29 Ekim 2023 04:27

Bölgesel bir savaş halkların çıkarına değil

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta da Filistin var. Seçtiğimiz yazılar Ortadoğu'da bölgesel bir savaş ihtimali, sivil ölümlerine bakıştaki ayrımcılık ve Macron'un ziyaretine dair tartışmalar üzerine...

Fotoğraf: Ali Jadallah/AA

Paylaş

Filistin sorunu ve İsrail’in üç haftayı geçen Gazze saldırıları Avrupa’nın gündeminde tartışılmaya devam ediyor. Bu hafta İngiltere’den seçtiğimiz yazıda SOAS Direktörü Lina Khatib, savaşın derinleşmesi konusunda konuşulan İran ve Lübnan cephesi olasılıklarını değerlendiriyor, “Ortadoğu’da bölgesel bir savaş kimsenin çıkarına değil” diyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un IŞİD’e karşı kullanılan yöntemlerin Hamas’a karşı da kullanılmasını önermesine ise Fransa’da sağ ve aşırı sağ alkış tutarken, sol ise savaş yanlısı bu tutumu kınadı.

2016 yılı Alman Yayıncılar Birliği Barış Ödülü sahibi Yazar Carolin Emcke de, Süddeutsche Zeitung’daki köşesinde Almanya’da Gazze Şeridi’ndeki duruma kayıtsızlığa, hatta daha ötesinde İsrail hükümetinin bombardıman, su, elektrik kesme, aç bırakma politikasına verilen koşulsuz desteğe tepkisini ifade etti. “Acılar arasında tercih yaparak birinin acılarını göz ardı etmek insanlığın inkarıdır” diyen yazar, “İnsan haklarının kimin için geçerli kimin için geçersiz olduğunu müzakere edemeyiz” dedi.


SÖYLEMLERİNE RAĞMEN NE İRAN NE HİZBULLAH ORTADOĞU’DA SAVAŞIN TIRMANMASINI İSTİYOR

Lina KHATIB*
The Guardian

7 Ekim’den bu yana Hizbullah’ın Hamas’a yardım ederek İsrail’e karşı savaşa müdahale edip etmeyeceği ve İran’ın Hamas’ın İsrail’e saldırısına ne ölçüde müdahil olduğu soruları soruluyor. İran hem Hamas’ı hem de Hizbullah’ı destekliyor: Hamas ve Hizbullah askeri açıdan ortaklar ve İran Devrim Muhafızlarının desteğiyle eğitim ve savaşları koordine ediyorlar. Ne Hamas ne de Hizbullah, İran’ın açık ön onayı olmadan savaş ya da barış ilan etme kararı almıyor.

Ancak muharebeler tam anlamıyla savaşla aynı şey değil. Hamas ve Hizbullah bugüne kadar İsrail’e karşı iki cephede birden savaşa girmedi. Bu ne iki grubun ne de İran’ın hafife aldığı bir senaryo, çünkü böyle bir senaryo Ortadoğu’da bölgesel bir savaş anlamına gelir ki bu da kimsenin çıkarına değildir. Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırının amacı siyasiydi: Hamas, destekçileri tarafından kahramanca görülecek ve uluslararası toplumu fiili bir askeri ve siyasi otorite olarak kendisiyle ilişki kurmaya zorlayacak bir eylemde bulunarak kendisini Filistinlilerin seslerinin tek meşru temsilcisi olarak göstermek istiyordu.

Hizbullah 2006 yılında İsrail’le yaptığı savaşta benzer bir strateji izlediği için bu yaklaşımın farkında. O dönemde Hamas, Hizbullah’ı desteklemek için müdahale etmemiş ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı tek başına “zafer” kazanmasına izin vermişti. Hizbullah’ın iki militan grup arasında daha donanımlı olması nedeniyle, Hizbullah’ın Hamas’ın statü arayışına zarar vermemek için bu savaşta Hamas’ın baş aktör olmasına izin vermesi açık bir zorunluluktur. Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah’ın 7 Ekim’den bu yana kamuoyunun gündeminde belirgin bir şekilde yer almamasının nedeni de kısmen bu.

Öte yandan İran, desteklediği gruplar üzerindeki üstünlüğünün her zaman bilinmesini sağlamıştır. İran’ın Hamas’a İsrail’le savaş başlatması için talimat vermesine ya da Hamas’ın savaş planlamasına doğrudan dahil olmasına gerek yok. İran’ın yaptığı daha incelikli: Bir yandan Hamas’ın eylemlerini desteklediğini ifade ederken diğer yandan İsrail’e karşı Hizbullah’ın sopasını sallıyor. Bu durum İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın 12 Ekim’de Beyrut’u ziyareti sırasında yaptığı konuşmada İsrail’in “eksenin geri kalanından” bir yanıt alma ihtimalini gündeme getirmesinde görüldü. Bu şekilde İran Hamas’ın itibarını zedelememiş oluyor ama aynı zamanda Hizbullah’ın anılması onu Ortadoğu’daki İran destekli tüm milislerin -Hamas dahil- yerine koyuyor ve dolayısıyla İran’ın onların hamisi konumunu teyit ediyor.

Her ne kadar Hamas’ın savaşta üstlendiği öncü rolü küçümsememeye dikkat etseler de Hizbullah’ın konumu, müttefiki İsrail’e karşı tarihinin en önemli mücadelesini verirken hareketsiz kalmama beklentisini taşıyor. Bu da Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyindeki bölgelere yönelik artan ama hesaplı saldırılarına dönüşüyor. Saldırılar çoğunlukla askeri hedeflere ve Hizbullah’ın Lübnan’a ait olarak gördüğü ancak İsrail tarafından işgal edilen tartışmalı bölgelere yapılıyor. Hizbullah’ın roketleri 2006’da olduğu gibi İsrail’in daha iç bölgelerine ulaşmadı. İsrail, güney Lübnan’ı bombalayarak karşılık vermiş ve ayrı saldırılarda iki sivili ve bir Reuters gazetecisini öldürmüş olsa da, bu bombardımanın kapsamı Lübnan’ın güney sınırının 3 km içinde kalmaktadır ve hedeflerin çoğu Hizbullah ile bağlantılıdır. Hizbullah’ın eylemlerinden ve İsrail’in tepkilerinden her iki tarafın da hâlâ ilan edilmemiş angajman kurallarına uyduğu ve iki tarafın da yeni bir savaş başlatmadığı anlaşılmaktadır.

Ancak hâlâ ortada duran bir tehdit var: Böyle bir savaşın tekrar yaşanması halinde İsrail artık Hizbullah ile Lübnan’ın geri kalanı arasında ayrım yapmayacağını söyledi. Yine de, özellikle ülke içindeki siyasi bölünmeler ve Hamas saldırısının geldiğini göremeyen güvenlik ve istihbarat aygıtlarına ilişkin soru işaretleri göz önüne alındığında, önemli bir güney cephesiyle meşgulken kuzey cephesi açmak İsrail’in çıkarına değil. Bu durum Hizbullah’ın avantaj elde etmesi için uygun bir an gibi görünse de örgütün Lübnan halkına da hesap vermesi gerekiyor. Lübnan modern tarihinin en kötü mali krizini yaşıyor ve yeni bir savaşın maliyetini kaldıramaz. Ülkenin savaş sonrasında Körfez Arap ülkelerinden yardım ve yeniden inşa parası bekleyebildiği 2006’nın aksine, bu ülkeler artık bu tür koşulsuz bir kurtarmaya girişmeyeceklerini açıkça ortaya koydular.

Mevcut durumda Hizbullah’ın gerilimi tırmandırma olasılığı düşüktür ve 2006’dakinin aksine, Lübnan’daki en güçlü siyasi aktör olması nedeniyle ülkedeki konumunu sağlamlaştırmak için başka bir “zafere” ihtiyaç duymadığı gerçeği bunu daha da azaltmaktadır. İran da Hamas uğruna Hizbullah’ın siyasi kazanımlarını feda etmek istemeyecektir zira Lübnanlı militan grubun Arap dünyasındaki İranlı müttefiklerine yardım etme rolü İran’ın bölgesel nüfuzu açısından kilit önem taşımaktadır.

İran’ın siyaset ve askeri eylemleri dengelemek için tercih ettiği yöntem, müttefiklerinin İsrail’e karşı cephede yer alması ve böylece onları aynı anda hem kazanan hem de şehit olarak kutlayabilmesidir. Bu şekilde hem İran hem de bu militan gruplar siyasi faydalar elde ederken İran topraklarını ateş hattının dışında tutmuş olurlar. Bu nedenle Lübnan cephesi pek olası değil: İran’ın çıkarına olmayacağı gibi, zaten caydırıcı olması için doğu Akdeniz’e uçak gemileri gönderen ABD’nin müdahalesini gerektirecektir. ABD’nin müdahalesi savaşın İran’a sıçraması potansiyelini doğurur ki bu da İran’ın isteyeceği son şeydir. İran’ın rolü ve Hizbullah’ın tutumu, dramatik bir değişiklik olmadığı sürece, 2006 sonrası karşılıklı caydırıcılık tutumuna bağlı kaldıklarını gösteriyor.

*Lina Khatib Soas Ortadoğu Enstitüsü Direktörü ve Chatham House Ortadoğu ve Kuzey Afrika programında yardımcı araştırmacıdır

Çeviren: Sarya Tunç


MACRON’UN KOALİSYONU ORTADOĞU’DA FİYASKOYLA SONUÇLANDI

Pierre BARBANCEY
Humanité

Emmanuel Macron çarşamba günü Ürdün ve ardından Mısır’ı ziyaret ederek Ortadoğu turuna devam etti. Bölgenin her an kaosa sürüklenebileceği ve Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirerek 1400’den fazla kişinin ölümüne neden olan katliamı bahane eden İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki sivillere saldırarak 5 bin 700’den fazla kişiyi öldürdüğü aşırı gergin bir dönemde gerçekleşen bu diplomatik girişim tarihi bir geziye dönüşebilirdi.

Ancak tarihe baktığımızda Fransa Cumhurbaşkanının bu ziyareti bir hataydı. Benyamin Netanyahu ile birlikte iken, IŞİD ile savaşmak için oluşturulan koalisyon gibi bir koalisyon fikrini ortaya attı ve böylece Hamas’ı IŞİD ile eşitleyerek yok edilmesi gereken bir düşman olarak tanımladı. Bu öneri, siyasi geleceğini korumanın tek yolunun savaşı devam ettirmekte bulan İsrail Başbakanına cazip geldi.

Emmanuel Macron, İran, Lübnan Hizbullahı ve diğer bölgesel güçlere “Yeni cepheler açma riskini almamaları” çağrısında bulunurken, Netanyahu savaş çığırtkanlığı yapmakta ve Macron’un bu sözlerini eyleme dönüştürmekte gecikmedi. İsrail ordusu işgal altındaki Golan Tepelerinden Suriye’yi hedef aldı ve 8 Suriye askerini öldürdü. Salı akşamı Fransa Cumhurbaşkanı, Mahmud Abbas’a Hamas karşıtı koalisyon önerisini yinelerken Ramallah sokaklarındaki göstericiler Fransa’nın bu resmi tutumunu kınadı ve bu tutumundan duydukları hayal kırıklığını dile getirdi.

“Filistin halkının toprak ve devlet üzerindeki meşru hakkı tanınmadan kalıcı bir barış sağlanamaz. Filistin halkı ve yetkilileri tarafından İsrail devletinin varlığı ve güvenliğinin önemi tanınmadıkça da kalıcı bir barış olmayacaktır” diyen Emmanuel Macron’a Filistin Yönetimi Başkanı “Biz İsrail’i kırk yıldır tanıyoruz” şeklinde yanıt verdi.

Fransa’da savaş çığırtkanı sağ ve aşırı sağ, Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklamalarla özdeşleşti. Sol ise onu ateşkes ve barışa saygı duymayan bir provokatör olarak suçladı. Sosyalist Parti Grup Başkan Yardımcısı Valérie Rabault, Macron’un Ortadoğu’daki “diplomatik yöntemini” “felaket” olarak nitelendirirken, böyle bir koalisyonun “en iyi yöntem” olduğuna da “Emin değilim” diye ekledi. Ekolojist Milletvekili Julien Bayou da, “İsrail’e iki devletli çözümü savunmak için gittiğini sanıyordum (...) Bu, Hamas Gazze’de ise oraya müdahale edeceğimiz anlamına mı geliyor?​” diye sordu.

Cumhurbaşkanı tarafından ortaya atılan ve siyasi ve askeri danışmanlarından birine atfedilen fikirlerin tehlikeli doğası, uluslararası sahnede sağır edici bir sessizlikle eşleşti. Hiçbir Avrupa başbakanı tepki göstermedi. Washington’dan da bir yorum gelmedi. Bu tepkisizlik aslında çok şey anlatıyor.

Fransa Cumhurbaşkanının ziyaret ettiği Ürdün’de Kral 2. Abdullah ile aynı dili konuşup konuşmadığı bilinmiyor zira görüşmenin ardından en azından bu satırların yazıldığı sırada herhangi bir basın açıklaması yapılmadı. Öte yandan Ürdün Kraliçesi Rania çarşamba günü Amerikan CNN kanalına konuştu. “Ortadoğu halkı (...) dünyanın yaşanan felakete verdiği tepki karşısında şok olmuş ve hayal kırıklığına uğramıştır. Geçtiğimiz iki hafta boyunca bir çifte standart gördük” dedi ve ekledi “7 Ekim olayı meydana geldiğinde dünya derhal ve açık bir şekilde İsrail’i ve onun kendini savunma hakkını destekledi ve meydana gelen saldırıyı kınadı.”

Macron ise Kahire’de “Fransa’nın çifte standart uygulamadığını” ve Gazze’ye yönelik bir kara harekatının “hata” olacağını yinelerken. Mısır Cumhurbaşkanı Abdelfattah Sisi ise Tel Aviv’e açıkça “Gazze’ye kara harekatından kaçınması” çağrısında bulundu (çünkü bu) çok sayıda sivil kayba neden olacak bir hamle. Ne yazık ki Fransız mevkidaşı bunu Netanyahu’ya söylemeye cesaret edemedi.

Çeviren: Eren Can


EMPATİNİN KÖR NOKTALARI

Carolin EMCKE
Süddeutsche Zeitung

Başlangıçta söz yoktur. Başlangıçta suskunluk vardır. Yahudi yaşamının katledilmesini tüm acımasızlığıyla kavrama ihtiyacıyla belki de zaten böyle başlaması gerekiyor. En azından ilk başta bu durum beni sessiz bıraktı. Kelimeleri tarttım ve çok hafif buldum. Bu anlamsızlık içinde anlam ifade edebilecek hiçbir kavram mevcut değildi. Başkalarının tepki verme hızına zaten hayret ediyorum. Benim için her şey kontrolden çıktı. Uygun görünen cümlelere güvenmiyorum çünkü onlar için uygun bir dilin nasıl olabileceğini anlamıyorum. Her şeyi doğru yapmak isteyen ama sonra da empati olmadan aceleyle sempati iddiası gibi görünen kamusal formüllere güvenmiyorum. Gerçek şefkat karşılıksız gelmez. Acıtır ya da acıtmaz.

Ama elbette dil de var. Jorge Semprun, Buchenwald anılarında “Bize sürekli söylenen ağza alınmayacak şeyler sadece birer mazerettir” diye yazmıştı: “Ya yaz ya da yaşa”, “Ya da tembellik yap.” Ve böylece, beceriksizce, duraksayarak, çaresizce kelimeleri arıyorum ve onları birer birer, bir ipliğe takılan kırılgan boncuklar gibi çekiyorum...

Farklı zamansallıklar Yahudi acısını etkiliyor. Katliamdan bu yana kurbanların akrabalarına ve arkadaşlarına işkence eden mevcut durum var, ama bununla birlikte, hatırlanan veya miras alınan eski Holokost travması da patlak veriyor. Etrafımda, İsrail’de Yahudi arkadaşlarımla ve buradakilerle savunmasızlığın ve yalnız kalmanın acı deneyimi var. Bir sinagoga yapılan her yeni saldırı, Yahudi karşıtı her yaralanma, evinde hiçbir yerde güvende olamamanın umutsuzluğunu tekrarlıyor ve derinleştiriyor.

Artık ne olacağını, şiddetin nereye yayılıp artacağını, kaçırılanların akıbetinin ne olacağını, Gazze’deki insani durumun nasıl kötüleşmeye devam edeceğini, sivil hayatın ne kadar zarar göreceğini, yok olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz. Ancak Yahudilerin savunmasızlık deneyimini ve bunun tarihsel nedenlerini kabul etmeden bunun gerçekleşmeyeceğini biliyoruz.

Hannah Arendt’in bir zamanlar söylediği gibi, “İnsan ilişkilerinin dokusunda yırtıklar” var ve gevşek ipleri toplamak için tüm ilgiye, tüm cesarete ve tüm farklılaşmaya ihtiyacımız olacak. Bizi eşit bireyler olarak birbirimize bağlayan insanlığın dokusunu yeniden örmeliyiz. Şu anda sadece kırıntılar var. Her gün konuşmalarda boşluklar olarak ortaya çıkıyorlar. Bir şeyler birdenbire koptuğunda, birden tepki gelmeyince, karşı taraf bir tarafın acısına tepki vermek istemediği için sustuğunda boşluklar ortaya çıkıyor.

Empatinin kör noktaları, düşünülmek veya hissedilmek istemeyen bölgeler var, çünkü o bölgeler bireyler olarak değil, yalnızca kolektif olarak düşman, yabancı oldukları düşünülen insanlarla ilgili. Gazze’de yakın bir arkadaşım var. Yirmi yıldır birbirimizi tanıyoruz. Ben bunu yazarken onun hâlâ hayatta olup olmadığını bilmiyorum. Belki bombalarla öldürüldü, belki aç, susuz öldü. Bütün İsrail’de yaşayan Yahudi arkadaşlarım onu soruyor, onun için korkuyor ve bir yaşam belirtisi umuyorlar.

Ama burada, Almanya’da arkadaşlarıma ondan bahsettiğimde birdenbire duruyorlar. Onun kaderini öğrenme talebi yok. Sadece sessiz bir boşluk. Yahudi bir arkadaşımdan bahsetseydim böyle olur muydu? Filistinlilerin çektiği acılar çoktan gözden çıkarıldı mı? Herkes alıştı mı? Yoksa Gazze’deki sivillerin durumuna duyulan sempati, Yahudilerin acısına duyulan sempatinin reddedilmesi olarak mı değerlendiriliyor? Bunlar sahte karşıtlıklar değil mi?

Kimin insan hakları hakkına sahip olduğunu kimin olmadığını tartışamayız ve tartışılmasına da göz yumamayız.

Kanadalı Şair Anne Carson bir dizesinde “Öfke acı bir tuzaktır. Ama onu dönüştürebilirsin” diye yazmıştı. Bu, bizlerin, kendilerini yazmaya adayanların, aynı zamanda diğer herkesin, topluluklarda, okullarda, her ailede karşı karşıya olduğu görev. Bizi sertleştiren ve kapatan öfkeyi dağıtmalıyız. Kırgınlığa kırgınlıkla karşılık veren kendini kaybeder, şiddet uygulayanların istediği de budur: Tüm insani normlara elveda demek. Birbirimizi dinlemeliyiz, gerçekte söylenene ve yalnızca varsayılana, sözde kastedilene dikkat etmeliyiz, neyin tolere edilemeyeceği konusunda ayrım yapıp bunlara kesin sınırlar koymalıyız. İnsanlığımızı ancak bu kurtarır.

Çeviren: Semra Çelik

ÖNCEKİ HABER

ODTÜ öğrencileri: İhmal nedeniyle bir sıra arkadaşımızı daha kaybetmeyeceğiz

SONRAKİ HABER

HEDEP’li Gergerlioğlu: Yardım yapılan kurumlar neden açıklanmıyor?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa