Anayasa tartışmaları ve laiklik: Neden gündemde nasıl değerlendirmeli?
Türkiye’nin çağdaş bir anayasaya gereksinimi vardır. Bu saptama doğrudur, ancak asıl mesele yeni anayasanın nasıl bir toplumsal uzlaşma ile, kimler tarafından yapılacağıdır.
Themis heykeli | Fotoğraf: Tingey Injury Law Firm/Unsplash
Serhad GÖKHANER
Şevval ERGİN
İstanbul Üniversitesi
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken anayasa tartışmaları devam ediyor. AKP “Darbe anayasasını değiştireceğiz” kılıfıyla süreci laikliğe, demokrasiye ve yaşam tarzına yeni darbeler vuracak, başörtüsü ve aileye dair düzenleme önerileriyle sürdürüyor.
ANAYASA NEDİR?
Anayasanın hangi koşullarda ortaya çıktığını, nasıl biçimlendiğini anlamak bugünkü tartışmalara geçmeden önce bize bir ayna tutacaktır. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte bir sınıfın diğer sınıfa egemenlik kurma aracı olan devletin gelişmesinin belirli bir aşamasında, toplumsal üretimi, ürünlerin paylaşımını, insan ilişkilerini düzene sokma ihtiyacı ortaya çıkar ve teamüller, yasa haline getirilir. Toplum daha da geliştiğinde ve dolayısıyla hukuk sistemi gitgide karmaşıklaştığında hukuksal terimler ekonomik terimlerden uzaklaşır ve hukuk, ortaya çıkışının ve gelişiminin nedenlerini ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında ya da irade kavramında bulan bağımsız bir kurum olarak görülür. Bir toplum sözleşmesi olarak anayasa metinleri, en kısa haliyle bir bütün olarak, ulusal ölçekte egemen olan ideolojik yapının ve üretim ilişkilerinin normatif ifadesidir.
MEVCUT TARTIŞMALAR
Bugüne döndüğümüzde bu konuda en çok gündeme gelen kavramlardan bir tanesi de laiklik oluyor. İçi boşaltılan sosyal devlet, halkçılık gibi kavramların önünde son gaz devam eden “laikliğin anayasada gerekli olup olmadığı” tartışmaları da şu soruyu akıllara getirmekte: Neden laik anayasaya ihtiyaç duyuyoruz?
Laiklik, en kısa haliyle devlet organının dine ilgisizliği ve kayıtsızlığı olarak tarif edilebilir. Hükümetin en çok saldırdığı konulardan biri laiklikken, tarikat ve cemaatlere cumhuriyet tarihinde en çok alan açıldığı, imam hatip okullarıyla “kindar ve dindar bir nesil” yaratılmak istendiği, ÇEDES gibi projelerle liselere din görevlilerinin atandığı, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırıldığı bir süreçten geçiyoruz. İktidar bütün olanaklarıyla devletin her kademesinde bu politikaları sürdürüyor, burjuvaziye yeni alanlar açmak ve sömürü koşullarını artırmak, bu koşulları “şükretme ve minnet” ile bulandırmaya çabalıyor.
Bu yüzden, AKP iktidarında “ucuz emek cenneti” haline gelen Türkiye’de laiklik kavramı, liberal anlatının dışında sadece “istediği dine inanma özgürlüğü” gibi bireysel bir özgürlük alanı olarak değil işçi ve emekçilerin, insanca ücret ve çalışma koşulları talebinin de parçasıdır.
KİMİN HUKUKU?
Bir üstyapı kurumu olan anayasa, sınıf-güç ilişkilerinin bir sebebi ve onun garantörü olduğu gibi, egemen sınıfın kendi tahakkümünü muhafaza etmesinin yazılı bir aracıdır. Fakat ondan daha çok güncel sınıf güç ilişkisinin somutlaşmış bir ifadesidir ve bu sebeple toplumsal mücadele düzeyine göre anayasalar değişebilir. Sınıflı toplumlar tarihi bize bunu tanıtlar.
Nitekim hukuk, toplumun ekonomik ve sosyal yapısının bir yansımasıdır ve bu yapıya göre şekillenir. Esasen işlevi, üretim ilişkilerini, yani mülkiyet ilişkilerini düzenlemek ve korumaktır.
ANAYASANIN 100 YILLIK SÜRECİ
Bizim anayasalar tarihimize baktığımızda ise ilk göze çarpan, 1924 Anayasası’nın sorunlu biçimidir. Devlet rejiminin cumhuriyet olduğu maddesiyle “Devletin dini İslam’dır” maddesi anayasada birlikte bulundurulamaz. Genel olarak 1924 anayasası tek güç ve tek meclis esasına dayalı, halkların taleplerinden uzak, meclis hükümetinin daha kolay karar alıp uygulamasına göre hazırlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin ABD’ye yaklaşması ve dünyadaki gelişmeler, çok partili düzene geçişi beraberinde getirmiştir. Bu durumda tek partili düzen için yapılan anayasayı geçersiz kılmıştır. 1960 darbesi de bu süreçte gelişen burjuvazinin istekleri doğrultusunda sermaye ve orta sınıfın anlaşmaya vardığı, dönemin hükümetin diktatörlüğünün karşısında ortaya çıkmıştır. Bu açıdan baktığımızda 1961 Anayasası her ne kadar darbe anayasası olsa da işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. 61 anayasasıyla ilk kez sosyal hukuk devleti tanımı anayasaya girmiştir. Çalışma hakkı, sendikalaşma hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı anayasal güvence altına alınmıştır. Elbette bu süreç kendiliğinden gelişmemiş, işçi sınıfının mitinglerle, grevlerle ortaya koyduğu irade, birçok kazanımın temel etmeni olmuştu. İşçilerin kazanımlarından rahatsız olan burjuva devletinin farklı aygıtları fırsat buldukça bu hakları kısıtlayıcı adımlar atma girişimlerinden bulundular. 1971 Muhtırası ve 1982 Askeri Darbesi’yle farklı hükümetler neoliberal ekonomi politikaları izlerken sendikal hakları da anayasal boyutta kısıtladı.
NASIL BİR ANAYASA İSTİYORUZ?
Şu anda Türkiye’nin, başkanlık sisteminin derinleştirdiği yoksulluğu ve hukuksuzlukları telafi edecek çağdaş bir anayasaya gereksinimi vardır. Bu saptama doğrudur, ancak asıl mesele yeni anayasanın nasıl bir toplumsal uzlaşma ile, kimler tarafından yapılacağıdır.
Kapitalist devlet modelinin en önemli yansımalarından biri olan bürokrasi ve kuvvetler ayrılığı ilkesi, genel anlamıyla devletin işçiler ve emekçiler tarafından denetlenemez ve içerisinde temsil edilemez zümrelere sahip olmasının bir dayanağıdır. Oysa demokratik, özgürlükçü bir anayasada, halklar ve işçi sınıfının çıkarı esas alınmalı ve halk yasa yapma süreçlerine doğrudan katılmalıdır. Kararların bizler adına değil de bizlerle alınıp uygulandığı bir sisteme ihtiyacımız var.