03 Aralık 2023 05:42

Dr. Dilek Kurban: AİHM, otoriter rejimlerde hukukun işlemediğini tespit etmek istemedi

Kurban, “Kamu sağlığı, güvenliği gibi nedenlerle. Bu haklar söz konusu olduğunda AİHM, devletlere takdir marjı tanıyor. ‘Terörle mücadele!' olduğu zaman bu takdir marjını daha da genişletiyor” diyor.

Fotoğraf: Şerif Karataş/Evrensel

Paylaş

Şerif KARATAŞ

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini (AİHM) mercek altına alan Akademisyen Dr. Dilek Kurban, AİHM yapısına ve kararlarına eleştirel gözle bakıyor. Rejimlerin otoriterleştiği bir dünyada cezasızlık da gözle görünür biçimde artıyor. Türkiye’de ve otoriter rejimlerde tamamen siyasal hegemonya altına giren yargı mekanizması, kamuoyunun ‘hukuku’ AİHM başta olmak üzere uluslararası mahkemelerden ‘beklemeye’ iterken, Dr. Dilek Kurban’ın anlatımları, “Uluslararası yargı gerçekten adalet sağlayabilir mi?​” sorusu etrafında yeniden düşünmeye itiyor.

Kurban’a göre AİHM, otoriter rejimlerde hukukun işlemediğini tespit etmek istemiyor. “AİHM içtihadında takdir marjı diye yargı denetimi usulü var. Daha önce söylediğim gibi, işkence yasağı gibi çok az sayıda insan hakkı dışındaki diğer temel haklar, AİHS altında kısıtlanabilir” diyen Kurban, “Kamu sağlığı, kamu güvenliği gibi nedenlerle. Bu haklar söz konusu olduğunda AİHM, devletlere takdir marjı tanıyor. İş ‘terörle mücadele! olduğu zaman bu takdir marjını daha da genişletiyor” ifadelerini kullanıyor.

“Ulusaşırı Adaletin Sınırları-Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Türkiye’nin Kürt Meselesi” başlıklı kitabı Türkçeye İdil Özcan çevirisiyle İletişim Yayınlarından çıkan Dr. Dilek Kurban ile konuştuk.

OLAĞANÜSTÜ BİR HİKAYE

Kitabınızda Kürt avukatların neden uluslararası mahkemelere gitmek zorunda kaldıklarını anlatıyorsunuz. Kürt avukatların bu sürecini anlatır mısınız? 

Çok olağanüstü bir hikaye. Biraz tesadüflerle oluyor aslında. Bir avuç insanın azmi ve yaratıcılığı sayesinde oluyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) ile başlıyor hikâye. Türkiye'nin en eski ulusal insan hakları örgütü olan İHD, 1980 darbesini takip eden askeri rejimin sona ermesinden sonra, 1986’da kuruluyor. Ankara Genel Merkez ve İstanbul Şube’nin ardından, Diyarbakır Şubesi 1988’de kuruluyor. Diyarbakır şubeye çok kısa süreli başkanlık yapan Hatip Dicle gibi birkaç kişinin ardından, konumuz açısından kayda değer ilk başkan, Fevzi Veznadaroğlu oluyor. Fevzi Veznedaroğlu’nun başkan olduğu 1991- 92 yıllarında Diyarbakır korkunç bir dönemden geçiyor. Faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, köy boşaltmaları ve işkencelerin en yoğun olduğu dönem. İnsan hakları savunucularının kendilerinin de büyük tehdit altında olduğu bir dönem… İşin tesadüf boyutu da şu: Fevzi Bey'in eşi Sevtap Yokuş, ki o da Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, o sırada aynı Fakültede öğretim görevlisi, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora yapıyor. Doktora tezinin konusu da AİHM’ne bireysel başvuru mekanizması… Türkiye’nin henüz 1987’de kabul ettiği bu hak, henüz doğru dürüst bilinmiyor... Fevzi Bey’e, bölgede yaşanan ve Türkiye mahkemelerinin soruşturma dahi yapmadığı ağır insan hakları ihlallerini AİHM’e götürme fikrini veren de Sevtap Yokuş. İHD Diyarbakır çatısı altındaki AİHM çalışmaları böyle başlıyor. Yanı sıra, daha 1990’ların başında, Hasip Kaplan, Sezgin Tanrıkulu ve Tahir Elçi gibi avukatların bireysel olarak açtıkları AİHM davaları da var. 

Bu süreçte bir de Kerim Yıldız var. O da bir başka aktör. 1980 darbesinden sonra çıkmış Türkiye'den, iltica etmiş, İngiltere'ye yerleşmiş. Onunki de çok ilginç bir hikaye. İngilizce öğreniyor. Hukuk masterını insan hakları üzerine yapmaya başlıyor. Essex Üniversitesi'nde uluslararası insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk alanlarında uzman akademisyen Profesör Kevin Boyle ve Profesör Françoise Hampson’dan ders alıyor. Kerem Yıldız öncesinde de, diasporada Türkiye'deki Kürtler için siyasi aktivizm yapmaya başlamış… Ancak daha yapısal insan hakları savunuculuğu gerektiğine inandığı için master yaparken, Kürt davalarını AİHM’e taşımak fikri onun da aklına geliyor. Ama Diyarbakır’da bu işin başlamış olduğundan haberi yok. Daha sonra Fevzi Veznadaroğlu ile Kerim Yıldız’ın yolları kesişiyor… İş birliği yapma kararlarından, Kürt İnsan Hakları Projesi (KİHP) doğuyor. Böylece ulusaşırı bir adalet ağı oluşturuyorlar. Uzun bir süre AİHM nezdinde stratejik davalar açan bu kurum daha sonra kapandı. Ancak Türkiye’deki Kürt avukatlar.

AİHM’deki yargı sürecini anlatırken, kadınların durumuna dair de önemli bir başlık açıyorsunuz. Çalışmanızda konu edinilen dönemde nedir Kürt kadınların yaşadığı mağduriyet?

O da yine bir tesadüf hikayesi. Eren Keskin, bir yazısında ‘Kürdistan’ ifadesini kullandığı için hapse atıldığında siyasi kadın mahkumlarla birlikte kalıyor. Sene 1995. Bir gün, bu kadınlardan biri Eren Keskin'e açılıyor. Gözaltında cinsel şiddete maruz kaldığını söylüyor. Eren Keskin kadar deneyimli bir insan hakları avukatı için bu bir sürpriz oluyor, daha önce hiç duymadığı bir pratikmiş bu. Sonra Keskin, diğer mahkumlarla konuşmaya başlıyor ve şunu fark ediyor: Gözaltına alınan Kürt kadın siyasi tutukluların birçoğu cinsel şiddete tacize uğramışlar. Şaşırıyor. Hapisten çıktıktan sonra, 1997’de, bir Alman insan hakları savunucusu olan Jutta Hermanns ile birlikte Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nu kuruyorlar ve buna yönelik davalar açmaya başlıyorlar… Eren Hanım şunu da fark ediyor: Kürt insan hakları hareketi, devletin Kürt kadınlara karşı gözaltında cinsel şiddet politikası hakkında konuşmayı pek sevmiyor. Sonuçta Kürt toplumu ataerkil. Ve cinsel şiddet sadece devlet tarafından yapılan bir şey de değil. Aile içerisinde de kadınlara cinsel şiddet, taciz vesaire çok yaygın. Bu genel olarak üstte örtülen bir sorun. Genel olarak Türkiye'deki insan hakları hareketinin, ama özellikle Kürt insan hakları hareketinin, başarısız olduğu, kötü sınav verdiği konulardan biridir bu.

Kitabınızda AİHM’nin bazı kararlarda “devletin cezasızlık politikasını” kabul etmediğine dair dikkat çeken tespitiniz var. Bu bağlamda neler söylemek isterseniz? 

AİHM’nin içtihatlarında daha o dönemde “idari pratik” diye bir kavram var. Eğer, belli bir bölgeye yoğunlaşmış, sistematik olarak, kendini tekrar eden ve birbirine benzeyen insan hakları ihlalleri varsa ve bu ihlallere yönelik resmi bir tolerans varsa, yani resmi makamlar bunlara göz yumuyorsa, görmezden geliyorsa, o zaman burada bir idari pratik söz konusu olabilir. Gündelik dille ifade edersek bir devlet politikası… Kürt avukatlar, başından itibaren, OHAL illerinde gözaltında kayıplardan, işkenceden, köy boşaltmalardan ve de faili meçhul cinayetlerden oluşan bir idari pratik olduğunu savundular. Kürtleri, Kürt oldukları için veya siyasi görüşlerinden dolayı ya da devletin onlara atfettiği siyasi görüşlerden dolayı, hedef alan bir pratik. Ve bu ağır ihlallerin Kürtlerin yoğun olduğu illerde, Kürtlere karşı yapıldığı için ayrıca ayrımcılık teşkil ettiğini ve AİHS’in 14. maddesini* ihlal ettiğini ileri sürüyorlar. AİHM her iki iddiayı da kabul etmedi. Aslında kabul edebilirdi. Böyle bir yetkisi var… Fakat kullanmak istemedi. 

"AİHM TESPİT YAPTI, ÖTESİNE GEÇMEDİ"

Neden? 

Bu, Türkiye’ye çok özel bir şey de değil. AİHM, genel olarak, elindeki yargı yetkilerinin tamamını hiçbir zaman bütünüyle kullanmak istemedi… Örneğin, çok az sayıdaki istisnalar dışında, 14. maddeye yönelik ihlal iddialarını değerlendirmeye gerek duymaz. Üstelik neden gerek duymadığını da açıklamaz. Oysa, devletin ayrımcılık yaptığının mahkeme tarafından söylenmesi başlı başına çok önemli bir şeydir. Bunun siyasi bir anlamı ve ciddi yasal sonuçları olur. Keza, daha önce söylediğim gibi, Kürtlerin idari pratik iddiaları da öyle. Avukatların mahkeme önünde sürekli dile getirdiği bir diğer iddia da, Türkiye’de bir cezasızlık politikası olduğuydu. Kürt davalarında çok kez yaşam hakkı ihlali ve işkence gibi ağır insan hakları ihlalleri olduğunu tespit eden AİHM, bunun bir adım ötesine gidip, Türkiye’ye bu ihlalleri yapan failleri tespit edip cezalandırmasını söylemedi. Oysa, bu tür ağır insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda, bir iç hukuk yolunun etkili olması için maddi tazminatın yeterli olmadığını başından bu yana söyleyen bir mahkemedir AİHM.

AİHM’nin devlet şiddetine karşı aldığı kararlar var ama etkisi olmuyor. Bunu nasıl açıklarsınız? 

‘Terörle mücadele’ yani işin içinde silahlı bir örgütün olması, bu hak ihlallerinin silahlı bir örgütle bir iç savaş bünyesinde olması ve tabii ki PKK’nın kendisinin de yaptığı ağır hak ihlalleri olması devletin elini güçlendiren bir şey. Devletler savunma yaparken, “Ben terörle mücadele ediyorum” dediği zaman AİHM bir duruyor. AİHM içtihadında takdir marjı diye yargı denetimi usulü var. Daha önce söylediğim gibi, işkence yasağı gibi çok az sayıda insan hakkı dışındaki diğer temel haklar, AİHS altında kısıtlanabilir. Kamu sağlığı, kamu güvenliği gibi nedenlerle. Bu haklar söz konusu olduğunda AİHM, devletlere takdir marjı tanıyor. İş ‘terörle mücadele! olduğu zaman bu takdir marjını daha da genişletiyor… AİHM hakimleri, belki formasyonları gereği ve/ya kişisel deneyimleri, geldikleri ülke, tarihleri vesaire nedeniyle, şunu göremediler, ya da görmek istemediler. AİHS’ye taraf bir ülke, kendi vatandaşlarına yönelik devlet şiddeti uyguluyor. Üstelik bunu, ulusal yargının iş birliğiyle yapıyor. Türkiye’nin otoriter bir devlet olduğunu ve burada, en azından Kürt illerinde, hukukun etkili işlemediğini tespit etmek istemedi AİHM. 

"İNSAN HAKLARI MESELESİ GİDEREK DÜNYANIN GÜNDEMİNDEN DÜŞÜYOR"

Hem Avrupa’da hem de dünyada yükselen sağ ve otoriter iktidarlar söz konusu. Bu durumun uluslararası yargıya etkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Uluslararası yargıya etkisi oluyor olmaz mı? Bu iktidarlar AİHM’ye hakimler gönderiyor. Gerçi AİHS sistemi son zamanlarda biraz daha işi sıkıya aldı. Hükümetlerin gönderdiği hakimler, yeterince ehil olmadıkları gerekçesiyle reddediliyor. Bir de Mahkemede çalışan avukatlar var. Türkiye masası var. Rusya masası var… O avukatlar aslında hakimlerden daha önemli. Çünkü başvurulara onlar bakıyorlar, çoğunlukla kararları da onlar yazıyor. Bu masalarda yıllardır emek veren çok değerli Türkiyeli hukukçular var. Ancak, son zamanlarda, AİHM’nin bütçesinin çok az olmasından doğan kırılganlığını bilen otoriter devletler, Mahkemeye, kendi seçecekleri ve maaşlarını da kendi ödeyecekleri avukatlar göndermeyi teklif etmeye başlamış. Rıza Türmen bana Rusya ve Türkiye’nin bunu yaptığını söylemiştir. Strasbourg’a gönderilen bu avukatların kim olduğu, ne tür kararlar aldıkları, ilginç bir araştırma sorusu. 

Öte yandan AİHM, 2021’den beri Polonya’ya karşı çok önemli kararlar vermeye başladı. Türkiye’ye karşı yapmadığı bir şey yapmaya başladı. Hükümetin atadığı kukla hakimlerden oluşan yüksek mahkemelerin artık etkili iç hukuk yolu olmadığına hükmederek, başvuruları doğrudan kabul etmeye başladı. 

Son olarak, insan hakları meselesi giderek dünyanın gündeminden düşüyor. Amerikalar arası ve Afrika insan hakları sistemlerinde üye devletler çıkmaya başladılar. AİHM, Türkiye’ye karşı etkili bir yargı denetiminin, Rusya gibi diğer otoriter üye devletlere ne kadar önemli bir mesaj vereceğini göremedi. 

"TÜRKİYE’Yİ KAYBETMEK İSTEMİYORLAR"

AİHM’nin Kavala ve Demirtaş hakkında ihlal kararları var. Ama kararların Türkiye’de pratik bir karşılığı olmuyor. Bu durumu nasıl açıklarsınız? 

Ulus aşırı insan hakları sistemleri, aslında iyi niyet anlaşmasına dayanıyor. Üye devletler ulus aşırı mahkemelerin kararlarına uymazlarsa ne olacağının cevabı pek yok. Çünkü bu mahkemelerin polisi, savcısı yok. Aslında bir yaptırım mekanizması var. AİHM’nin kendi kararlarını uygulamak yetkisi yok. Mahkemenin kararlarının icrasının takibi yetkisi, siyasi bir organ olan Bakanlar Komitesinde. Bakanlar Komitesi ise, üye devletlerin hükümetlerinden oluşuyor. Bakanlar Komitesi de periyodik olarak toplanır, üye devletlere AİHM kararlarını uygulamak için neler yaptıklarını sorar. Üye devletler de raporlarını sunarlar vesaire. Bazı dosyalar kapatılıyor, diğerleri devam ediyor. Şimdi, AİHM’nin 18. madde kararlarına geldiğinde... AİHM bu kararlarında Türkiye’ye, ‘Sen bu insanları siyasi saiklerle gözaltına alıyorsun, tutukluyorsun. ‘Derhal salıver’ dediği zaman Bakanlar Komitesinin yapabileceği çok bir şey yok. Türkiye Osman Kavala’yı salıvermiyor. Bunun AİHS sisteminde bir örneği yok. İlk defa Azerbaycan’da olmuştu. AİHM, aktivist Ilgar Mammadov’un keyfi hapsedildiğine, 18. madde ihlali olduğuna karar vermiş, salıverilmesini istemişti. Azerbaycan salıvermese de, Bakanlar Komitesi ihlal prosedürü başlatınca, Mammadov’u salıvermişti. Yani Azerbaycan gerilimi tırmandırmadı. Türkiye’nin mevcut tutumunun sistemde bir örneği yok. Bakanlar Komitesi ihraç prosedürünü başlattı, AİHM’den Türkiye’nin Kavala kararını yerine getirmediğine dair yeni bir (46. madde) karar çıkarttı, Türkiye’den Kavala’yı derhal bırakmasına dair tekrar tekrar taleplerde bulundu. Ancak Türkiye bunu reddediyor. Teorik olarak, ihlal süreci Türkiye’nin Avrupa Konseyinden ihracı ile sonuçlanabilir. Ancak Bakanlar Komitesi işi buraya getirmek istemiyor. Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlar. Sistem zayıf gözükecek. Bir de mülteci meselesi duruyor… 

Peki bu durum ne kadar böyle sürdürülebilir?

Bunlar çok zor kararlar. Avrupa Konseyi kısa süre önce Rusya’yı adaylıktan çıkardı. Bunun nedeni, kendi vatandaşlarına yönelik insan hakları ihlalleri değil, Ukrayna’yı işgal etmesiydi. Rusya’nın işgali yeni değil. Daha önce Gürcistan’ı ve Ukrayna’nın doğusunu da işgal etmişti. Bir yandan, Rusya’daki insan hakları hareketi ve de mağdurlar açısından bir kayıp bu. Öte yandan, Rusya, hakkındaki onca AİHM kararına rağmen, politikalarını değiştirmiyordu ve aynı ihlallere devam ediyordu. Belki, AİHS sistemi içerisinde otoriter rejimlere karşı açılan davalara bakan ayrı bir mekanizma kurulması lazım. En azından AİHM’nin bu davaları önceliğe alması gerekir. Otoriter rejimler söz konusu olduğunda, takdir marjı, iç hukuk yollarının tüketilmesi kurallarını bir yana bırakması gerekiyor. Yaparlar mı? Sanmıyorum. Dünya zaten bambaşka bir yere gidiyor. Yani 1990’ların kural esaslı uluslararası hukuk düzenindeki o iyimserlik bitti. Kürt insan hakları avukatları özelinde belki de en güçlü müttefikini kaybetti AİHM. Oysa bütün Avrupa’da AİHM’ye en çok inanan, en çok savunan gruplardan biri Kürtlerdi, Kürt insan hakları avukatlarıydı. 

"AİHM’NİN DEMOKRASİ ANLAYIŞI HEP SORUNLU"

AİHM’nin demokrasi anlayışına da bir eleştiriniz var… 

Demokrasi anlayışı çok da sorunlu bence. Mahkemenin genel olarak demokrasiden anladığı, prosedürel demokrasi. Düzenli ve iyi kötü adil seçimler yapılıyorsa, temsili makamlar varsa o ülkeyi demokrasi kabul ediyor. Oysa, asıl olan esastan demokrasidir. İnsan hakları korunuyor mu? Azınlıklar korunuyor mu? Basın özgür mü? 

* AİHS madde 14: “Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır.”

ÖNCEKİ HABER

ODTÜ’de 1977 yılında hayatını kaybeden öğrenciler anıldı

SONRAKİ HABER

Filistin Kızılayı: Gazze Şeridi'ne insani yardım taşıyan 100 tır ulaştı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa