Cumhuriyetin sahibi: Kapitalizm ve toplumsal mücadelelerin başlangıcı 1923 müydü? | Dosya: Cumhuriyet, kimlerin kimsesi?
Bütün dünyanın tarihinde olduğu gibi siyaset ve devlet kadar yapısal dönüşümler ve farklı toplumsal sınıfların oynadıkları roller, tarihsel süreci anlamak açısından elzemdir.
Fotoğraflar: AA&DİSK arşivi
Y. Doğan ÇETİNKAYA
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve sonrasında Türkiye’de, kapitalizmin çok geç ve her ne demekse “çarpık” geliştiği iddia edilir. Ya da herhangi bir şey ise “yarı-kapitalizmdir”, tıpkı Osmanlı’nın “yarı-feodal” olduğu iddiaları gibi. Herhangi bir anlama gelemeyecek “Kumarhane Kapitalizmi” gibi garabet kavramsallaştırmaların seveni çoktur. Oysa kapitalizm, -ülkeler ve bölgeler arası zamansal ve çeşitli patika farklılıkları ya da çeşitli geçiş süreçleri bulunsa da- evrensel olarak belli bir dönem içinde tüm kürede ortaya çıkmıştır. Bu özgüllükler ve gelişmişlik farklılıkları olmadığı anlamına gelmez.
Kapitalizmin ortaya çıkışı bütün dünyada benzer bir zaman aralığında gerçekleşmiştir. Bu da bugün artık yaygın bir şekilde “erken modernite” denilen 17. ve 18. yüzyıllarda olmuştur. Feodal üretim tarzı gerek serf ayaklanmaları ve egemen sınıf içindeki çatışmalar gerekse de yapısal dönüşüm neticesinde ortadan kalkmıştır. Bu sürecin Osmanlı’daki gelişimi ise tımar sisteminin çözülüşü ve devşirme sisteminin ortadan kalkmasında ifadesini bulmuştur. Özellikle 18. yüzyılda ekonominin nakdileşmesi, yani parasallaşması üretimin “kullanım değeri”nden ziyade “değişim değeri” için yapılmaya başlanmasının bir sonucuydu. Temel üretim aracı olan toprakta üretilen “mal”lar artık “meta”ya dönüşüyordu. 17. ve 18. yüzyıllar birçok yerde olduğu gibi Osmanlı’da da metalaşmanın yaygınlaştığı dönemdi. Bu da maliyede iltizam ve malikane sisteminin yaygınlaşmasına yol açmıştı. Bu dönüşüm egemen sınıf içinde de ezilenler arasında da büyük bir değişimi getirecekti. Ayan sınıfının yükselişi bu dönüşümün en önemli göstergesiydi. Kentlerde de zanaat ekonomisi hızla dönüşüme uğrayacak lonca sisteminin feodal yapısı yerini meta üretimine bırakacak usta-kalfa-çırak arasındaki ilişkiler dönüşecekti. Sadece mallar değil üretimi gerçekleştiren emek gücü de metalaşıyor ve muazzam bir sermaye birikimi ortaya çıkıyordu. Bu sürecin bir yönü proleterleşmeyken bir başka yönü de ekonominin ve maliyenin nakdileşmesi sayesinde modern devletin inşasının mümkün hale gelecek olmasıydı.
Ekonominin parasallaşmasını sağlayan da bu metalaşma/proleterleşme süreciydi. 19. yüzyılın ilk yarısında gelişen Tanzimat işte bu dönüşümün bir sonucuydu. Türkiye tarihini siyasetin penceresinden ve egemenlerin söylemlerinden okuyanlar, elbette devlet ve yukarıdan aşağıya değişim için Tanzimat’ı bir sonuç değil bir milat ve bir başlangıç noktası olarak alacaktı. Aynen 1923’ü de yukarıdan aşağıya ve siyasi irade ile okudukları gibi. Oysa bütün dünyanın tarihinde olduğu gibi siyaset ve devlet kadar yapısal dönüşümler ve farklı toplumsal sınıfların oynadıkları roller, tarihsel süreci anlamak açısından elzemdir. Bu sadece geçmiş üzerine bir “tarih” tartışması değil aynı zamanda politik de bir tartışmadır.
19. yüzyılda bu dönüşüm farklı bir kalıba dökülecekti. Tanzimat ile modern devletin inşası ve en temel üretim aracı toprakta özel mülkiyetin pratikten yasal düzeye çıkması gibi büyük bir değişim yaşanmıştı. Bu büyük dönüşüm boyunca “ahlaki bir ekonominin” yıkıldığını düşünen alt sınıflar çok farklı biçimlerde isyan etmiş, ayaklanmış ve farklı direniş repertuvarları geliştirmişlerdi. Sonunda dünyanın birçok yerinde olduğu gibi 19. yüzyılın ikinci yarısında modern işçi hareketleri, farklı formlardaki örgütlülükleri ve yeni bir olgu olarak grev de diğer direniş ve başkaldırıların yanında ortaya çıkmakta gecikmemiştir. Nasıl ki Avrupa işçi hareketleri 19. yüzyılın ortasından itibaren örgütlü, sendikalı ve grevli bir hal almış ise Osmanlı İmparatorluğu’nda da ilk modern grev dalgası 1870’lerde gelişmiştir.
Bu muazzam sermaye birikimi ancak onu vergilendirerek kurulacak olan modern devleti değil, aynı zamanda kendi kurumları olan bankaları da 19. yüzyıl boyunca geliştirecekti. Bu süreç olmasa her şeyi, hatta bir toplumsal sınıf olan burjuvaziyi bile yoktan var ettiğine inanılan siyasal seçkinlerin, aydınların ve serbest meslek erbabının ortaya çıkması mümkün olamazdı. 1908 Devrimi bir başka önemli merhaleydi. Bir yandan işçi sınıfı cumhuriyet tarihinde uzun müddet görülemeyecek boyut ve yaygınlıkta grev dalgası ile gelişmişliğini ve örgütlülüğünü gösterecekti. Diğer yandan milli iktisat politikaları, kurdukları şirket ve bankalarla Müslüman/Türk sermaye sınıfı milliyetçi bir siyasi projeye destek verecekti.
Milli İktisat anlayışı çerçevesinde ve özellikle Anadolu’da Müslüman/Türk tüccar, eşraf ve mütegallibenin öncülüğünde milli şirketler ve bankalar kurma girişimleri arka arkaya gelecekti. Çünkü ihracata yönelik tarımsal üretim yapmaya çalışan Müslüman/Türk toprak sahibi sınıfın bir girişimci sınıf olmaya devam etmeleri için rekabet güçlerini arttırmaları yani ürün fiyatlarını düşürmeleri ve ticari faaliyetlerini geliştirmeleri gerekiyordu. Bu sorunların ilacı da kredi sağlayacak bankalar ve çeşitli amaçlarla kurdukları örgütlerdi. Bu sınıf ile milliyetçi siyasal seçkinler Gayrimüslimleri tasfiye ederek ulus-devlet inşasına girişeceklerdi. Bu süreçte sadece Gayrimüslimler değil, emekçilerin kurdukları toplumsal kitlesel örgütler de sosyalist partiler de yenilgiye uğratılacaktı. Savaşlar ve büyük iktisadi buhranlar da bu tasfiyeye yardım etmişti.
Yani 1923’e gelindiğinde sermaye birikimi, modern toplumsal sınıflar ve toplumsal mücadelelerin uzun bir tarihi ve birikimi vardı. 1923 yılının başında İzmir’de İktisat Kongresi’nde farklı sermaye çevrelerini, toprak sahibi sınıfı, işçileri, aydınları, kadınları, siyasal süreçten galip çıkmış Ankara hükümet çevresini ve lider kadrosunu bir arada görebiliyoruz. Buradaki işçiler belki “icazetliydi” ama hakiki bir mücadele geçmişi nedeniyle oradaydılar. Ya da mesleki temsil onların toplumsal mücadelesi dolayısıyla revaç bulan bir yaklaşım haline gelmişti. Bu kongre kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilişinin tam ortasında toplanmıştı.
İmparatorluk Çağı’nın sonunda emperyalist paylaşım savaşının ve iktisadi krizlerin yıkımından radikal bir siyasal proje olarak cumhuriyet ile çıkılacaktı. II. meşrutiyet yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyetini, Milli Mücadele sırasında kongreleri ve Ankara hükümetini destekleyen, finanse eden mütegallibe, eşraf ve milli burjuvazi “ulusal mücadele” ile radikal bir hegemonik projeye de destek olacaktı. Liberalizmin iflas ettiği, yakında faşizmlerin yükseleceği bir çağa giriliyordu. Bu dönemde ulus-devlet inşası çerçevesinde ticaret ve sanayi alanında sermaye birikimine devam eden Müslüman/Türk burjuvazisinin desteği cumhuriyetin sadece “zor” ile yürütülen seçkinci bir girişim olmamasını sağlayacaktı. Cumhuriyetin sahibi sadece devlet, seçkinler ve ordu gibi devletin kurumları değil aynı zamanda güçlü bir şekilde sermaye sınıfıydı.
Dahası hegemonik bir rejim olarak emekçi sınıfların da desteğine sahipti. İşçi hareketinin de solunda cumhuriyetçi olması bu durumu daha da tahkim edecekti. Onlar aslında ilk cumhuriyetçilerdi. Bu süreçte yaptıkları ancak farklı ve başka bir cumhuriyet tanımlamak ve savunmak olacaktı. Bu, cumhuriyet tarihi boyunca solun güçlü olduğu zamanlarda gerçek bir ihtimal olarak ortaya çıkabildiği gibi günümüzdeki gibi egemen sınıfın cumhuriyetçiliğinin arkasına yedeklenmek şeklinde de tezahür edebiliyordu. Sınıf körü ve soyut cumhuriyetçilik üzerine ahkam kesenlerin tutumu bu ikinci ihtimali ne yazık ki tahkim ediyor.
Bugün devletin ve kurumlarının cumhuriyet konusunda biraz daha utangaç olduğu ve geri durduğu ortamda cumhuriyetin gerçek sahibi sermaye sınıfı daha bariz ortaya çıkıyor. Ve yine egemenlere yedeklenen tutum da daha net ayan oluyor.