Dünü ve bugünüyle Filistin meselesi
Geniş ölçekte yaygınlaştırılmaya çalışılan şeyin kendisi tarihten ve geniş ekonomik ilişki bağlamından koparılmış bütünlüklü bir ırkçılıktan başkası değil.
Fotoğraf: Wikimedia Commons
Berkay YEĞİN
Van
19. yy.’ın son çeyreğinde Akdeniz’in doğusunda, üzerinde pek çok egemenlik mücadelesi verilen geniş zeytin ağaçlarıyla çevrili tarihin anlatılarının birbirine karıştığı bu yer, pek çok kişinin merakını uyandırmıştı. Kıtalar arası haberleşen insanlar, çölün ortasında bir yer olduğunu ve üzerinde tek tük Arapların varlık gösterdiğiyle yetindiler. Burada bugüne kadar yaşananların öfkesiyle bir medeniyet yeniden kurulacak denilerek örgütlenen şey, Siyonist kongrenin ta kendisiydi. Hızlı bir geçiş yaparsak Yahudiler tarihsel olarak uluslaşma, devlet kurma handikabını modern anlamda devletle çözmeye koyulup yüzünü emperyalizmin çıkarlarıyla örtüşük bir kapitalist gelişimle gerçekleştirdiler. Bu devletin kurucu teması ise “Kutsal toprakların” ilhakı üzerinden belirlendi. Ve yine kurucu mit, Siyonizmin tarihsel bağ kurduğu, diasporadan dışlanan Yahudilerin dinsel alt metinleri olan vadedilmiş topraklarda devlet kurma projesinin hayat bulmuş ürünü haline geldi. Bugün bölgede barışın en büyük tehdidi olan işgal ve yayılmacılığın dini kılıfa geçirilmiş doktrini olan Siyonizm, geniş ölçekli bir gericilikle, emperyalizmin en gelişkin hedeflerinin kalıcı evliliği olarak karşımızda duruyor. Biden’ın “İsrail olmasaydı bir İsrail icat etmek zorunda kalırdık” sözleri bunun en yalın ifadesi. Bölgesel bir tehdidin yanı sıra Filistin için geçerli olan, neredeyse asırlık bir sorun olarak yüzleşmek durumunda kaldığı özgürlük meselesi olarak ortaya çıkıyor.
Filistin halkının topraklarını savunmak, kendi kaderini belirlemek adına uzun erimli mücadelesinde gösterdiği direnci yalnızca İsrail’e karşı değil, emperyalizmin bölgedeki emellerine karşı da sürdü. Elbette Filistin halkının mücadelesi -bugün olduğu gibi- dünya halklarının sempatisini toplamakla birlikte, devrimcilerin enternasyonalist dayanışmasının konusu olarak da geniş ölçekli bir hale büründü.
Dünya genelinde anti-emperyalist mücadelenin dalga dalga yayıldığı dönem itibariyle, Filistin bunun en ağır çarpışmalarının yaşandığı sahaya dönüşmüştü. Filistin kurtuluş hareketlerinin köktenci yapısı, sadece özgür bir Filistin demekle yetinmeyip bağımsız bir Filistin sloganına da canhıraş sarıldı. Uzun yıllar baskı ve zulme uğrayan halk ise intifadalarla birlikte, İsrail baskı rejiminin o kadar da kolay hareket edemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti.
FİLİSTİN HALKININ DİRENİŞİ HAMAS’A EŞİTLENEMEZ
Emperyalist güçler, Filistin halkının özgürlük taleplerine cevap niteliğinde dinci gericiliğin örgütlenişini ve Hamas’ın gelişimini ellerini ovuşturarak izlediler. Bugünkü yönleriyle dengelerin değiştirilip siyasi uyum projesi olarak karşımıza çıkan dinci gericilikle kuşanmış bir örgüt olan Hamas görmekteyiz. Buraya nasıl gelindiği, Hamas’ın doğuşunun altında yatan temeller itibariyle bir hayli karışık, üstelik yurdunu korumaya çalışan dindar bir yapılanma olarak görmek ise tarihsel bağlamın ancak inkârı olacaktır.
ABD’nin SSCB’nin dağılışından bu yana bölgede yeniden dizayn politikalarının içeriğinde dinci gericiliğin önemli bir rolü olmuştur. Yeşil kuşak projesinden Sovyetlere karşı konuşlandırılan selefi cihad yapılanmalarına bakmak bu noktada kritik olabilir. “Uygar Batı medeniyetinin” yöresinden geçmesi yüzeysel yönleriyle hayretler uyandıracak yapılanmaların, ABD menşei olarak ortaya çıkışı, bölgedeki egemenlik mücadelesinin sınır tanımazlığına işaret ediyor.
Hamas ve benzeri yapıların gelişimine ise halk hareketi arasında dengenin sağlanması amacıyla ABD emperyalizmi tarafından içten içe olumlu bakıldı. Yakınımızdan bir örneğe bakacak olursak mesele daha anlaşır hale gelebilir. Nasıl ki bugün Türkiye’de Hizbullah hareketi asker ve bürokratların ifşalarına da konu olan şekliyle, gelişimine göz yumulup Kürt hareketini parçalama, hareketin demokratik muhtevasını baltalama amacına yönelik kurgulandıysa, bu yönleriyle Hamas’ın da bu ellerce hazırlanıp sofraya koyulduğu gerçeği, mücadelesinin de Filistin halkının mücadelesini temsil edemeyeceği gerçeğine dair bir çıktı sunuyor.
ABD emperyalizmi ve iş birlikçilerinin dinci gericilikle dönüştürme hamleleri bununla sınırlı değil. Arap ülkelerinde ve bölgede bağımlılık ilişkilerini geliştirecek yöntemleri bakımından devletlerin nasıl yönetildiği konusu da gündem teşkil etti. Baasçılıktan daha işlevsel olan Siyasal İslamcı yönetimleri destekleyerek “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirme hedefi Ortadoğu yakın tarihini büyük ölçüde darbelerin, savaşların ve soykırımların tarihi haline getirdi.
ABD EMPERYALİZMİNİN KARAKOLU: İSRAİL
İsrail devleti bu bağlamda ayakları üstüne basıyor. ABD’nin egemenlik sahasının karakolu olarak jandarma gücü tahsis etmesi ve komplolar çıkarmakta mahir bir devlet olarak konumlandırılışı, ABD’nin tüm zamanlı programatiği için oldukça önemli. Netenyahu’nun dünyanın geri kalanına destek seslenişinde kullandığı temel argüman kendilerinin büyük bir medeniyet olduğu, bunun da bir medeniyet savaşı olduğu riyakarlığı üzerinden sürdü. Geniş ölçekte yaygınlaştırılmaya çalışılan şeyin kendisi tarihten ve geniş ekonomik ilişki bağlamından koparılmış bütünlüklü bir ırkçılıktan başkası değil. Netenyahu’nun açıklamalarını hatırlayacak olursak; yaşlı, çocuk ayrımı dahi yapmayan güç, karşısındakini “hayvan” olarak niteleyip “medeni dünya bizi desteklemeli” söylemini sürekli diri tuttu.
Varılan sonuç ile amaçlar arasında keskin bir viraj var. Hatta emperyalistlerin hesaba katmadığı bir kâbusun gelişmesi söz konusu. Batılı kapitalistlerin tam tamına desteğini alan İsrail, halkların nezdinde benzer etkiyi yakalayamadı. Üstelik on binlerce kilometre öteden milyonların uykuları Gazze’de atılan bombalarla kesilirken dünyanın dört bir yanından İsrail’in saldırıları protesto edilip yığınlar gözünü kendi hükümetlerine İsrail’e yönelik yaptırım amacıyla dikti. Ülke sathında ise kimin nereden baktığının, ne amaçlar güttüğünün üstü örtük olduğu bir durum söz konusu. Ne Ahmet Davutoğlu’nun “O liderin 10 gündür susuyor oluşunu, ‘ey İsrail’ deyip haykırmamasını yüreğim kabul etmiyor” demesi ne de Erdoğan’ın böyle bir çıkış yapmamış olması şaşırtmamalı. Çünkü önceki dönemler açısından da hamasi söylemlerin ardından fiili bir yaptırım gelmemişti. Bugün ise değil yaptırım, söylemsel açıdan bile başka bir pozisyona çekilinmesi, itidal çağrılarıyla yetinilmesi ülke sermayesinin batı kapitalizmi ve emperyalizmle verili ilişkilerden daha da bağımlı bir pozisyona çekme gayretinin bir sonucu olarak gözüküyor. Öyle ki Filistin davasına dair tutum, ekonomik temeller üzerinden şekilleniyor. Orta vadeli programla koydukları hedef bunun ekonomik ayağını batı kapitalizmine “sermayenizi buraya taşıyın” çağrılarıyla birleşince iktidarın fikrini açığa çıkıyor.
İKTİDARIN “FİLİSTİN DAVASI” RİYAKARLIĞI
Bağımlılık ilişkilerinin gelişimi Türkiye’ye özgü olmamakla birlikte burayla da sınırlı değil. Bölgedeki Arap ülkeleri içerisinde de Türkiye’yle paralel bir gidişat söz konusu. Filistin meselesinde eksen kayışı, toplamında bir konsensüsü beraberinde getirdi. Tabiri yerindeyse problemin, İsrail’in varlığından yokluğuna taşındığını söylemek uygun olur. Ümmet kardeşliğiyle süslenen “Filistin davası” sessiz bir riyakarlıkla yeniden çöktü desek pek de yanılmayız. Özellikle AKP'nin sivil toplumdaki güçlü ayağını oluşturan cemaatlerle söylemsel olarak da paralellik taşımadığı dikkat çekilmesi gereken bir tarafı oluşturuyor. Gazze için destek mesajları, hutbeler, İsrail’e lanet mitingleri düzenleyen yapılar mevcut iktidar tarafından örgütlenmiş olup mevcut iktidara, “İsrail’le anlaşmaları kesin” dahi diyemeyecek bir pozisyonda duruyor. Bunun yanı sıra Erdoğan’ın itidal açıklaması bilim şovmenlerinden, geniş medya çevrelerine kadar en yerinde açıklama olarak tayin edilirken İsrail, bugüne kadar hiç savaş suçu işlememiş, Filistin topraklarını ilhak edip halka zulmetmemişçesine lanse edildi. Bugün eski durum yok diyerek girişilen İsrail Siyonizmini yeniden keşfetme çabası, Gazze’de hastaneye yapılan katliamın ardından pek argümansız kaldı. Tekrardan çıkıp “Onlar da topraklarını satmasaydı” söylemine varan işe girişirler mi bilinmez ama Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin gerilmemesi gerektiği, ekonomik olarak nemalanacağımız bu hattın diri tutulmasına ihtiyaç olduğu anlatısından o kadar da kolay geri adım atılmayacak gibi.
BU İLİŞKİLER AĞI KİMİN ÇIKARINA?
Bu varsayımı kabul edelim. “Türkiye-İsrail ilişkisi halkımızın çıkar ve menfaatlerine uygun dizayn edilmiştir” ön kabulümüz olsun. İsrail’le ilişkilerin sürdürülmesi ve ABD emperyalizmiyle bağımlılık ilişkilerin devamı ülke çıkarınadır fikrinde son derece çarpık bir sonuç var. En yalın haliyle düşünürsek Türkiye’de iş birlikçi sermaye açısından birtakım ekonomik ilişkilerin İsrail’le ilerletilmesi rasyonel olabilir. Ancak emeğini satarak geçinen milyonlar için bu ilişkinin kendisi, yaşam şartlarının ileri taşınacağı anlamına gelmiyor.
Türkiye, kendi gerilimleri ve bağımlılık ilişkileriyle doğrudan çıkmaza gireceği pozisyona doğru yol alıyor. NATO’daki 75 yıllık varlıkta ülke toprakları ABD emperyalizminin sahası haline geldi. Kore Savaşı’na asker gönderilerek başlatılan bu ilişki, bugün Libya, Irak ve Suriye’de savaşın pençesine yol açmaya devam ediyor. Dünyanın dört bir tarafında gerilimleri, kamplaşmaları artıran, her yerde çatışmalara gebe bırakan netice, emperyalizmden başkası değil. Ülkenin de bu kamplaşmanın ve gerilimlerin ortasında konumlanışı, her milliyetten yurtseverlerin ilk elden karşı çıkması gereken bir facia.
Sadece askeri olmamakla birlikte uluslararası tekellerin ülkedeki geniş çaplı egemenliği aynı zamanda bugünkü yoksullaşmanın ve dinci gericiliğin de esas saikleri arasında geliyor. Batı kapitalistlerine altın tepside sunulan kaynaklar, işletmelerin birkaç aylık kazancına eşdeğer paralara devredilip kamu kaynaklarına peşkeş çekilmesi… Daha çarpıcı olması bakımından Kaz Dağları’nı hatırlayalım, batı tekellerine altın tepside sunulan kaynakların yüzde 5’inden daha azının ülkeye ayrılması planlanıyordu. Yine dinci gericiliğin pozisyonu bakımından “Büyük Ortadoğu Projesi”nin işlevli aygıtı, bugünün hamasetçilerinden başkası olmamakla birlikte hepten bölgesel bir dizaynın kullanışlı maşalarıdır.
Biz bugün mevcut iktidar ve düzen içi siyasetin emperyalizmle bağını koparamayacağını, Siyonizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir mücadele veremeyeceğini bunun sonucunda da İsrail ve ABD emperyalizmiyle hesaplaşma işinin dün olduğu gibi bugün de anti-emperyalist bir hattın üzerine düşen temel görev olarak görmek durumundayız. Ülkede devrimci tarihin Deniz Gezmişlerden bu yana üzerine düşen enternasyonalist dayanışma, tutarlı bir anti-emperyalist mücadele perspektifini geçmişle gelecek arasında bir denge olarak görüp sahiplenmemiz bölgede barışın teminatıdır.
Elbette devrimci komünistler için bu, “Filistin solun namusudur” şeklinde dondurulmuş bir çıkarım olarak değil, halkların bugünkü acil taleplerinin, barış içerisinde yaşamasının güvencesi olarak bugünün mücadele yolunun, bugünün politik görevlerinin parçasıdır.
Dokuma ustası Arache, bir gün tanrıça Athena’yla dokuma yarışı yapmak ister. Arache eserini bitirdiğinde o kadar çok beğenilir ki tanrıça tarafından hasetle karşılanır. Arache, o zaman bir örümceğe dönüştürülür ve bir daha kimse tanrıçayla böylesi bir yarışa girmeye cesaret edemez. Ülkedeki egemenlerin kâbusu, Arache’nin başına gelenlerle ilgili. Emperyalistlerle kapitalist yollardan bir yarışa girişilmesi. Bugün İran Molla rejiminin, öncelerinde bölge diktatörleri: Saddam, Kaddafi’nin örnekleriyle dolu. Dolayısıyla Türkiye’deki işçi, emekçi ve gençlerin de çıkarı emperyalistlerle bir yarışa giren egemenlerin, onların emperyalist hayallerinin peşine takılmakta değil emperyalizme karşı mücadelede buluşmaktadır.
Bu yarışı kendi kurallarımızla sürdüreceksek aynı zamanda anti-kapitalist bir yolda sürdürmemizin zorunluluğu var. Bölgede barışın ülke gençliği için temel görevleri ise, başkalarına havale edemeyeceğimiz bir biçimiyle, bugünden gençlik kitlelerini tutarlı bir anti-emperyalist mücadele hattına ikna edebilmemiz, somut bir adım olarak da İsrail’le ilişkilerin kesilmesi için mücadeleyi yükseltmemiz olacaktır. Bir bakıma bu yarışta biz de varız diyebilmemiz gerekiyor.