09 Kasım 2023 16:28

100. yılda cumhuriyet: Kazanımları, mirası ve sorunları

Bugünkü sorunlar, elimizde demokrasinin sadece kırıntısının kalması, tek başına AKP’nin eseri mi yoksa cumhuriyetin attığı temellerin ve gelişiminin sonucu mu?

Fotoğraf Wikimedia Commons'dan alınmıştır.

Paylaş

Berkay MORKAN

Boğaziçi Üniversitesi

 

Bu 29 Ekim’de, 1923 yılında ilan edilen ve anayasaya göre de hâlâ yaşadığımız ülkenin yönetim biçimi olan cumhuriyet, 100 yaşına girdi. Cumhuriyetin ilanının 100. yılı da dört bir yanda havai fişeklerle, drone gösterileriyle, konserlerle ve geçit törenleriyle kutlandı. 100. yıl kutlamalarına dair, muhtemelen, gençlerin önüne sıklıkla getirilen şeylerden biri de cumhuriyetin ilk yıllarında çekilmiş görüntülerle, o nesnelerin bugünkü hâllerini birleştiren, duygusal müziklerden ve Atatürk’ün görüntülerinden sıklıkla yararlanılan reklam filmleriydi. Peki Cumhuriyet'imizin tarihi gerçekten bu kadar özenilesi ve yüce bir başarı hikayesi mi barındırıyor? Bugün ekonomik, sosyal, politik sorunlar, elimizde demokrasinin sadece kırıntısının kalması, tek başına AKP’nin eseri mi yoksa cumhuriyetin attığı temellerin ve gelişiminin sonucu mu?

KURTULUŞ SAVAŞI SONRASI

Türkiye Cumhuriyeti’nin teşkilatlanması ve kurumsallaşması ile geçen, bildiğimiz formuna ulaşana kadarki süreç (1920-1924), Türk ulusal burjuvazisinin, köylülük ve o dönemde eser miktardaki işçi sınıfıyla, ülkeyi boyunduruğa alarak, iktidarı işbirlikçi çetelere teslim etmeye hazırlanan büyük güçlere karşı antiemperyalist ve ilerici savaşının bir ifadesidir. Elbette ki bu dönemde de büyük oranda Anadolu’daki ticaret burjuvazisinden meydana gelen bu millî sermayedar grubu, köylüler ve işçilerle zorunlu bir ittifak kurdu. İttifakı ilerici yapan şey de ulusal burjuvazinin önderliğinden ziyade köylü ve işçi toplum kesimleriyle yapılmış olması, düşmanınsa uluslararası emperyalist güçler olmasıydı.

Nitekim, Millî Mücadele’nin zaferinin ardından hem İngiliz, Fransız güçlerinin hem de onların çıkarlarını savunan Yunanistan Krallığı’nın güçlerinin Anadolu’dan nihai olarak kovulmasından sonra, Türk ulusal burjuvazisi için demokratik atılımların bir sınırı vardı. Monarşinin ve hilafetin lağvedilmesi ile önce “Devletin dini Din-i İslam’dır” ibaresinin kaldırılması, uzun yıllar sonra da doğrudan laikliğin eklenmesi, ne yazık ki, bu adımların sınırını çizdi. Bunların kendi başlarına kıymetini göz ardı etmeyerek, Avrupa ülkelerinin kendi burjuva devrimlerinde “toprak reformu”, “ulusal sorun” gibi konuları da çözebildiklerini de unutmadan, Türk devriminin “yarım” kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunu da sadece, ne hareketin Mustafa Kemal gibi önder kadrolarının ne de burjuvalarının şahsi iradi tercihleriyle değil ama burjuvazinin tekelci kapitalizm döneminde artık sınıf olarak gerici ve çürüyen karakteri temelinde anlamak gerekir.

SERMAYENİN TÜRKLEŞTİRİLMESİ

Cumhuriyet, savaşın bitişinden sonra ilan edildiği gibi, antiemperyalist savaşın sonlanmış olmasından sonra ulusal burjuvazinin egemenliğinin pekiştirilmesi, mübadele vb. araçlarla çoğunluğu Gayrimüslimlerin elinde bulunan sermayenin “Türkleştirilmesi” ile de sürüyor. Bu uygulamaların devamı, 6-7 Eylül’deki pogroma ve halk nezdinde komşu halklara karşı gerici, şoven bir öfke örgütlenmesine; dış politikada krizlere kadar varıyor.

Örneğin, Kayseri’den gelerek Adana’da Rum ve Ermenilerden kalan fabrika ve tarlaları yok fiyatına alarak orada bir servet sahibi olmaya başlayan Sabancı ailesinin, devasa bir sermaye ve emri altındaki borç batağında toprağını satmış, emeği dışında satacak bir şeyi kalmamış - yani işçileşmiş- köylüler ordusuyla birlikte cumhuriyetimizin en büyük “başarı hikayeleri”nden birine sahip. Dolayısıyla, burjuvazinin diğer “köklü” üyelerinin de ortaya çıkışında çok farklı bir seyir izlemeyen bu sürecin başında azınlıkların ve gayrimüslimlerin mülksüzleştirilip tasfiye edilmesiyle onlardan açılan yerlere Türk ve Müslüman ailelerin doldurulma çabası olduğunu görmek pek de zor olmayacaktır.

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Bununla birlikte, Kurtuluş Savaşı boyunca hem doğuda hem batıda Kürtlerin desteğini alan Kuva-yı Milliye ve Mustafa Kemal, o dönemde SSCB Dışişleri Bakanı Çiçerin ve Lenin’le mektuplaşmalarında* oralardan aldığı desteğin sonucunda Kürtlerin, Lazların ve Trakya’nın bağımsızlık hakkını koruyacağını lakin, öncelikle ülkedeki emperyalist işgalden kurtulmaları gerektiğini ve daha da ileri giderek “Garp devletleriyle mücadelelerinin esas amacının da bu olduğunu” söylüyor.

Fakat işgaller püskürtüldükten ve cumhuriyet ilan edildikten sonra ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı hiçbir zaman geçerli olmadı. Devlet, Kürtler başta olmak üzere Anadolu’daki diğer halkların taleplerini baskı ve yıldırmalarla püskürtmeye çalıştı.

1924 Anayasası, bütün yurttaşlarını Türk ilan ederek bu sorunu çözmedi, tam aksine büyüttü. Demokratik hak taleplerine kulak tıkanırken, merkezi idarenin sağlanması amacıyla kırsal bölgelerdeki beylikler/mirlikler de tasfiye edildi. Cumhuriyet’in gitmediği kırsal alanlarda, her türlü toplumsal önderlik, böylece, din adamlarına terk edildi. Din adamlarının tek güç olduğu koşullarda da ulusal harekete önderlik görevini üstlenenler de onlar oluyor; böylece hem baskı altındaki halklar, din adamlarının insafına bırakılmış oluyor hem de topu irtica ile mücadeleye atarak Kürt bölgesindeki baskı politikaları ve katliamlara “meşru” zemin yaratılabiliyor.

Mesela, 1926-38 yılları arasında Kürt coğrafyasında yoğunlukla çıkan ve en sonunda Dersim Harekâtı’nda on binlerce insanın öldürülmesiyle isyanların tamamen sönümlendiği süreçte dönemin bakanları ve müfettişleri bölgedeki soruna dair yazdıkları raporlarda konuyu “dış güçlerin kışkırttığı bir sorun”, “eşkıyalık sorunu”, bölgenin “sosyoekonomik olarak kalkınmamış olması” şeklinde ele alıyordu. Bütün bu raporların ortak özelliği olarak dikkat çeken şey ise, mevzuyu Kürtlerin demokratik taleplerinden uzaklaştırarak sorunun dış kaynaklı olduğu iddia etmeleriydi.**

BİR SİYASİ RANT OLARAK KÜRT SORUNU

Osmanlı’nın son zamanlarından miras kalan ve milli mücadelenin de önderi olan cumhuriyetin kurucu kadrosunun vaatlerinden dönmesiyle çözümsüz kalmaya adeta mahkûm bırakılan Kürt sorunu, kendisinden sonraki bütün hükûmetler tarafından yeri geldiğinde oy malzemesi için, yeri geldiğinde ABD ile ilişkileri güçlendirmek için kullanılmaya devam edilmiş; fakat asla ciddi ve samimi bir çözüm yoluna gidilmeyerek bugün hâlâ Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olarak kalmıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tamamen yok sayarak Kürt sorununa kulak tıkamasının, halkın haklı taleplerine sırt dönmesini, kimi kesimlerce Mustafa Kemal’in adına yaratılmak istenen kusursuz devrimci imajının ne kadar abartılı ve gerçeklikten kopuk olduğunu gün yüzüne çıkardığı söylenebilir.

Üstelik, oldukça bilim dışı şekilde, kişilere sosyal sınıflarından öte, bağlamsız bir devrimci sıfatı atfetmek veya Türkiye siyasetini sınıfların tarihsel eğilimlerinden değil kültürel alandan türetilen ilerici-gerici dikotomisine sıkıştırmak çok yanlış olacaktır. Bu kadar ileri gitmeden de Türkiye tarihini ve siyasetini okurken, bağlamlardan, dünya ticaretinden ve bağımlılık ilişkilerinden, sınıf-güç ilişkilerinden, nesnel gerçeklerden koparsak yanlış izlenimlere varabiliriz. Eğer Türk Devrimi hadisesi, Atatürk’ün şahsına sıkıştırılır, bütün dünya ve konjonktüründen koparılırsa, tıpkı bir dönem TKP lideri Şefik Hüsnü’nün de yaptığı gibi, Türk Devrimi -yani burjuva devrimi- bittikten belki de 10 yıl sonra hâlâ bu devrimin, sosyalist bir devrime ilerletilebileceği gibi bilim dışı düşünceler de sunulabilir.

100. YILINDA CUMHURİYETİ KUTLAMAK

Bugüne döndüğümüzde, gençler, tartışma ortamı buldukları alanlarda 100. yıl kutlamalarının girişte saydıklarımız dışında pasif geçmesinden AKP hükûmetini ve onun gerici politikalarını sorumlu tutarken, AKP, hem Cumhuriyet’e dair kendi izlenimini kutluyor -TOGG’lar, savaş gemileri, “Gazi”nin mirası- hem de kendi güncel siyasetine bu kutlamaları sindiriyor.

Ayrıca, 28 Ekim’de düzenlenen “Büyük Kudüs Mitingi”ne, Erdoğan ve Atatürk’ün yan yana koyulduğu reklam panolarına, İHA SİHA ve TOGG propagandalı, “20 yılda 80 yıllık iş” sloganlarına da baktığımız zaman, mevzunun Filistin’le çok da alakası olmadan iktidarın kendince makul bir cumhuriyet kutlaması, hatta kökünden bir cumhuriyet algısı kurgulamaya çalıştığını da söyleyebiliriz.

Öğrenci veya işçi olalım, gençler olarak; bugün lokomotifinde AKP’nin olduğu, kapitalizmin cumhuriyeti için iş gücünden fazlasını ifade ettiğimizi zannetmiyorum. Hatta üniversitelerin, açılan teknokentlerle, sermaye için nitelikli işçi yetiştirme fabrikasına dönüşmesi, liselerde MESEM’lerin sanayiye ucuz işçi imal etmesi ve bütün eğitim sisteminin; akademisiyle, meslek lisesiyle, üniversitesiyle oradaki öğrencilerin geleceğine değil, burjuvazinin geleceğine hizmet etmesi ve bu geleceğin de (müfredatlar, sınavlar, eğitimdeki ekonomik adaletsizlikler aracılığıyla) onlar tarafından planlanması bu durumun kanıtı olarak öne sürülebilir. Hâl böyle olunca, elimize tutuşturulan, başkasının bizim için planladığı bu hayat; KYK yurtlarında kontrolü yapılmamış asansörleri, okullarımızda besin değerleri ve son tüketim tarihleri şüpheli yemekleri, bilimden uzaklaştırılan eğitimi, küçücük odalarda 15 kişiyle 3 katlı ranzalarda yaşamayı içeriyor.

SONUÇ YERİNE

Bugün sermayedarların bu kadar özgüvenli biçimde halkı sömürebilmesinin, tam anlamıyla asla “Batılılaşamamış” olmamızın, Kürt halkının demokratik haklarından birçok biçimde mahrum bırakılmasının ve daha pek çok ekonomik, demokratik, politik sorunun cumhuriyetin tarihinden azade biçimde, karşımıza AKP ile çıkmaya başlamış problemler olmadıkları açıktır. Gençler olarak bizim üzerimize düşen, iktidardaki gerici sermaye gruplarına karşı Cumhuriyet’in ilerici kazanımlarını korumak; bu kazanımları ilerletmekten de öte, güncel Türkiye gerçekliğine cumhuriyetin kuruluşunun aksine bugün yoğun bir şekilde süren işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu olarak, işçi sınıfı etrafında toparlanan büyük halk kitlesinin bütünün yönetime katılabileceği ve kadın sorunu, demokrasi sorunu, Kürt sorunu gibi 21. yy’ın konusu olmaması gereken sorunlarımızı, devrimci bir biçimde Halk Demokrasisi temelinde teşkilatlanan bir iktidarın kurulması için çabalamaktır.

 

*Teori ve Eylem, 61.Sayı, Yusuf Karadaş, Cumhuriyetin 100.yılında Kürt Sorunu: Hep Aynı Nakarat, sayfa 53

** Teori ve Eylem, 61.Sayı, Yusuf Karadaş, Cumhuriyetin 100.yılında Kürt Sorunu: Hep Aynı Nakarat, sayfa 65

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

İsrail’in Cenin Mülteci Kampı'na düzenlediği baskında 10 Filistinli hayatını kaybetti

SONRAKİ HABER

Yurt temsilcilikleriyle yönetimde ve denetimde varız

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa