Eski romandan kalan miras…
Nuray Sancar, Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet dönemindeki romanlara dair yazdı.

Görsel: Kitap kapakları
Nuray SANCAR
Kendisinden önceki yenilenme ve reform hareketleri sırasında fikri bir ön hazırlık yaşayan cumhuriyetin edebiyatı geçmişin bu mirasını devralarak gelişmiştir. Uzun Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazılı edebiyatın başlıca formu şiir iken yenilenme hareketleriyle değişen toplumsal ilişkilerin kendisini ifade etmeye çalıştığı form roman ve kısmen hikaye olmuştur. Romanın ‘ortaya çıkışı’ Batı’da da kapitalist gelişmenin Sanayi Devrimi’yle açığa çıkan birikim dönemine denk geldiği için bu durum olağandır. Gerçekten de 18. yüzyılda Osmanlı topraklarında beliren sermaye birikimi, pazar genişlemesi, ilkel de olsa sanayi, eski devletin ve toplumsal ilişkilerin yapısında bazı değişiklikleri zorunlu kılmıştı. Bu değişimler Batı’da gelişen değer yargılarının, etiğin, kültürün de bu topraklara akışını sağlamaktaydı.
Osmanlı toplumunun modern sınıf ilişkileri ve çelişkilerinin yanı sıra Balkan bölgelerindeki bağımsızlık hareketleriyle tanıştığı 19. yüzyılda ilk romanlar da toplumsal çelişkilere odaklandı. Vatan ve hürriyet fikrini edebiyata dahil eden Namık Kemal ve arkadaşları mutlakiyet rejiminin reformdan geçirilmesini talep ediyor ve bunun için edebiyatı bir mücadele alanı olarak görüyorlardı. Bunun dışında öne çıkan bir diğer tema ise kapitalizm ile birlikte büyüyen kültürel çelişkiler olmuştu.
TEKNİK BATILI, KÜLTÜR YERLİ
Batı’dan gelen tekniği, ticareti, metaları kabule hazır ancak bunlarla birlikte gelen, daha ziyade üst sınıflarda özenti biçiminde ortaya çıkan görgü ritüellerini, yaşam biçimini ve maddiyatçılığı alaysı bir dille anlatan romanlar eleştirel bir söylem geliştirmişlerdi. Ziya Gökalp’in cumhuriyet ideolojisine esin veren, ‘hars ve kültür’ arasındaki ayrımı medeniyetin evrensel ama kültürün ulusal olması gerektiğini öne sürerek bu süreçteki tartışmaları toparlayacaktı.
Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Beyle Rakım Efendi’si, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası, ilerleyen zamanlarda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şık’ı ve başka bazı eserleri, Batı’nın kültürünü bir elbise gibi üstüne geçiren ‘tip’ ile kıyaslayarak yeni ‘milli’ kimliğin altını çizmekteydiler. Ötekinin züppeliğinin, haz düşkünlüğünün karşısına efendi, işinde gücünde, ananelerine saygılı, cömert ve olgun Türk karakteri çıkarılmaktaydı.
Cumhuriyet öncesi romana; sınıf mücadeleleri, yoksulluğun eleştirisi, hak arayışı ve eşitlik talepleriyle girer. Halkçı bir perspektifle İstanbul ve Anadolu gerçekliğini anlatmaya yönelen kimi romanlar dönemin sosyal iklimine ayna tutmuşlardır. Nabizade Nazım’ın1890 tarihli, yoksul Türk köylüsünün hikayesini anlatan Karabibik bunların başında yer alır. Halit Ziya Uşaklıgil 2. meşrutiyet öncesindeki mücadeleleri yansıtır. Yazmaya cumhuriyet öncesinde başlayan Halide Edip Adıvar mütareke dönemindeki Anadolu’nun resmini çizer. Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu’da Anadolu’ya öğretmen olarak gönderdiği kadın kahramanının gözlemleri eşliğinde Kurtuluş Savaşı dönemi Anadolu’suna projeksiyon tutar ve halkını seven, mücadeleci insanın batıl inançlar, yerel eşrafın baskısı altındaki serencamına odaklanır.
Cumhuriyet öncesinde edebiyat çevresinde kadınlar da vardır. İki kız kardeş; Fatma Aliye ve Emine Semiyye kadın yoksulluğunun, eğitimsizliğin, medeni haklardan yoksunluğun sonuçlarını dar bir yaşam alanına sıkıştırılmış kadından beklenen rolleri ve görevleri artık ağır bir yük gibi taşıyan mevcut toplumsal ilişkilerin çelişkilerini gözler önüne sererler. Bu ikisi Osmanlı dönemindeki kadın hareketinin içinde de yer almışlardır.
HALKIN SÖZÜ, YAZARIN GÖZÜ
Mustafa Kemal’in deyimiyle ‘sınıfsız zümresiz kaynaşmış bir toplum’ yaratmak idealiyle yola çıkan cumhuriyetin kurucu gücü olan milli burjuvazinin ilk siyasi temsilcileri, eski toplumun bağrında ortaya çıkan çelişkilerin üstünü örtmeye çalışmadan önce edebiyat bunlara zaten not düşmüştü. Nüfusun ortak davaya hizmet eden, birbirlerine destek olan mesleklere bölünmesinden başka hiçbir ayrılığın olmadığını ilan ederek tek tip yurttaş inşasına girişen, ilk ve daha sonraki yöneticiler, yok saydıkları çelişkilerle sürekli karşı karşıya kaldılar. Şiddet veya terbiye yoluyla bastırılmaya çalışılan sınıfsal, ulusal ve cinsiyet çelişkileriyle karakterize olan toplum sürekli bir mücadelenin sürdüğü alandı.
Edebiyat bu çelişkilerin altını kalınca çizecek; yazarlar da bedel ödemeye devam edecekti. Sansür, imha, ceza veya sürgün biçiminde. Ahmet Mithat Efendi ve Namık Kemal ile başlayan yazın tarihi bedeller tarihidir. Ama bunun yanında toplumsal kesimlerin talebi görünür hale geldikçe gerçekçi bir biçimde, geçmişten aldıkları eleştirelliği de geliştirerek yazmaya devam edenler baskılara rağmen meramı anlatmaya devam ettiler. Bugün de ediyorlar.
Rejimin makbul gördüğü yurttaşları arasından çıkan edebiyatçılar ise yoksul halkın, işçi sınıfının ve köylülerinin hikayesini anlatan gerçekçi edebiyatçılarla sürekli savaş halinde oldular. Peyami Safa, Nâzım Hikmet’e işçi sınıfını savunduğu için ayar vermeye çalışmış, Necip Fazıl, Demokrat Parti desteğini alarak gerici fikirlerini dayatmıştı.
Bugünkü edebiyat hâlâ bu kavgaların sonuçlarını üzerinde taşıyan bir minderdir. Toplumsal ilişkilerin her zamankinden daha fazla gerilimle yüklü olduğu şimdiki zamanlarda devlet destekli edebiyat cumhuriyetin geçmişinden miras almıştır; onu idealleştirir ve halkın ‘terbiyesi’ni iş edinen iktidarların kanadı atında konforunu yaşamaya devam eder.
Evrensel'i Takip Et