Yüz yıllık şifre
C. Hakkı Zariç: "Yüz yıl öncesine baktığımızda hapishane avlusu, ranza, volta eksik olmadı edebiyatımızdan. Diz kırıp aman eden de çıkmadı nihayet."

Görsel: Pixabay
C. Hakkı ZARİÇ
'Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, sualsiz' *
Ahmed Arif’in Otuz Üç Kurşun şiirini yıllarca yanlış okuduğumu düşünüyorum. 33 insanın hayvan kaçakçılığı yaptığı iddiasıyla Van’ın Özalp ilçesinde, 1943 yılının 28 Temmuz’unda kurşunlanmasının şiiridir, elbet. 32 insanın öldüğü, bir insanın da kaçarak sağ kurtulduğu yazılıdır kaynaklarda. Zahir Güvemli’nin Hürriyet’te yayımlanan haberini okuyan Ahmed Arif, hemen sonrasında basın yasağı getirilen bu katliamdan başının döndüğünü söyler. İnsanın kendi köklerini araştırmasının önemini vurgulayan şair, “Bir zaman gelecek tarih ile sanatın, şiirin iç içe olacağı bir durum olacak” diyor.
Bu şiirde “şifre” sözcüğünü yanlış okuduğumu neden sonra fark ettim. Düz bir okuma yapıp akış içinde mantık yürüttüğümde, 33 insan için ölümüne hükmeden 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın ilgili yerlere tetiği çekmesi ve bu insanları öldürmesi için “şifreli” bir emir verdiği düşüncesi hakim oldu bende hep.
Ceza vemekle öç almak arasında tercih yapmak zorunda kalmayan ve daima öç almayı seçen bir zihniyetin, elbette bir geçmişi ve kökeni olması gerekir. Dar ağaçlarından idam mangalarına, Paramazlardan Erdal Eren’e, hapishanelerden matbaa ya da galeri baskınlarına uzanan geniş bir alana hakimdir nihayet hükmeden.
Ama öldürmekle kalmadığı, öldürmekten emin olmakla yetinmediği zamanların da olduğu ve bunun yaşandığı muhakkak.
Cellat demek yerine Bostancı’yı tercih eden Osmanlı’da “Bostancılar kement atıp kârını tamam etti” gibi cümlelerle idam sahneleri anlatılabilir pek tabi. Ama bir de işin içine “şifre” giriyor. Kement atıp boğmak, ölünceye kadar sallandırmak yetmiyor. Öldürdükten sonra da bir işlem var.
“Siyasi mahkûmlar yağlı kementle boğulurdu; bazen idamdan sonra başı ‘şifre’ denilen gayet keskin hususi bir usturayla gövdesinden ayrılır, ya ‘İbret Taşı’nın üstüne konulur ya da sarayın şehre açılan büyük kapısının, ‘Bâb-ı Hümayun’un önüne atılırdı.”**
Öldürmenin yetmediği yerdir burası. Öldürdüğünden bile kuşku duyduğu ve ibret olsun diye yağlı kementle boğdurduktan sonra başın gövdeden ayrıldığı ve en yüksek otoritenin devleti yönettiği yerin kapısına, sarayın önüne kellesinin fırlatıldığı bir gerçektir. Böyle olunca, “şifre” sözcüğündeki şifreyi çözünce şiirin ağırlığı ve gücü daha bir sarsıyor insanı.
Bu “şifre” hususi keskinliği ve kıyıcılığıyla devam edegeldi daima. İttihatçılar bu şifreyle yönetti, bu şifreyle sürgüne gönderdi, bu şifreyle malına mülküne çöktü on binlerce insanın. Mahkemelerin yargılama ve “ceza” verme süreçleri bu şifrenin keskinliğiyle bir öç alma durumuna dönüştü. Bu şifre karar verdi Takriri Sükun’a ve İsmet Paşa “çıt çıkmayan bir memleket istiyoruz” derken bu “şifre”nin keskinliğindeki ışıltıya güvendi bir yandan, bir yandan da ipin ucunda sallanan bedenlerin teşhiriyle korku saldı geride kalanlara. Meydanlar idam edilenlerin bedenleriyle anıldı bir zaman.
Gazeteci Hasan Fehmi Bey 1909 yılında Galata Köprüsü’nün üstünde ensesinden vurulduğunda gelecek zamana da bir miras bırakmıştı kuşkusuz, Âpe Musa’ya da selam olsun buradan.
Kendi devrik olsa da ideolojik ve pratik olarak her dönemin iktidarına yön veren devlet anlayışı öç almaya devam etti. Bir uyduruk davayla Nâzım’ı onca yıl içeride tutan da bu paradigmanın ta kendisidir. Bu devamlılık Sabahattin Ali’yi bir ıssızda öldürmekle kalmadı, cesedini de aynı “şifre” ile yok etti. Orhan Kemal’den Kemal Tahir’e, Aziz Nesin’den Rıfat Ilgaz’a, Suat Derviş’ten Can Yücel’e uzanan bir sıkıyönetim hüküm sürdü yüz yıl boyu. Yazmak, çizmek, çevirmek hep bir karşı duruş olarak algılandı ve hüküm verildi daima.
Bugün sansürle mücadele ediyor oluşumuzun, festivallerden filmlerin kaldırılışının ya da galerilerdeki resimlerden rahatsız olanların ideolojik arka planını hep o şifre oluşturdu. Elbette “bağımsız yargının kararı” işler oldu bu süre boyunca. Bizim edebiyatımızın belirgin bir yerini yüz yıldan beri hapishanelerin, hapishanelerde yazılanların belirlediğini söylememiz bu yüzden bir gerçekliktir. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir deneyim ve içerik üretmiştir hapshaneler bu memlekette. Ama direnci, boyun eğmemeyi ve karşı gelmeyi de aktardığı muhakkak.
Darbelerin, sıkıyönetimlerin, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin ya da ağır cezanın seyri yüksek güvenlikli hapishanelere evrildiğinde de bu gerçek değişmedi. Tecrit daima bir tehditle devam ettirdi kendini ve insanları yatması gereken “ceza”yı tamamlamasına rağmen hapiste tutmaya devam etti.
Yüz yıl öncesine baktığımızda hapishane avlusu, ranza, volta eksik olmadı edebiyatımızdan. Diz kırıp aman eden de çıkmadı nihayet. Ama “şifre” geleneği bugün de devam ediyor ve içeriden dışarıya taşan şiirler, romanlar, öyküler, çeviriler, resimler, karikatürler bir karşı duruş olarak barikatın bu yanında kendini var etmeye devam ediyor.
Yazının sonunda hem Ahmed Arif’e hem de Mıgırdiç Margosyan’a bir selam gönderelim:“Kirvem hallarımı aynı böyle yaz.”
* Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Cem Yayınevi, 8. Basım 1975, Sayfa 82
** Reşat Ekrem Koçu, Tarihte İstanbul Esnafı, Doğan Kitap, 3. Baskı Mayıs 2016, Sayfa 126
Evrensel'i Takip Et