemi, iyileştirebiliriz bir kenti. Tıpkı geyik böcekleri gibi…
Yıldırım’ın hafızalara düşürdüğü birçok olay var bu kitabında. “Pil Akmış” ve “Şefkat Kozaları” öykülerinde Maraş Katliamı’nı hatırlatır okura. Kapısına X işareti koyulan, tecavüze uğrayan Sabahat’ın başından geçenleri okuduğumuzda X işaretinin yazıldığı kırmızı boyadan bile utanıyor insan.
Geyik Böceği aynı zamanda “öteki”lerin, “ötekileştirilmişlerin” kitabıdır. Savaşların, göçlerin, aile içi şiddetlerin gölgesinden gelen insanların yaşadığı bütün sertlikler, kitapta ne kadar naif bir dille aktarılmaya çalışılsa da gerçekler bir tokat gibi çarpılır suratlarımıza. Öykülerdeki kahramanlardan Mennen köklerinin ezgilerinden, Zehra boş gözünden, Tacidar kilolarından, Şemmun dilinden, Bahadır ise gözüne çektiği sürmeden utanır. Utananlar hep “ötekiler”dir. Oysa asıl utanması gereken tecavüzcü Toto, işkenceci polisler, cinsiyetçi eriller pervasızca yaşamaya devam ederler.
Yazar, kimi öykülerinde ülkenin içinde bulunduğu sosyoekonomik yapıyı, yıllar içinde yaşanan sermaye sahiplerinin değişimlerine de değinir. “Mezuniyet Balosu” hikayesi devletin içine çöreklenmiş yeni sermaye sahiplerinin kazanmış oldukları statü ve maddi olanakları kaybetme korkusunu anlatır. Öyküde, son yirmi yılda zenginleşen sözde bazı muhafazakar kesimleri temsil eden kahramanın bu zenginleşme karşılığında kendini konumlandırdığı pozisyon ile çocuklarının yaşamak istedikleri hayatın paradoksu, lüks cip metaforu üzerinden anlatılır.
Nöbet Defteri başlıklı hikayeyi okuduğumuzda ise çökmüş eğitim ve adalet sisteminin, hesap sorulamayan bütün vakaların, haksızlıkların Huriye Öğretmen’in vicdan denilen terazisinde yeniden tartılıp üstü örtülmeden hafıza defterine uzun uzun kaydedilmesini işler. Devlete ait defterlere göre “herhangi bir olayın yaşanmadığı” her iş günü, akşam evde yeniden kaydı tutulan “nöbet sırasında gerçekte yaşanan olaylar”ın insanlığa unutturulmama isteğinin anlatısıdır.
Kitabı okurken aklımıza Jack London’un “Kısa öykü; kısa, öz, canlı ve ilginç olmalıdır” sözü geliyor. Çünkü gerçekten de kitapta yer alan öykülerin çoğu bu kriterlerin hepsini taşımaktadır. Çoğu öykü kısa, dinamik dili sayesinde canlı ve özellikle de sonuç kısımları itibari ile ilginçtirler. Yazar hemen hemen her öyküsünün başında kahramanları en basit şekilde gözümüzde canlandıracak özellikleriyle tanıtıp ardından öyküleme zamanına uygun olarak olayları sıralıyor. Kullandığı dile ait yeni sözcük grupları ve tamlamalar çoğu okurun ilk kez duyacağı şekildedir. “Çatır eylemek, kösül kalmak, yarım şak oturma, gığılamak, iskemle dilenmek, göğsün sevinçten çıt etmesi, kıl güzeli yanak, teni yeşermek, gamı yerinde cümle kurmak” bunlardan bazılarıdır.
KİMSENİN EMEĞİ ELİNE VERİLMESİN!
Kitapta öykülerden bağımsız iki de zeyl vardır. İlki, 6 Şubat depreminden sonra yazarın yaşadıklarını anlattığı yazı, diğeri ise yine yazarın 2016’da yapacağı bir konuşma için hazırlık evresindeyken depremde kaybettiği kızı Alaz ile aralarında geçen konuşmalar üzerine kaleme alınmış yazıdır. Yıldırım, bu yazılarda “Biz çocuklar son çömleğin içindeki şaraptan tattık, çömleği parçalayıp attık” der. İlk kitabı Tammura’da son çömlekten tattığı şaraptan kalan tortularını, bugün nerdeyse yok olmuş bir kentin her renkten kültürünü anlatmıştı bize. Geyik Böceği’nin bunların yanında 6 Şubat’tan sonra başka bir anlamı daha var. Yıkılmış, paramparça olmuş bir kentin hafızasını oluşturmak… Yıldırım, bu hafızayı depremde yitirdiğimiz kızı Alaz’ın kaybetmediği, her vakit sarılmamız, yaymamız gerektiğine inandığı “umut” ile öyküleri ve sanatın diliyle yaşatıyor.
Bugün Akdeniz’in bir sahil kasabasının karanlığa gömülmüş sokaklarında, yaşamı sırtlarında taşıyan Geyik Böcekleri “Kimsenin emeği eline verilmesin” diye dolaşıyor. Kırılmayan, kırılamayan Geyik Böcekleri…
Evrensel'i Takip Et