Anayasanın bugünü ve yarını
İktidar, direnen kesimlerin direncini kıracak, hak arayışını imkansız kılacak ve kendisine içeride nefes aldıracak, uluslararası alanda manevra imkanı sağlayacak bir demir yumruğa ihtiyaç duymaktadır.
Fotoğraf: Pixabay
Av. Cevriye AYDIN*
Uzun süredir ülkeyi olağan yollarla yönetme koşullarını kaybeden AKP iktidarının “yeni anayasa”sı ile halkın anayasada ihtiyaç duyduğu hükümler ve koşullar birbirinin tam karşıtı bir toplum ve gelecek tercihi içermektedir. Bu nedenle, AKP’nin belirlediği kulvarda ve ülkeyi nereye götüreceği meçhul bir anayasa değil, halkın hak, özgürlük ve çıkarları ile genel ülke çıkarlarını bir bütün halinde düzenleyen bir anayasaya ihtiyacımız var.
OSMANLI'DAN BUGÜNE AYANASA'NIN KISA TARİHİ
Ülkenin geçmişinde iktidarın mutlak erkini sınırlandırma süreci Osmanlı Devleti'nde 1808 tarihinde Sened-i İttifak ile başladı. Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856) ve Kanun-i Esasi (1876) ile devam etti. Biçimsel ölçülere uygun ilk anayasa olan Kanuni Esasi, 1877’de, Osmanlı-Rus Savaşı gerekçesiyle, kendisine bu anayasa ile tanınan yetkiye dayanarak Padişah tarafından askıya alındı. 1908 yılında parlamenter bir monarşi getiren değişikliklerle Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe konuldu. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı bu değişikliğin ürünüydü. 1919’da başlayan Milli Mücade’nin güç kazanmasıyla 1920 Nisan ayı başlarında Meclisi Mebusan feshedildi. Hemen ardından ilk Meclis 23 Nisan 1920’de toplanarak, 20 Ocak 1921’de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nu kabul etti.
Yeni anayasa, kuvvetler birliği ilkesine ve hükümetin TBMM üyeleri arasından belirlenmesi esasına dayanıyordu. 1924 Anayasası ise kuvvetler birliği, görevler ayrılığı gibi yine hak ve özgürlük yerine iktidarın gücüne ağırlık veren bir sistem getirdi. 1961 yılına kadar da yürürlükte kaldı. 1961 Anayasası, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından Kurucu Meclis tarafından hazırlanıp, halk oylaması ile yürürlüğe girdi. 1982 yılında yine bir başka darbenin ardından 12 Eylül cunta yönetiminin "steril" elemelerinden geçirerek kurup yönlendirdiği Danışma Meclisi’ne sunulan tasarının kabulü ardından 1982 Anayasası sıkıyönetim altında yapılan halk oylamasıyla asker dipçiklerinin gölgesinde kabul ettirildi.
20 yıllık AKP iktidarı boyunca 177 maddeden ibaret 1982 Anayasa’nda bugüne kadar 19 defada 184 değişiklik yapıldı. AB üyeliğine yönelişin gereği olarak olumlu değişiklik adımları da atılmış idi.
Bunlardan biri Anayasa’nın 10. Maddesine 2004 yılında getirilen bir ek ile “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü idi. 2010 Referandumu ile de aynı maddeye “Devletin kadın erkek eşitliğini sağlamak amacıyla alacağı tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanmaz” cümlesi eklenerek, kadınlara olumlu ayrımcılık ilkesi Anayasal bir hüküm haline getirildi.
2010 yılında Anayasa Mahkemesine (AYM) bireysel başvuru yolu açılması diğer olumlu adım olarak nitelendirilse de işleyişi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki hakların korunması ve güçlendirilmesine hizmet etmekten ziyade, AKP iktidarının güncel siyasal ihtiyaçlarına ve AİHM’ye başvuru sürecini önleme ve öteleme amacına hizmet etmek yönünde "kurumsallaştı".
Memurlara toplu sözleşme hakkı da 2010 değişikliği ile anayasaya girdi ancak, grevsiz toplu sözleşme hakkı hükümet üzerinde bir baskı gücünden yoksun olduğu için, bu hakkın kullanımı periyodik bir toplu sözleşme ritüeli olmaktan başka bir işlev görmedi.
2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin temelini oluşturan değişiklikler gerçekleştirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ortadan kaldırıldı. Tüm kamusal güç ve erk Cumhurbaşkanı olan tek adamın elinde toplandı.
100 YILLIK CUMHURİYETİN 64 (+7) YILINDA ANAYASAL HAKLAR KISITLANDI, TEK PARTİ, SIKIYÖNETİM VE OHAL'LERLE YÖNETİLDİK
Türkiye, 1923’ten 1946 yılına kadar tek parti yönetimiyle yönetilmesinin yanında 12 kez ilan edilen sıkıyönetim ile 26 yıl 6 ayı aşan bir süre genel veya bölgesel sıkıyönetimle, 17 yıl 4 ayı aşan bir süre de yine genel veya bölgesel OHAL ile ağır ve hukuksuz yaptırımlarla yönetilen bir ülke olarak tarihe geçti.
Türkiye Cumhuriyeti, 100 yılının 64 yılı olağanüstü yönetim usulleri ile varlığını sürdürmüş bir ülke olarak şekillendi. Olağanüstü yönetimler ise malum, anayasal hak ve özgürlüklerin askıya alınması, kısıtlanması, kural dışılığın kurallara uygun yönetimin yerini alması demek. 100 yıllık Cumhuriyet geçmişimizin 64 yılında “ikinci bir emre kadar” anayasal hakların askıya alındığı koşullarda yönetilmiş bulunuyoruz.
21 YILLIK AKP İKTİDARINDA 20. KEZ ANAYASA GÜNDEMİ
2023 Şubat ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Yeni bir anayasayı tartışma vakti geldi” diyerek gündeme getirdiği “yeni anayasa”yı, 1 Ekim’deki TBMM’nin açılış günü tekrar gündemin ilk sırasına yerleştirmişti.
21 Temmuz 2016’da darbe girişimi üzerine ilan edilen ve 7 defa 3’er aylığına uzatılan OHAL, 17 Temmuz 2018’de sona erdi. Ancak, 2017 Referandumu ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin 9 Temmuz 2018 tarihinde yürürlüğe girmesiyle OHAL sona erdikten sonra ülke, ara vermeksizin bu kez Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile yönetilmeye başlandı. Olağanüstü usullerle yönetme süresine AKP dönemini de eklersek Temmuz 2016’dan itibaren 7 yıldır OHAL ve Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri ile iktidarın Anayasa’yı ve yasaları ihtiyacına göre baypas ederek ülkeyi yönettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira OHAL koşullarını aratmayan hak ve özgürlük kısıtlamaları, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerdeki temel hak ve özgürlük hükümlerini hiçe sayan uygulamalar, günümüzde artık tamamen tek adam sisteminin çıkarları doğrultusunda işlemektedir. Adamına göre muameleyi temel edinen yönetim ve yargılama pratiği, Anayasa ve yasaların mevcudiyetini sorgulatır hale gelmiştir.
“Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” ve “Devletin kadın erkek eşitliğini sağlamak amacıyla alacağı tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanmaz” hükümleri Anayasa’dayken, Cumhurbaşkanı seçilmesinin üzerinden üç ay geçmeden Erdoğan, “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz çünkü o fıtrata terstir…” sözlerini sarf etmişti.
Henüz 28 Şubat 2016’da Erdem Gül ve Can Dündar hakkındaki AYM kararı için “Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu… karara da uymuyorum, saygı da duymuyorum” sözleriyle anayasal bir kurum olan AYM’nin kararını tanımadığını açıkça ilan etmişti.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Fazlasına gerek yok ama yine de hatırlamakta fayda var: Sadece "Cumhurbaşkanına hakaret" suçundan 2015-2022 yılları arasında açılan toplam soruşturma sayısının 160 bin 169, hakkında hapis cezası verilen 3 bin 625 kişi olduğu Adalet Bakanlığının verileri arasında.
2022 insan hakları ihlal bilançosuna bakmak bile, “yeni anayasa” yapmaya soyunan AKP iktidarının, hak ve özgürlüklere ne denli tahammülsüz, ihlallerin sonuçlarına ne denli kayıtsız ve uluslararası sözleşme, Anayasa ve yasalar ile kendini bağlamaksızın, “eli serbest” bir şekilde şiddet kullandığını göstermeye yeter.
14 Mayıs 2023 Genel Seçimleri'nde Hatay Milletvekili seçilen Can Atalay’ın 27.10.2023 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan AYM’nin ayrıntılı tarifli tahliye kararına rağmen hâlâ tahliye edilmemiş olması, daha önce aynı şekilde AYM/AİHM kararlarına rağmen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın hukuken dayanağı olmayan bir şekilde hapiste tutulması, gazetecilerin, HDP’li siyasetçilerin, diğer “zülfi yâre dokunan” muhaliflerin hukuksuzca gözaltına alınması, tutuklanması ve başka sayısız anayasa ve yasa ihlali ile bugüne gelmiş olan AKP iktidarının nasıl bir anayasa yapacağı konusunda aslında haddinden fazla veri bulunuyor.
Anayasa'daki temel hak ve özgürlükler konusundaki pratiği ile birlikte değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ekim 2023 tarihli TBMM açılış konuşması, 31 Mart 2024’teki yerel seçimler sonrasının ilk icraatlarından biri olacağı anlaşılan "Yeni Anayasa"nın nasıl bir anayasa olacağının sadece ipuçlarını değil, “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” sözünde olduğu gibi, ülke yönetimine dair yol haritasını da gayet net bir şekilde veriyor:
"41 yıllık tarihinde uğradığı irili ufaklı 20’den fazla değişiklikle adeta yamalı bohçaya dönen bu Anayasa’nın 2023’ün Türkiye’sini taşıyamadığı açıktır. Bu gerçeğe ekonomiden diplomasiye, adaletten hak ve özgürlüklere çok geniş bir yelpazede farklı vesilelerle şahit oluyoruz.
Her anayasanın ayrı bir hikâyesi vardır. Türkiye; 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarıyla, dönemlerinin olağanüstü şartları içinde tanıştı. Bugün ülkemizin şartlarının, ilk defa demokratik sistemin kendi tabii işleyişi içinde bir anayasayı hazırlamaya ve milletin takdirine sunmaya uygun olduğuna inanıyoruz. Türk demokrasisinin ulaştığı olgunluk seviyesi, anayasa meselesinde, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan kötü geleneği tamamen sona erdirmeye fazlasıyla yeterlidir… Biz, demokrasi, adalet ve özgürlükler noktasında Kopenhag Kriterleri’ni gerekirse Ankara Kriterleri yapar, yine yolumuza devam ederiz. Son 21 yılda hak ve özgürlükler konusunda hayata geçirdiğimiz, ‘sessiz devrim’ olarak nitelenen tüm reformları, birileri istediği için değil, milletimiz en iyisine, en ilerisine layık olduğu için yaptık. Avrupa Birliği’ne rağmen sabırla bugünlere getirdiğimiz tam üyelik sürecimizde yeni dayatmalara, yeni şartlara tahammülümüzün kalmadığını burada tekrar ifade etmek istiyorum… Böylece, yeni anayasayla birlikte yönetim sistemi tartışmalarını ilanihaye sona erdirme imkânı bulacağız…”
"SİVİL ANAYASA" ALDATMACASI
Erdoğan “yeni anayasa” açıklamalarında bir yandan “her türlü vesayeti” ortadan kaldıracağı vaadinde bulunup, “ilk defa bir sivil anayasa” yapılacağını vurgulayarak, bu "sivil" anayasanın hak ve özgürlüklerle donanmış bir anayasa olacağı hayalini yaratmaya çalıştı.
İktidar, tamamen hak ve özgürlük karşıtı 12 Eylül Darbesi’nin ürünü faşizan 1982 Anayasası’nı bile ayak bağı olarak görürken, 2. Dünya Savaşı sonrasının sosyal haklar rüzgarından etkilenen, görece daha geniş bir hak ve özgürlük çerçevesi olan 1961 Anayasası’nın sınırlarına, bırakalım aşmayı, ulaşmayı dahi aklının ucundan geçirmeyecek.
Demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin yarattığı araçlarla halkın AKP’ye verdiği iktidar yetkisini, kendi varoluşlarına imkan veren hak ve özgürlüklerin mücadelesini veren işçi ve emekçi sınıf ve kesimlerin hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmak için kullandı, kullanacak.
Bu nedenle "27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan kötü geleneği tamamen sona erdirme” amacı, tarihsel öneme sahip bir kan davasının değil, sınıf davasının, sermaye sınıfının “kırmızı çizgisi”nin en veciz ifadesidir.
14 Mayıs Genel Seçimleri ve 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nden sonra AKP iktidarı, Erdoğan’ın yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesinin motivasyonu ile 2024 Mart ayı sonunda yapılacak yerel seçimleri de başarı hanesine kaydetmeyi hedefliyor. Ekonomik krizin yıkımına karşı tek adam rejimini daha ağır bir baskı aygıtı haline getirebilmek için yeni Anayasa gündemi ile halkın demokrasi beklentilerini canlandırmaya ihtiyaç duyuyor.
AKP ve Erdoğan, bu yolda halkın askeri darbelere karşı tepkisini kendi gerici amaçlarına basamak yaparak “sivil anayasa” aldatmacası ile iktidarının antidemokratik uygulamalarını sona erdireceği beklentisi yaratıyor. Hatta Erdoğan, TBMM konuşmasında “cumhurbaşkanlığı sisteminin dahi tartışmaya açık olduğunu” ifade ederek sureti haktan görünüp, konuşmalarında demokrasiye tahammül açısını üç yüz altmış dereceye genişletecek bir kıvraklık ve esneklik gösteriyor. AKP iktidarı, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde kısmi de olsa bir başarı elde ederse, yeni anayasayı kotarıp halka onaylatmanın daha kolay olacağını öngörüyor.
Öte yandan, ülkeyi mevcut 1982 Anayasası’ndan daha baskıcı, keyfiyet içinde yönetmeye elverişli bir anayasa ile AKP ve Erdoğan, uluslararası alanda el güçlendirmek, ülke yönetiminde iktidarı her türlü anayasal ve yasal "zincirlerinden" kurtarmak, fiili duruma meşru dayanak yaratmak ihtiyacının yanında, muhaliflerini baskı, şiddet, sindirme konusunda elini rahatlatacak “kapı gibi” bir anayasa ile meşru bir zırh yaratmak istiyor.
Bu nedenle, AKP iktidarı “yeni anayasa” hedefine yönelik bir coşku ivmesi yaratmaya çalışıyor. Halklarımızı, emekçi, işçi, işsiz, genç, kadın, engelli, yaşlı, eli oy pusulası ve kalem tutan herkesi askerlerin yapığı 1982 “Darbe” Anayasası’ nı çöpe atıp, yepyeni bir “sivil” anayasa, herkes için hak ve özgürlükler, dikensiz gül bahçesi gibi bir gelecek tablosuna inanmaya çağırıyor.
Uluslararası alanda artan savaş ve çatışmalara yenilerinin eklenmesi, Irak ve Suriye’de ABD, Rusya, İran ile AKP iktidarının güç ve nüfuz artırma hamlelerinin kah diplomasiyle kah silahlarla devam etmesi, Yemen’de dünyanın ilgisinden yoksun bir şekilde süren savaş... Yakın coğrafyada Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan sonra savaş alanını genişleten Filistin Hamas örgütünün İsrail’e yönelik saldırısını takip eden İsrail’in Gazze’ye yönelik kesintisiz, ölçüsüz ve sınır tanımaz saldırılarının eklenmesi ile Türkiye bir ateş çemberiyle sarılmış durumda. Dünyadaki paylaşım rekabetinin her kıvılcımda bir savaş boyutuna yükselmesi artık an meselesi.
Bu koşullar altında 1982 Anayasası bile AKP iktidarının yönetme ihtiyacına "çok geniş" gelmektedir. “Yeni Anayasa” yapmak için AKP iktidarının yeniden kolları sıvamasının en "iyimser" nedenleri bunlardır.
YENİ ANAYASA İHTİYACI ACİL VE YAKICI AMA…
Evet, yeni bir anayasa ihtiyacının acil ve yakıcı olduğu kesindir. Ama, bu ihtiyaç, AKP ve Erdoğan’ın ihtiyaçlarının tamamen tersi nedenlerle acildir, yakıcıdır. Çünkü, ülke ekonomisi sürekli bir kriz içindeyken, tekellerin kâr üstüne kâr katladığı, işçi emekçinin olağan ücret artışlarına bile el konduğu hukuksuzluk ötesi bir durum yaşanmaktadır. Açlık, işsizlik, kayıt dışılık kontrolsüz bir artış içindedir. Yerellerde işçilerin işlerini koruma ve hak talepli eylemleri artmaktadır.
Yer altı ve yer üstü kaynakları, uluslararası tekellere dizginsiz bir yağma sofrası olarak sunulmuş; karşı koyanlara ise düşman ordusuna reva görülmeyen eziyet ve şiddet uygulanmaktadır. Maden araştırmalarına, inşaata, santrallere feda edilen ormanı, tarım alanlarını, sahilleri; elinde kalan geçimlik bir avuç toprağıyla köylü, kentli, çevreci her kesimden insan direnerek korumaya çalışmaktadır. Bir avuç tekel için siyasal iktidar ülkenin askerini, polisini; yaşama hakkını, işini, toprağını, suyunu korumak için direnen halkı kırmak üzere yurttaşlarının üzerine sürmektedir.
Yolsuzluk ve rüşvet batağında yüzdüğü, bizzat “dünyanın en büyük adalet sarayını” yönetenlerce tespit edilen yargı sisteminde, bunları haber yapan gazeteciler tutuklanmakta, haberlere erişim engeli getirilmektedir.
Barınma ihtiyacı karşılanmayan yüksek öğrenim gençliğinden, atanamayan öğretmeninden, KHK ile açlığa mahkum edilen akademisyenine, ailesini geçindiremeyen işçiden, ekonomik bağımlılık yanında fiziksel ve cinsel şiddet cenderesine sıkışmış kadınlara kadar her kesimden ezilenlerin intihara sürüklendiği bir ülke tablosunu sürdürmenin iktidarını zora soktuğu AKP, bu koşullar altında gayet acil bir şekilde ülke içinde sınıflar arası ilişkileri baskıyı artırarak düzenlemek ihtiyacındadır.
Son gelişmeler de AKP’nin bu ihtiyacının beklenenden daha acil bir hale geldiğini göstermektedir. Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında AYM’nin verdiği ihlal ve hatta açıkça “tahliye edilmesi”ni öngören kararını, Yargıtay 3. Ceza Dairesi uygulamayı reddedip, bu karar hakkında olumlu oy kullanan AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. İktidar, Anayasa’yı çiğnemek sözünün pek hafif kalacağı bir hukuk dışı yöntemle, başta Anayasa olmak üzere yasalarca belirlenmiş akışı ve hiyerarşisini hiçe sayarak, açıkça suç işleyerek başka bir fiili hukuk uygulamaya koymuştur.
İktidar partisi Genel Başkanı'nın siyasi çıkar ve beklentilerine ters düşen AYM kararlarını “tanımadığını… saygı da duymadığını” ilan ettiği, diğer iktidar ortağı partinin Genel Başkanı'nın her fırsatta "Anayasa Mahkemesi kapatılsın!" diye haykırdığı ülkede, hak arayışı mücadelesi bizzat anayasal kurumlar tarafından çıkmaz sokaklara sürüklenmiştir.
İktidar, halkın işçi, köylü, kadın, genç, öğrenci, işsiz, direnen bütün kesimlerinin direncini kıracak, sesini kesecek, hak arayışını imkansız kılacak ve kendisine içeride nefes aldıracak, uluslararası alanda da manevra imkanı sağlayacak bir demir yumruğa ihtiyaç duymaktadır. İşte bu demir yumruğun adı “Yeni Anayasa” olacaktır.
HALK İÇİN YENİ BİR ANAYASA NASIL OLABİLİR?
“Hakikat, zaman ve tarih” Erdoğan’ın söylemlerinin inandırıcı etkisini gün geçtikçe azaltarak, onun icraat grafiğinde yükselen sermayenin çıkarları için halkın sesini susturma eğilimini hızla belirginleştirerek, daha büyük bir şiddetle bütün halk kesimlerinin iş ve ekmeğine, hak ve özgürlüklerine açık saldırılara yöneleceğini göstermektedir. Hiç kuşku yok ki, Ortadoğu’da İsrail’in Filistin’e yönelik fütursuz saldırılarının bölgede ve dünyada yarattığı siyasal tablo da AKP’nin iktidar tahkimatına dayanak yapılacaktır.
Bu nedenle, uzun süredir ülkeyi olağan yollarla yönetme koşullarını kaybeden AKP iktidarının “yeni anayasa”sı ile halkın anayasada ihtiyaç duyduğu hükümler ve koşullar birbirinin tam karşıtı bir toplum ve gelecek tercihi içermektedir. Bu nedenle, AKP’nin belirlediği kulvarda ve ülkeyi nereye götüreceği meçhul bir anayasa değil, halkın hak, özgürlük ve çıkarları ile genel ülke çıkarlarını bir bütün halinde düzenleyen bir anayasaya ihtiyacımız var. Bunun için mücadeleyi en geniş alanlara ilerletmek, bugünün ülke ve uluslararası siyasal tablosunu etkileme ve değiştirme gücüne sahip tek yöntemdir.
Yeni anayasanın içeriğini, uluslararası sermayenin ve onunla sıkı bir iş birliği içindeki sermaye sınıfının ve AKP’nin çıkarları mı, yoksa halkın çıkarları mı belirleyecek, mesele budur.
Anayasa demek aslında egemenlerin, güçlülerin ve iktidar sahiplerinin halk üzerindeki zora dayalı güçlerini sınırlandırmak, bu sınırları çizecek ve herkesin uyacağı bir kurallar sistemi demektir. Bu nedenle, bir anayasa işçi, emekçi, kadın, çocuk, engelli, yaşlı, her renk, cinsiyet ve cinsel yönelim, inanç, dil ve milliyetten halkın çıkarlarını temsil etmek zorundadır.
İşçi-işsiz, emekçi-emekli, memur, yaşlı, kadın, çocuk, öğrenci, engelli için en başta sağlıklı ve insanca yaşama hakkını güvence altına alacak bir anayasa “yeni” olabilir.
Bunu sağlamak için de yeni anayasa, halkın mutlak egemenliğini, gerçek bir demokrasi için halk arasından seçilen temsilcilerden oluşan ve tüm yönetim erklerini elinde toplamış en yüksek devlet organı olarak çalışan bir halk meclisinin oluşturulmasını güvence altına alan bir anayasa olmalıdır.
Bunun için anayasa yapmanın yol ve yöntemleri üzerine de söz söylemek, yaratıcı eylem biçimleri geliştirmek önem taşımaktadır.
AKP iktidarı, bugüne kadar, ülkenin yönetimi, halkın yaşamı ve geçimi, uluslararası olaylar ve ilişkiler gibi her konuda çıkarlarını savunduğu sermaye sınıfının görüş ve önerilerini tek taraflı olarak gerek TBMM’nin önüne getirip parmak hesabıyla geçirerek, gerek medya gücüyle tek taraflı demokratikleşme vaatlerine halkı ikna edip oyunu alarak, gerekse KHK ve CBK’lerle bildiğini yaparak ilerledi.
Anayasa, halk ve bireylerle devlet arasındaki, devletin kurumları arasındaki ilişkileri düzenleyen, hak ve özgürlük sınırlarını çizen bir konu olduğu için, doğrudan hepimizi; tüm emekçileri, ezilenleri, ötekileştirilen cins, cinsel yönelim, ulus ve ulusal azınlıkların hayatını, nasıl bir ülkede yaşayacağını belirleyen bir projedir.
Bu nedenle ulus ve azınlıkları, öğrenci okul aile birliği, öğrenci birliği, öğrenci kol, kulüp ve dernekleri, engelli, ileri yaşlı, bakım ihtiyacı içindeki herkesi, yakınlarını, bunların örgütlü grup ve derneklerini, meslek odalarını, işçi-memur sendikalarını ve inisiyatiflerini, iş yeri örgütlenmelerini, velhasıl her bireyi, bireysel ve bağlı olduğu çıkar, meslek ve her türlü grup olarak ilgilendiren, herkesin söz ve oluşumuna katılım hakkı olan bir süreçtir.
Bu çok önemlidir.
Çünkü, anayasalara geçen hak ve özgürlükleri mücadeleleriyle işçiler, emekçiler, ezilen halk ve sınıflar yazar aslında. Bir sınıflar arası güç ilişkisinin sonucu olarak "anayasa"ya, uluslararası sözleşmelere geçer, hak ve özgürlükler. Onların korunmasının, genişletilmesinin ve yenilerinin eklenmesinin de bugüne kadar insanlık tarihinde başka bir yolu bulunmamıştır.
Bu nedenle hak mücadelesinin gelişkin olduğu ülkelerin yeni anayasa yapma süreçlerinde halkın birlik ve çıkar örgütlerinin, dernek, vakıf, sendika meslek odası gibi örgütlerin, anayasa taslağı ve kendi önerileri hakkında tartışması, yayın yapması, kendi taslağını veya önerilerini oluşturması ve bütün bu görüş, taslak ve önerilerin en geniş halk temsilini sağlayan, sadece bu amaçla seçilmiş veya oluşturulmuş bir mecliste değerlendirilip son halinin verilmesi, halkın talep ve iradesinin anayasa oluşumuna katılması önemsenir ve dikkate alınır.
Yakın geçmişte Güney Afrika, İspanya, Nikaragua, Brezilya, Finlandiya ve Tayland gibi ülkelerin hemen tümünde, halkın değişik sınıf ve kesimlerinin, değişik çıkar gruplarının anayasa değişikliği çalışmalarına farklı yöntemlerle katılımını sağlamaya özen gösterildiğini görüyoruz.
Ya uzman bir grup tarafından hazırlanan taslakların kitlesel şekilde dağıtılarak tartışılması ve değişiklik önerileri oluşturulması ve bunların değerlendirmeye alınması sağlanıyor. Ya da halkın her kesiminin kendi anayasa önerisini tartışıp hazırladığı ve bir kurucu meclis veya anayasayı oluşturacak bir teknik ekibe gönderdiği, bu önerilerin dikkate alınarak yeni tasarının hazırlandığı süreçlerden sonra anayasalar kabul ediliyor. Hatta daha eski bir geçmiş olsa da Sovyetler Birliği’nde 1936 Anayasası, kabul edilmesinden iki yıl önce böyle bir tartışma, görüş ve öneri oluşturma aşamasından geçtikten sonra, gelen 35 milyondan fazla taslak değerlendirildikten sonra son hali verilerek kabul edilmiştir.
Türkiye’de de bu yöntem aşağıdan yukarıya zorlanarak gerçekleştirilebilir. Bütün dil, kültür, inanç ve ulusal kökenleri temsil eden örgüt ve kurumlar ile işçi, emekçi sınıfının sendika, birlik, iş yeri komitesi; kişilerin okul, iş, mahalle grupları; bütün parti, sendika, dernek, üniversite grupları; kadın, gençlik, işçi, işsiz ve memur örgüt ve grupları; benzeri baskı grupları ve sivil toplum örgütlerinin kendi anayasal önerilerini oluşturacak tartışma, medya programları, çalışma ve toplantıları özgürce gerçekleştirebileceği demokratik bir ortamı ve her aşamada en geniş katılımı sağlamak bile anayasayı yapmak kadar önemli bir mücadele ve birleşme sürecidir.
* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Cevriye Aydın, 1985 yılından beri serbest avukatlık yapıyor. İnsan hakları savunucusu Cevriye Aydın, kadın, çocuk ve engelli hakları üzerine çalışmalar yürütüyor.