Filistin-İsrail meselesinde doğrular ve "doğru" bilinen yanlışlar
Filistin topraklarının büyük ölçekte Yahudilere satıldığı kanısının aksine, veriler toprakların çok küçük bir kısmının satıldığını göstermektedir.
Fotoğraf: AA
İrem Hazal KELLECİ
Tunahan ÖZ
ODTÜ
Filistin 1516 yılından 1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı toprakları içerisindeydi. 1917’de İngiltere bölgeyi işgal etti ve 1948’e kadar manda idaresi kurdu. Filistin ise halihazırda zaman zaman Yahudi göçü almaktaydı. Ancak Yahudiler, yüzölçümü olarak toprağın yalnızca yaklaşık yüzde 7’sine sahiptiler. Genel nüfusa oranları ise yüzde 11 civarındaydı.*
1947’deyse İngiltere, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler Cemiyetine bırakır. BM komisyonu bölgede ikili devlet kurup Kudüs üzerinde ise uluslararası idareye bırakılmasını önerir. Ancak bu karar hiç uygulamaya konulmaz ve 1948’ de İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle beraber İsrail Devleti kurulur. Bundan sonraki yıllar ise bilindiği gibi, Arap devletleriyle İsrail’in çatışmalarına sahne olmuştur. İsrail, kurulduğundan bu yana Filistin topraklarını yavaş yavaş işgal ederek Filistinlileri de baskı altında tutmaya çalışır. Filistin ise ancak 1988’de bağımsızlık ilan edebilmiştir. Bundan sonraki süreçte de İsrail ve Filistin çatışması, İsrail’in domine ettiği çatışma ortamıyla devam etmiş, neticesi bugünkü savaş olmuştur.
FİLİSTİNLİLER TOPRAK SATTI MI?
“Filistinliler topraklarını sattı” iddiasının gerçekliğini tartışmadan önce bu iddianın Filistinlerinin yaşadığı zulme meşruiyet kazandırılmak amacıyla öne sürülmesinin ne bilimsel ne de insani bir tarafının olmadığının altını çizmek gerekir. Geçtiğimiz günlerde Oğuzhan Uğur’un programına katılan Celal Şengör meseleye “Büyük ölçekte toprak satılmıştır. Satılmadı diyenler de zır cahillerdir”, İlber Ortaylı ise “Eskiden Filistinli demek arazi satıp yaşayan demekti” demişti. İlber Ortaylı’nın ifade ettiği “arazi satıp yaşama” tarzının kendisinin de çok iyi bileceği gibi Arap köylüler tarafından yapılmış olması pek muhtemel gözükmüyor. Çünkü sıradan köylülerin arazilerini satıp yaşayacak ölçekte bir toprak mülkiyetine sahip olması fazlasıyla istisnai bir durumdur.
Ortaylı’nın buradaki sınıfsal ayrımı görünmez kılmaya çalıştığı açık. Sorunu anlamak için 1867’de çıkarılan İstimlak-i Emlak Nizamnamesi’ne bakmak faydalı olacaktır. Bu nizamname ile, yabancıların Osmanlı Devlet’inde mülk ve arazi edinebilmeleri kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Fakat Museviler’in, kanundaki boşluklardan yararlanarak kendilerini Osmanlı tebaası gibi kaydettirdikleri veya ziyaret bahanesi ile yerleşip geri dönmedikleri örneklere de rastlanmaktadır. Ek olarak, bu tartışmalarda Filistinlilerin iradesi dışında İngiliz mandası döneminde satışa çıkarılan topraklara pek değinilmediği de söylenebilir. Büyük ölçekte toprak satılmıştır kanısının aksine, veriler toprakların çok küçük bir kısmının satıldığı göstermektedir.
KATLİAMI MEŞRULAŞTIRMA ÇABASI: "ARAPLAR BİZE İHANET ETTİ”
2004 yılında Konya Büyükşehir belediyesinin düzenlediği bir konferansta İlber Ortaylı, “Zamanında Osmanlı’ya başkaldırıp ihanet eden Filistin, bugün bu ihanetini canıyla ve malıyla ödemektedir” demişti. Güncel gelişmelerle bu değerlendirme de yeniden tartışmaya açıldı.
Tarihçiler geçmişin tecrübesini anlaşılır kılmaya; farklı toplumların farklı tercih ve eylemlerini anlayıp doğru bağlamlara oturtmaya çalışırlar. Dolayısıyla, geçmişte olup bitmiş, hem çevresiyle hem de kurumlarıyla, topluluklarıyla ortadan kalkmış bir dünyayı değerlendirirken sağduyulu bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Çeşitli tartışmaların “ihanet etti/etmedi” üzerinden ilerlemesinin de yine hiçbir bilimsel bir tarafı yoktur. İhanet yaftası ile amaçlanan, Filistin halkının yaşadıklarını meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla esas mesele, bu olayları en geniş çerçevede ve nedensellik ilişkisi içerisinde, toplumun içinde bulunduğu özgün koşulları da gözeterek anlamlandırmaya çalışmaktadır.
Arap coğrafyasında Osmanlı’ya karşı isyanlar gerçekleşmiştir. Fakat burada gözden kaçırılan nokta, meseledeki sınıfsal öz ve özne (temsiliyet) problemidir. Osmanlı’ya sözde “ihanet”, sanki kendilerine yönelik bir ihanetmiş gibi bir özne-temsiliyet çelişkisinde ifade edilmektedir. Osmanlı da dönemin diğer tüm devletleri gibi sınıflı bir toplumdu ve biz diyerek temsiliyet atfetmenin ne tarih disiplini içerisinde ne de genel çerçeve içerisinde hiçbir gerçekliği bulunmamaktadır. Öte yandan, bahsedilen dönem başka ulusal bağımsızlık hareketlerini de gördüğümüz bir dönemdir. Bunlardan biri de Türkiye’nin kuruluşu ile sonuçlanmıştır. Hâl böyleyken Arapların ulusal bağımsızlık hareketlerini bu biçimiyle değerlendirmek tamamıyla tutarsızdır.
İSRAİL LAİK BİR DEVLET Mİ? SEKÜLER KESİM KİMİ DESTEKLEMELİ?
Bugün dünyanın birçok yerinde halklar Filistin’e destek yürüyüşleri ve çeşitli kampanyalar yürüttüler. Türkiye’de de halkın çeşitli kesimlerinin katıldığı Filistin’e destek eylemlerine şahit olduk. Bunların arasındaki gruplardan biri de Türkiye’deki İslamcı kesim. Bu sebeple, kimi zaman İsrail ve Filistin çatışması bir sekülerizm-dincilik çatışması ile karıştırılabiliyor. İsrail’in kuruluşuna bile baktığımızda, devlet, kendi meşruiyet kaynağını (büyük oranda) Tevrat’ta İbrahim peygambere ve Yahudilere vadedildiği söylenen topraklarda bulunmasından almaktadır. Bu sebeple, laik/seküler bir anlayışın tam aksine, İsrail burjuvazisi ve benimsediği Siyonizm, temel hareket alanını Filistin halkının tecrit ve tehcir edilmesi, hatta katledilmesi üzerine kurmuştur. Dolayısıyla İsrail devletinin Siyonizm uğruna tüm Filistin halkının yaşam hakkına gasp eden tutumu, İsrail’in ne demokratik ne de laik bir devlet olmadığının açık göstergesidir.
FİLİSTİNİ SAVUNMAK VE HAMASÇI OLMAK ARASINDAKİ FARK
Tablonun diğer tarafında cihatçı bir örgüt olan Hamas’ın bulunmasının bir kafa karışıklığı yarattığı da aşikâr. Bu da “Filistin’i desteklemek Hamas’ı desteklemek olmaz mı?” gibi soruları beraberinde getiriyor. Bu tartışmayı anlamlandırmak için Filistin halkının bu sürece kadarki durumuna bakmak gerekir. Filistinliler, kendi topraklarının %85’inden sürülmüş, Batı Şeria ve Gazze’ye sıkışmış, bir yandan da İsrail’in askeri müdahalelerine maruz kalmış, suyun elektriğin ve gıdanın hayli sınırlı olduğu bir durum içindeler. Bu koşullar, Filistin direniş örgütlerini yarattı ve bunlardan biri de Hamas. Ardından, İsrail’in işgaline karşı bağımsız Filistin devletinin kurulmasını hedefleyen örgütlerin tek çatı etrafında toplanması için Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu. Filistin bağımsızlık mücadelesinin önderliğini 80’li yıllara kadar; sol olarak adlandırabileceğimiz, laiklik ve demokrasiden taraf, antiemperyalist örgütler yapıyordu. 80’li yıllara gelindiğinde İran İslam Devrimi’nin yaşanması, Sovyetler Birliği’nin de dağılmaya doğru giderken sosyalist ve antiemperyalist dış politikayı terk etmesi, ABD ve Mossad’ın FKÖ karşısında İslamcı hareketleri desteklemesi** gibi pek çok faktörün; Hamas, İslami Cihad ve Hizbullah gibi örgütleri ortaya çıkardığını görüyoruz. 90’lı yılların ortalarına kadar Filistin direnişinin en güçlü örgütü konumunda bulunan El Fetih adıyla da bilinen Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin direncini kırmak isteyen İsrail, Hamas’ı güçlendirecek bir pozisyon almıştır. Hamas ise önemli ölçüde İran ve Katar’a sırtını yaslıyor. Dolayısıyla, Filistin direnişinin intifadalardan gelen mirası, Hamas’a değil Filistin halkına aittir. Halkın geniş kesimlerinin Filistin direnişini sahiplenmesi ise Filistin halkının daha ilerici bir mücadele hattını izlemesine destek olur, Hamas’a değil.
ARABULUCUKLA SAVAŞ BİTİRİLEBİLİR Mİ? ERDOĞAN NE YAPIYOR?
Uzun yıllardan beri Filistin meselesini iç siyaset malzemesi haline getiren, Filistinlilere desteğini esirgemeyen (!) Erdoğan yönetimi barış yanlısı bir izlenim vermek amacıyla itidal çağrısı yaptı. Filistin-İsrail savaşının tarihsel arka planını ve Türkiye’nin dış politikasını göz önünde bulundurmazsak, bu tutum, savaşın bitmesi için atılabilecek en doğru ve “iyi niyetli” tutum olarak görülebilir. İtidal çağrısı, tarafsız olmaktan ziyade İsrail’in saldırılarına meşruiyet kazandırmakta ve oradaki ezen-ezilen ilişkisini halı altına atmaktadır. Zaten AKP iktidarının da bu söylemleri ve pratikteki eylemleri de fazlasıyla tutarsızdır. TÜİK özel ticaret sistemi verilerine göre AKP iktidarının başladığı 2002 yılından itibaren Türkiye’nin İsrail’e ihracatı 861,4 milyon dolar; İsrail’den ithalatı ise 544,5 milyon dolar idi. 2022’de ihracat 6,74 milyar dolara yükselirken ithalat da 2,17 milyar dolara çıktı. Ticaret hacmi de 1,41 milyar dolardan 8,91 milyar dolara ulaştı. Buna göre ticaret hacmi son 20 senede yüzde 532 artış gösterdi. İsrail ile kurulan ticari ve diplomatik ilişkiler, İsrail’e katliam yapacak gücü veren şeyin ta kendisi. Dolayısıyla AKP iktidarının tutumu, savaş harcamalarından diplomasisine kadar İsrail’e üstü örtülü bir destek halidir. Kısacası AKP’nin hamasi söylemleri ve Batı’nın ikiyüzlülüğü karşısında bizlerin önündeki tek seçenek din, dil, ırk gözetmeksizin tüm halkların özgür, adil ve demokratik bir dünya mücadelesi etrafında birleşmektir.
İşbirlikçi ve emperyalist iktidarlar kendi halklarını önemsemedikleri ve iyiliklerini gözetmedikleri gibi AKP de kendi dış politikasını barış yanlısı güçlerin alması gerektiği üzere Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde değil, kendi cebini doldurma ve işgalci talandan pay kapma yarışı ile belirlemektedir. Filistin halkının mücadelesi de, dünyanın diğer halklarının mücadelesinden ayrı değildir, olamaz da. Filistinlilere bu zulmü yaşatan, İsrail ve ABD başta olmak üzere Batı devletlerinin emperyalist politikaları olduğu gibi, Türkiye’de tam bağımsızlık ve AKP iktidarıyla mücadele bu emperyalist güçlerden ve AKP’nin dış politikasından ayrı düşünülemez. Büyük resimde, Türkiye’deki fakirleştirme ve baskı politikalarıyla Filistin’deki işgal politikası bağlantılıdır. Türkiye’de özgürlük ve demokrasiden yana her güç, Filistin için de bunlardan yana olmalıdır ki kendi mücadelesi tutarlı ve başarılı olabilsin.