26 Kasım 2023 04:03

Bizim hikâyelerimiz de hep ‘beyaz’ perspektifinden anlatılıyor

Filmin konusu her ne kadar Almanya’da geçse de yaşanılan ırkçılığın coğrafyayla sınırlandırılamayacağını filmin birçok sahnesinde görebiliyoruz.

Bizim hikâyelerimiz de hep ‘beyaz’ perspektifinden anlatılıyor

Fotoğraf: Linda Rosa Saal

Kübra Yeter

Dünya prömiyeri 40. Münih Film Festivali’nde yapılan Es Brennt (Yanıyor), İstanbul prömiyerini geçtiğimiz günlerde 13. Suç ve Ceza Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Erol Afşin’in ilk uzun metrajı olan Yanıyor, Almanya’da geçmişten beri varlığını sürdüren Neonazileri odağına alırken gündelik hayatta karşılaşılan ırkçılığa filminde yer açıyor ve tek bir olay örgüsünden ırkçılık temeline oturtulmuş bir sistemi sorguluyor.

Yanıyor filmi, 2009 yılında Almanya’da gerçekleştirilen ırkçı saldırı sonucu hayatını kaybeden Marwa el-Sherbini’nin hikayesinden esinleniyor. Filmde Almanya’da yaşayan çekirdek bir aileyle tanışıyoruz. Amal, Omar ve küçük çocukları Ahmad. Hayatları iş, okul ve ev üçgeninde sürerken Amal’in oğlu Ahmad’ı parka götürmesiyle, sıradan yaşamları maruz kaldıkları bir ırkçılıkla altüst oluyor. Bu olaydan sonra aileyi uzun bir adalet arayışı bekliyor.

Filmin konusu her ne kadar Almanya’da geçse de yaşanılan ırkçılığın coğrafyayla sınırlandırılamayacağını filmin birçok sahnesinde görebiliyoruz. Irkçılık zehri dünyanın her yerinde aynı yıkıcılığa sahip. Bu bağlamda film, kimi için bilindik bir hikaye gibi de görülebilir. Başarısını da bu “sıradanlıktan”, insanların itiraf/kabul edemediği o ırkçılıkla yüzleşmesinden alıyor. Adalet arayışındaki yavaşlığın yer yer seyirciyi huzurlaştırdığı noktada beklenmedik final sekansıyla da film amacına ulaşmış ve bir gerçeği tüm çıplaklığıyla seyirciye sunmuş oluyor. Biz de bu film vesilesiyle kendisi de uzun süredir Almanya’da yaşayan Yönetmen Erol Afşin’le Yanıyor’u ve filmine konu edindiği ırkçılığı konuştuk.

Oyunculuktan yönetmenliğe seni götüren yol yazmaya duyduğun merakla başlamış. Ve bir söyleşide oyun için gittiğin Filistin dönüşünde yazmaya başladığını ve dönüşte aynı kişi olamadığını söylemiştin. O yol yazma isteğinden yönetmenliğe nasıl evrildi?

Konservatuvar okuduğum okulla (Folkwang Üniversitesi) Filistin’de gittiğimiz okul (Al-Kasaba Tiyatrosu) kardeş okuldu. İki okul da Romeo ve Juliet’i oynuyordu. Biz sınıf arkadaşlarımla beraber Filistin’e 2013’te ilk gittiğimizde hepimizde tatile gidiyormuşuz gibi bir hava vardı. Uçaktan çıkıp Qalandia Checkpoint’ten geçtiğimizde gerçekle yüzleşmeye başladık. Ben aşinaydım ama Alman arkadaşlarım şaşırmıştı. Bir hafta orada kaldık ve her gün yeni bir şeyle yüzleştik. Mesela Kudüs’e gezmeye gidecekken bize eşlik eden Filistinli arkadaşlarımız birden gelemeyeceğini söylediler. Çünkü bazen İsrail askeri Filistinlileri sebepsiz yere durdurup ağlama duvarına dönük şekilde sekiz saat bekletebiliyormuş. Ya da bir yere geçeceğiz, Filistinliler için ayrı Avrupalı turistler için ayrı bölümler var. Başka bir örnek, Batı Şeria’ya girdiğin zaman her yerde bir tabela görmeniz mümkün: İsrail bölgesini terk ediyorsunuz, bu sizin hayatınız için tehlikeli olabilir vs. İnsanlık dışı bir muamele. Biz dışarıdan gitmiş birileri olarak iki bölgeyi de kıyaslayabildik. Arada ekonomik olarak büyük bir sıkıntı var. Bir yerde ulaşım araçları varken öbür tarafta hiçbir şey yok. Biz bir oyunumuzu Jenin’de oynayacaktık. Orası aslında açık hava mülteci kampı ve Filistin içerisinde radikallerin de en yoğun olduğu bir yer. Direnişçilerin de bulunduğu bir alan. O bölgeye gidiyorsunuz sokaklarda bambaşka bir yaşam hakim. Bütün bunlardan sonra dönerken o ilk günkü halimizle dönüş yolundaki halimiz arasında bir fark vardı. Sonrasında 2014’te Gazze’de büyük bir savaş oldu. Ben savaşı duyduğum anda Filistin’deki arkadaşlarımı merak ettim, çevreme sorduğumda kimsenin olaylardan haberi yoktu ve bu çok zoruma gitti. Çünkü biz bölgesel olarak sıkıntılı olsa da o insanlarla iyi bir zaman geçirdik, iyi ilişkiler kurduk ve bu insanlardan bu kadar habersiz olunması zoruma gitmişti. Beni yazmaya iten şey bu duyguydu. Bunu yazmak istiyorum, demiştim ve o hikayeyle de okulu bitirdim. O projeyi film yapamadım ama bir gün yapacağıma inanıyorum. Kafamda hep bir film çekme niyeti ve fikri vardı. Yazma konusundaki ısrarım da mutlaka bir film yapacağım inancındandı.

Adalet arayışının ön planda olduğu “Yanıyor” filminin diğer bir teması da aidiyet duygusu. Filmde bolca bu sorgulamaya şahit oluyoruz. Seni bu sorgulamaya iten sebepler neydi ve aynı zamanda filmin oluşum sürecini de konuşalım istiyorum…

Açıkçası ben istemedim. Yavaş yavaş oraya evrildim diyebilirim. 2008’den 2023’e kadar Almanya’dayım. 15 sene boyunca birikmiş yaşanmışlıklar, maruz kaldığım ırkçılık ya da hasret kaldığımız adalet mi diyelim bu duygular vardı. Bir de okuduklarımız tabii… 1960’lardan bugüne kadar göz ardı edilenler, devletin insanlara bakış açısı gibi başlıklar bende türlü sorular üretti. “Yanıyor” filmi planlı değildi. Tamamen tesadüfen gelişen bir durumdu. Kafede arkadaşlarımla otururken oynadıkları bir oyun hakkında konuşuyorduk ve bu nedir diye sorduğumda bana konuyu anlatmaya başladılar. Almanya’da yaşanmış bir olaydı sahneledikleri. O an masadan kalktım ve eve gidip araştırmaya başladım. Araştırdıkça nasıl bir vahşetle karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Film yapmak her zaman kolay bir şey değil maddi anlamda. Ben de ilk başta senaryoyu kısa film olarak kurgulamıştım. Kısayı yapmaya çalışırken aynı maddi zorluklarla karşılaştığımı gördüm. “Yanıyor” filminin Başrol Oyuncusu Kida Khodr Rama’dan sektörde güçlü ve bilinen bir isimdi. Onunla tesadüfen bir araya geldik. Bütün süreç filmin yapılması için sanki kendiliğinden oluştu. Kida’yla oturup ona fikrimi anlattım. Onun filmi yap demesi tesadüftü. Bir yıl sonra tekrar oturup cebimizde beş kuruş olmamasına rağmen hadi yapıyoruz dediğimizde Kida’nın bağlantılarını kullanarak birkaç kişiden destek bulması ise o tesadüfün sonucuydu. Ekip oluştururken herkes taşın altına elini koydu. Ve film bu şekilde oluşmaya başladı. Herkes aslında şöyle bir ortak noktada buluştu: “Burada anlatılması gereken bir şey var” duygusu…

Maddiyat bu işin belki de en önemli zorluğu fakat buna rağmen filmi hayata geçirme ısrarının altında yatan ve motivasyonunu sağlayan başlıkları merak ediyorum… Vazgeçmek isteyebilirdin de…

Uğraştığın alan sinemaysa ve birazcık vicdanını işletebiliyorsan bence bu konu anlatılması gereken bir durumdur. Beni motive eden tamamen buydu. İlk andan itibaren bunu mutlaka göstermeliyiz dedim. Bu ülkede böyle bir adaletsizlik ve vahşet yaşandı. Bizim gibi insanların hikayesinin anlatılması gerektiğine inanan biri olduğum, bizim hikayelerimiz de hep “beyaz” perspektifinden anlatıldığı için ve bunu da sevmediğim için “Yanıyor”u yapmak istedim. Bu hikayeyi yapmamız için engeller olmadı mı, çok oldu. Kapılar yüzümüze kapandı, yalnız kaldığımızı hissettim. Motivasyonu kaybetmeden devam etmek zordu. Bizi tek devam ettiren anlatma ısrarımızdı.

Filminde Almanya’da yaşayan Arap bir ailenin başına gelmiş gerçek bir olaya yer veriyorsun. Senin senaryoya çalışman ne kadar zamanını aldı, o aile bireyleriyle iletişim kurdun mu, onların seni senaryo aşamasında yönlendirdiği yerler oldu mu?

Gerçek olaylardan esinlenilmiştir diyerek gerçek olaylara dayanıyor ibaresiyle arasındaki farkı netleştirmek isterdim. Ailenin kendi yaşamı içerisinde nasıl bir hayatı olduğuyla ilgilenmiyordum açıkçası. İsterse en sıkıntılı bir aile yapısına sahip olsunlar, olayın bununla ilgisi yoktu. Önemli olan bu ailenin yaşadıkları ve adalet arayışında başlarına gelen durumdu. Dolayısıyla daha çok kendi hayatımdan yola çıkarak filmi oluşturdum. Ütopik bir aile anlatmak istedim. Maruz kaldığım klişelerin tam tersi bir aile kurmak istedim. Fakat tabii ki ailenin birkaç yakınıyla iletişim kurdum. Gerçek hikayedeki Marwa el Sherbini adına Dresden’de kurulmuş bir kültür merkezi var. Onlarla iletişime geçtik. Sağ olsunlar bu hikayenin anlatılması için her türlü desteği sundular. Almanya’da bu konuyu oyunlaştıran arkadaşlarımız benimle bir sürü bilgi paylaştı.

Gerek Türkiye’de gerek Avrupa ülkelerinde son dönemde artan bir sağ eğilim var ve bu da beraberinde ırkçılığı peşinden getiriyor. O ülkede yaşayan “öteki”lerde ise bu durumu en az zararla atlatma belki de biraz daha sessiz kalma hissi oluşuyor ki filmin başlarında da buna şahit oluyor. Filmi yazar ve çekerken tedirgin olduğun hatta istemeden de olsa otosansür uygulamak zorunda kaldığın noktalar oldu mu?

Olmadı. Aksine çekerken kafamda olmayan ama montaj sırasında gördüğüm ve filmde kırılma noktası yaratabilecek bir sahne fark ettim ve o sahnenin üzerine gitmek istedim. Spoiler vermek istemem ama dikkatimi çeken o an benim için filmin en önemli anlarından biriydi. Çünkü o sahneyi tehlikeli bir biçimde yorumlamanız mümkün. Benim için bu radikal bir karardı ve bahsettiğim sahneyi bana hissettirdiği şekliyle kurguladım. Bu filmde kendime otosansür uygulamadığımı rahat bir şekilde söyleyebilirim. Olduğum yerden düşündüğümde buna müsaitti tabii, o anları koymayabilirdim, başka tonda anlatabilirdim ama öyle olmadı. Bu yüzden bazı Almanlardan büyük bir tepki aldığımı da biliyorum. Bunun hakkında çok şey söylendi, yazıldı. Canları sağ olsun. Set esnasında kendi aramızda da tartışma olmuştu “Acaba çok mu sertiz” diye. Ben şuna inanıyorum; orta yolu bulana kadar radikalleşmek gerekiyor. Dozajı öyle bir artırmak gerekiyor ki ondan sonra ortada bir yerde buluşabilelim. Belki bu kadının başına gelen olaylarda böyle olmadı ama ben zaten bunun özelinde bir toplamı anlatmaya çalıştım. Belki o davaya bakan mahkemenin hakim ve savcısı işini iyi yapan insanlardı, ırkçı değillerdi ama büyük bir hatadan kaynaklı bir durum yaşandı. Ben onların özelinde bir sistemi ve o sistemdeki eksiklikleri anlatmaya çalışıyorum. Amal karakterinde Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı anlatmaya çalışırken, yargı kısmında da eksik olanı birleştirmek ve göstermek istedim.

Almanların filme tepkisi nasıl oldu?

Almanların tepkileri çok farklı. Film ya çok beğeniliyor ya da yerden yere vuruluyor. Argümanları da şu: “Burada Almanları kötü gösteriyorsun, yabancıları iyi.” Ben de diyorum ki eyvallah, bu kadar yıl yabancıları kötü gösterdiniz, ben de radikal olarak iyi gösteriyor ve bu da zorunuza gidiyorsa aslında film amacına ulaşmış demektir. Dolayısıyla tepkiler farklı. Kökten reddeden, böyle bir aile yok diyen de oldu. “Keşke bu film bütün okullarda gösterilse” diyen de. Bu filmi izledikten sonra içindeki ırkçılıkla yüzleştiğini samimiyetle söyleyeni de gördüm. “Bu film aslında yabancılar için değil bizim için yapılmış” diyeni de…


‘ADALET DOĞRU YÜRÜSEYDİ NSU OLMAYACAKTI’

Hrant’ın katili serbest bırakıldı biliyorsun ki… Biz bu haberle sarsılmış ve adaleti daha da sorgular hale gelmişken üstüne senin filminde bu yüzleşmeyi bir defa daha yaşadık. Türkiye’de “Avrupa’da bu işler böyle yürümez, orada daha fazla ‘demokrasi’ var” algısı yaygınken Almanya’da filmine konu olan bir adaletsizlik ve temeli ırkçılığa dayanan vakayla karşılaşabiliyoruz. Biraz Almanya’ya hatta Avrupa’ya dair gözlemlerini duymak isterim. Sen bir yönetmen olarak neler yaşıyor ve gözlüyorsun?

Evet, orada daha iyi bir demokrasi var ama tam anlamıyla işliyor mu, hayır. Türkiye’yle kıyasladığın zaman evet, daha iyi. Hukuk işliyor mu, evet ama eksiklikleri yok mu, var tabii ve bu yüzden bu film oluştu. Ne orası ne burası… Adaletsizlik orada farklı bir dozajda burada daha farklı. Orada çok mutlu olduğumuz anlar var mı, var elbet ama üzüldüğümüz anlar daha çok. Burada yaşadığımızda da aynısını yaşama ihtimalimiz çok yüksek. Benim şöyle bir avantajım var canımı sıkan bir şey oldu mu istediğim yerde yaşayabilirim. Bu şunu da gösteriyor: sınırların nasıl da gereksiz olduğunu. Sınırlar ve bazı zorunluluklar olmasa aslında birçok insan belki de böyle yaşayabilecek. Hrant konusuna gelirsek. Bir açıp bakalım Hrant ne demiş, neyi kötü söylemiş, konuşalım. Adalet işleseydi Hrant öldürülür müydü, hayır. Belki bugün aramızda olurdu. Ama işlemeyen bir şey var ve bu insanlar bugün aramızda değil. Aynısına diğer taraftan bakalım. Adalet doğru yürüseydi NSU olmayacaktı, Marwa öldürülmeyecekti, Hanau saldırısı önlenebilecekti. Benim başıma gelen bir olaydan sonra polis merkezine gittiğimde bana “Keşke kendi ülkende kalsaydın ve buraya gelmeseydin” denmeyecekti.

Türkiye’ye dönmekten söz etmiştin… Sence döndüğünde bu aidiyet arayışı bitecek mi? Yoksa ötekiliğin burada da sürecek mi?

En azından burada herkesle aynı görünümde olduğum ve kendi alanımda kaldığım için bir şey diyemem. Almanya’da, kendini ülkenin sahibi olarak görenlerden farklı olduğum için kendimi sürekli bir açıklama zorunluluğum var. Yaptığım her şeyde kendimi açıklamak zorundayım. O çok yorucu. Şu anda bu durumda kendimi burada biraz daha “iyi” hissediyorum(!) ama bunu tırnak içinde söylüyorum tabii.

Evrensel'i Takip Et