"Laikliğin toplumsallaşması için mücadele yaşamsal" | Dosya: Cumhuriyet, kimlerin kimsesi?
“'Şapka devrimi' için gösterilen kararlılık toprak reformu için gösterilseydi, köylülerin çaresizce yerel egemenlere yedeklenmekten kurtarılması da mümkün olacaktı.”
Fotoğraf: DHA
Birkan BULUT
Ankara
Türkiye’de laiklik tartışmalarını değerlendiren tarihçi yazar Erdoğan Aydın, “Siyasal İslamcı güçlerin 20 yılı aşkın zamandır iktidarda olduğu ve bunca ağır krize rağmen hâlâ yüzde 50’lik bir toplumsal desteği kontrol edebiliyor olması, laikliğinin içselleştirilme düzeyi açısından ciddi bir sorun. Bu durum, laikliğin yeniden toplumsallaştırılması için mücadeleyi yaşamsal hale getirirken, aynı zamanda cumhuriyet laikliğinin de, sergilediği zaaf açısından ciddi bir sorgulamadan geçirilmesini gerektiriyor” dedi.
Türkiye’de laiklik tartışmaları dönüp dolaşıp aynı yere getiriliyor: Laiklik tepeden inme geldi. Bu biraz zorunluluk muydu yoksa tercih mi?
Soruna İslamcıların ürettiği bu ikilem üzerinden yaklaşmanın, hem durumu doğru okumaya hem de çözüm üretmeye katkı yapmayacağı kanısındayım. Bununla birlikte belirteyim ki; bir şeyin yukarıdan aşağı gelişi, tek başına yanlışlığını göstermez. Hilafet haksız bir kurumdu, tasfiye edilmeliydi. Kadın hakları adaletin gereğiydi, getirilmeliydi. Din devletleriyle insan haklarının ters orantılı niteliği, tarihin de günümüzün de somut gerçeğidir, dolayısıyla tasfiye edilmeliydi. Sorun, bunların toplumsal bir talep olmadan da tasfiye edilmesi değil, bu iradenin halkın ekonomik haklarını da kucaklayan bir politikayla yapılmamış olmasıdır. İslamcılar, bu “Tepeden gelme” vurgusu üzerinden bir hak ihlali yapıldığı imajı üretmeye çalışıyor; oysa gerçekte aradıkları şey, hak ve hukuk değil, bizatihi kendisi bir haksızlık olan hilafetin, uygulandığı her örnekte yalnızca tahakküm üreten dinsel kurallarla yönetilmek, kadın haklarının geri alınması, özetle mutlak hakimiyet.
Mevcut durum, cumhuriyetin 100. yılında laikliğin, en sorunlu alanlardan biri haline geldiğini gösteriyor. Yükselen İslamcılığa bağlı olarak Türkiye, ciddi bir hak ve özgürlük kaybı ortamında yaşıyor. Siyasal İslamcı güçlerin 20 yılı aşkın zamandır iktidarda olduğu ve bunca ağır krize rağmen hâlâ yüzde 50’lik bir toplumsal desteği kontrol edebiliyor olması, laikliğin içselleştirilme düzeyi açısından ciddi bir sorun. Bu durum, laikliğin yeniden toplumsallaştırılması için mücadeleyi yaşamsal hale getirirken, aynı zamanda cumhuriyet laikliğinin de, sergilediği zaaf açısından ciddi bir sorgulamadan geçirilmesini gerektiriyor.
"LAİKLİĞE YÖNELİM CUMHURİYETTEN ÖNCE VARDI"
Cumhuriyet laikliği nasıl şekillendi?
Cumhuriyet laikliğinin devletin kendini dini normlardan arındırması noktasında başarılı ama laikliği topluma içselleştirmesi açısından başarısızlığından söz edebiliriz. Bu süreç 3 Mart 1924’te Hilafetin tasfiyesi ve onunla birlikte din eksenli eğitimi ortadan kaldıran Tevhid-i Tedrisat Yasası ile belirginleşti. 4 Ekim 1926 İsviçre Medeni Yasası’nın Türkiye’ye getirilmesi ve akabinde 1934’te kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması bunun önemli adımları. Yine Türkiye’nin Müslümanlaştırılması amacına esas olarak ulaşıldığına inanıldıktan sonra “Devletin dininin İslam olduğu” belirlemesinin 10 Nisan 1928’de anayasadan çıkarılması ve nihayet 5 Şubat 1937’de laikliğin anayasaya sokulması, devletin laikleştirilmesinde temel adımlar. Tabii bu laikleşme sürecini salt cumhuriyet sonrasına bağlamak da manipülatif bir yaklaşım olur. Geçmişi Tanzimat Fermanı’na uzanan bu dönüşüm sürecinin cumhuriyetin hemen öncesinde de belirgin yansımaları var. Nitekim “Egemenliği kayıtsız şartsız millete ait”olduğunu ilan ederek Tanrının egemenlik belirleyeni olmaktan çıkarılması ve devlete din biçme gereği duymamasıyla 1921 Anayasası, Milli Mücadele’nin daha en baştan laik bir yönelim içinde olduğunu gösterir. Ancak buna rağmen kurucu kadronun kafasındaki laiklik açısından ciddi sorunlar karşısında olduğumuzu belirtmeliyim.
"TÜRKLEŞTİRME, MÜSLÜMANLAŞTIRMA VE MUASIRLAŞTIRMA"
Kurucu kadrolarının kafasındaki laiklik neydi, ne oldu?
Laiklik, devletin kendini dini kuralların dışına çıkarması yanında aynı zamanda yurttaşların inanç tercihleri karşısında eşit mesafede durması, belli bir dinden/mezhepten yana topluma dayatmalarda bulunmaması, kendini dinle tarif etmemesi, diğer inançlara karşı asimilasyon ve dışlamada bulunmamasıdır. Cumhuriyet laikliği açısından bunlar sorunlu alanlar. Nitekim cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’te, üstelik bu yönde bir basınç olmadığı halde “Devletin dini İslamdır” belirlemesi anayasaya sokulacak ve bu önceki döneme göre sergilenen gerileme 24 Anayasası’nda da yinelenecektir. Bu ilanat, toplumun gayrimüslim ögelerine karşı devletin Müslüman kimliğe sabitlenmesi ve geleceği buna göre planlayacağının ilanı, bu anlamda laik yönelimin, bizzat cumhuriyet ilanı sırasında sakatlanmasıdır. Bu tercih, Şeriye ve Evkaf Vekaletini feshederken onun yerine Diyaneti kurumsallaştırarak pekiştirilir. Yani bir yandan hilafet tasfiye edilirken, onun dini, devlet iradesiyle toplumun tek dini yapılır. Bu da kurucu kadrolar için asıl olanın laiklik değil, toplumun Türk-İslam sentezinde tektipleştirilmesi olduğunu ve onun da modernleştirilerek kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi olduğunu gösterir.
DİYANET TEK TİPLEŞMENİN KURMAYI
Peki farklı inançlar karşısındaki tutumu ne oldu?
Rejim toplumunu Türkleştirmek, Türklüğü de İslam/Sünni/Hanefilik paydasında şekillendirmek, Türkiye’yi farklı kimlikli yerlilerinden arındırmak istiyordu. Diyanet, bu tektipleştirmenin inançsal kurmayı olarak konumlanacak, yasal desteklerle dokunulmaz kılınacaktı. Bu bağlamda Alevilerin, Hristiyanların, Yahudilerin kendi kimlikleriyle eşit yurttaş olmalarını imkansızlaştıran bir dini kamusal alan oluşturuluyordu; tıpkı etnik alanın da Kürtlerden ve artık sadece İstanbul’da kırıntıları kalmış Hristiyan etnisitelerin de istememesi gibi.
Türkiye’nin yaşayan en büyük inançsal azınlığı olan Aleviler ise, devletin İslam’ına asimile edilebilir bir topluluk olarak kodlanıyor ve kendilerini Alevi kimlikleriyle ifade etme hakkından yoksun bırakılıyorlardı. Genellikle şeriat karşıtı bir laiklik adımı olarak yorumlanagelen Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Kanunu ile gerçekte Alevilerin kendilerini kurumsal olarak var etme imkanları ortadan kaldırılıyor, ibadet mekanı olarak camiye, inanç otoritesi olarak Diyanet imamlarına mahkum ediliyorlardı.
LAİKLİKTE SINIFSAL TERCİHLER
Bu noktada burjuvazi laiklik politikasını neden köklü toplumsal reformlarla ilerletmedi? Ya da ilerletemedi mi? Örneğin laikliğe sosyal temel olarak toprak reformu desteklenemez miydi?
“İlerletemedi” görüşünün epeyi savunanı var. Ama Türkleştirmek için Kürtlere yapılanları, hatta bir Şapka Kanunu için bile yapılanları anımsarsak; laikliğin geliştirilmesinde bir yetmezlikler hali değil, sınıfsal bir tercih karşısında olduğumuzu düşünmek daha gerçekçi olacaktır.
Mustafa Kemal’in 7 Şubat 1923’te Zağanos Paşa Camisi’ndeki meşhur, “Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Kimsenin büyük arazisi yoktur! Bu arazi sahipleri de korunacak insanlardır” sözü, nasıl bir iktisat politikası izleneceğinin göstergesi. Nitekim bırakın “milletin efendisi” sözünün gereklerini, eğer devlet toprak ağasının olduğu kadar köylünün de devleti olmayı isteseydi, örneğin “şapka devrimi!” için gösterilen kararlılık toprak reformu için gösterilseydi, köylülerin çaresizce yerel egemenlerine yedeklenmekten kurtarılması da mümkün olacaktı. Keza devlet 1 Mayıs, sendikalaşma ve sol siyaset yasakları yerine emekçinin de devleti olsaydı, yani gerçekten de “kimsesizlerin kimsesi” olma sözünde dursaydı, geleneksel güçlerin toplumsal hegemonyası da zayıflar, din istismarı işlevini kaybeder, laiklik çok daha köklü bir kurumlaşma imkanına kavuşurdu. Ama cumhuriyet rejiminin gelecek planlaması, diğer kimliklerden arındırılıp Türkleştirilmiş ve Sünnileştirilmiş bir Türkiye inşası ve bu toplumun kapitalizmin ihtiyaçlarına göre modernleştirilmesi olunca, laiklik de bir özgürlük sistemi olmaktan çıkartılıp bir gütme aracı olarak deforme edilecekti.
Ülke sosyolojisini dayatmalar ve yasaklarla formatlayarak yol almayı tercih eden bu modernleşmenin, seçime girmek zorunda kaldığı her seferde geleneksel güçlere yenilmesi de kaçınılmaz olacaktı. Kısacası rejim, kendi krizlerine karşı tek meşruiyet alanı olarak büyüttüğü Türk-İslam kimliğinin en uç örgütleri tarafından teslim alınacaktı. Bu bağlamda bugün yaşadığımız süreç, cumhuriyet laikliğinin yapısal problemlerinden bağımsız anlaşılamaz.