Erdal'ın idamı, 'sınıflardan' azade insan hakkı ihlali değil!
12 Eylül’ü insan hakları düzleminde mahkum etmek, vicdani bir muhasebeye hapsetmek, tersinden kurbanlarını, göğüs göğüse çarpışılan muharebenin kaybeden tarafını görünmez kılan bir varsayımı da taşır.
Fotoğraf: AA
Ender Şiar ARGIN
Erdal Eren’in 12 Eylül cuntası tarafından idam edilmesinin üzerinden 43 yıl geçti. 12 Eylül, baskı, sansür, yasak, işkence, idam ve fişleme gibi bir dizi devlet refleksinin yoğunlaştığı bir dönemi ifade etmesiyle en çirkin anılan siyasi süreçlerden biri; Erdal ise hukuksuzlukla anılan bu dönemi halkın hafızasına kazıyan bir simge. 12 Eylül’e dair bir görüş ortaklığı oluşmuşsa o da 12 Eylül’ün insan hakları ihlallerini içeren pratikleri, sıra dışı bir saldırganlık dönemi olması, istisnasız her faninin karşı çıkması gereken bir dönem olduğu fikridir.
Marx, 18 Brumaire’de, hükümet darbesiyle iktidara gelen Bonaparte’ı sövgüyle anarken onu maddi-manevi cüssesinden fazlasını atfederek mitleştiren Victor Hugo’yu eleştirir ve bir tarihsel fenomeni yorumlamanın yolunu da gösterir. Bonaparte fenomeni, Hugo’ya “Duru gökte çakan bir şimşek gibi” görünüyordu. Marx ise tarihselleştirmekten yanaydı, Fransa’da süregiden sınıf savaşımının “Sıradan ve gülünç bir adamın kahraman rolü oynamasına izin veren koşulları” nasıl yarattığıyla ilgilendi.
Etkisi, fiziki varlığını aşan tarihsel kırılmaları “Duru gökte çakan bir şimşek” gibi yorumlama alışkanlığı, ülkemizde herhalde en çok 12 Eylül bahsinde yüzeye çıkıyor. Birincisi bu yaklaşım, 12 Eylül’ün yarattığı ve normalleştirdiği dil evrenine hapsolmayı, dolayısıyla 12 Eylül ile mücadeleyi evrensel hukuk sınırlarında ahlakileştirme riskini içeriyor. Kurbanlarını siyasi yönelimleriyle değil taşıdıkları masumiyet/uğradıkları haksızlıkla anan vicdani bir muhasebe, 12 Eylül’ü insan haklarında açtığı geri dönülmez yaralarla hedef alan insan hakları merkezli bir muhalefet… İkincisi 12 Eylül’ü Türkiye kapitalizminin olağan gidişatında arızi bir fenomen, bir anomali olarak kodlamak; 12 Eylül’ün sınıf karakterinin, Türkiye burjuvazisinin kolektif hayallerinin cebren uygulanması gerçeğinin üzerini örtüyor, son derece siyasal yollarla işletilen sınıf savaşı planını bir tür mistifikasyona uğratıyor.
TÜRKİYE KAPİTALİZMİNİN YOLU
’70’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye kapitalizminin de yeni bir soluk borusuna ihtiyacı vardı. İthal ikameci kalkınma modeli işlevselliğini yitiriyor, ücretli emeğin toplam zenginlikten aldığı pay can sıkıyordu. Dünya kapitalizmi, kriz koşullarından çıkış yolunu neoliberal ekonomik modelde bulmuş, Dünya Bankası ve IMF eliyle az gelişmiş ülkelere bir dizi ekonomik yapılandırma (verimlilik artışı, ihracatçı büyüme, yüksek rekabet, özelleştirme vb.) önerilmişti. Ancak Türkiye’nin bu dönüşümü sağlaması kolay değildi. Uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme devlet aygıtının da yapılandırılmasını gerektiriyordu. Ne -bir ölçüde TÜSİAD muhalefetiyle- devrilen Ecevit Hükümeti ne de darbeden önce kurulan Milliyetçi Cephe bu yapılandırmayı hayata geçirecek siyasi beceriye sahip değildi. Emeğin toplam birikimden aldığı payın azaltılması, yani ucuzlatılması, ferah bir birikim modeline geçişin önündeki en büyük engel olan pazarlık gücünün zayıflatılması, mümkünse yok edilmesi gerekiyordu. İşçi sınıfının örgütlü görüntüsünün yok edilmesi, siyasi yelpazede sosyalist solun, gençlik hareketinin de kütlesinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündü. 12 Eylül’e biçilen misyon Türkiye kapitalizminin yolunun temizlenmesi, trafiğe kapatılmasıydı. Nitekim arzu edilen yol büyük ölçüde alındı. Sendikalaşma oranı dramatik bir çöküş yaşadı, reel ücretler geriledi. ’82’nin anayasası, en çok örgütlü emeğe yönelik saldırı ve kuşatma maddeleriyle güncelliğini korudu. Binlerce kişi işkenceden geçirildi, yüzlercesi öldürüldü, iki milyona yakın insan fişlendi. Siyasi baskı ve kültürel açılma iç içe geçti. Örgüt ve örgütlenme fikrini mücrimleştiren ideolojik kafes, günümüze kadar ulaştı. Kültürel alana tanınan işlevsel serbestlik, popüler kültür ve edebiyat alanını özgürleşme/bireyselleşme söylemiyle kuşattı. Eşitlik ve sömürü gibi “solcu” kavramlar bir tür çağrışıma imlendi, ideolojik kamburdan ibaret hale getirildi. Gelecek ve özgürlükten bahsetmek bir tür siyasi jestten, simgesel bir söylem muhalefetinden fazlasını ifade etmiyordu. Geçmiş ve gelecek arasındaki fark açıldı, “Geçmişte kalan kudretli günler” bugünün sakatlanmış imajının bir parçası, bir popüler tarih dipnotu haline getirildi.
12 Eylül’e ve postallarına, fikrine ve cürmüne, TRT bildirisine ve MGK bileşimine, anayasasına ve işkencehanelerine vb. bir dizi 12 Eylül sembolüne ruhunu veren Türkiye kapitalizminin, toplumun ve devlet aygıtının yeniden yapılandırılması ihtiyacıydı. Bütün zor, acımasızlık, hukuksuzluk ya da bütünleyici tanımıyla “insan hakları ihlalleri” işte bu yapılandırmanın zor yolunun diyetiydi. 12 Eylül, kurumsal olarak “insan haklarını” da neoliberal canavarın ağzındaki sakız, havada asılı bir retorik, sermaye projesinin ihlal ettiği “renklerden bir renk” haline getirdi. Haliyle ortada insan hakları nezdinde bir sapma değil yapısal bir krizin zor yoluyla aşılması için sermaye iktidarının kendi hukuki düzenlemelerini yaratması vardı.
İnsan haklarına dair her türlü evrenselleştirme, ortaya çıktığı anda var olan eşitsizliklerin, sınıf-güç ilişkilerinin ve mülkiyet yasalarının üzerine bina edilir, yani kurumsal olarak insan hakları burjuva toplumunun, demokratik devrimler çağının ürünüdür. Uzaması ya da kısalması, insan haklarının örneğin 12 Eylül’ün kurumsallaşmasıyla tedavülden kaldırılması ya da neoliberal yıkımın dilediği özür haline gelmesi, sınıf-güç ilişkilerinin zikzaklarına göre belirlenir. 12 Eylül’ün içinden çıktığı “Türkiye kapitalizminin normallerini” verili durum olarak kabul etmeyen ve insan hakları, uluslararası hukuk, demokratik siyaset mekanizmaları gibi soyutlamaların ötesini arzu eden bir siyaset arayışı, 12 Eylül’le resmen değil fiilen hesaplaşmalıdır. Saygınlıkla anılmak, 12 Eylül’ün pek de gündemi değildi.
ERDAL’I 'ZARARSIZLAŞTIRAN' 12 EYLÜL KARŞITLIĞI
Talep edene mücadele kuvveti ve arzusu kazandırmayan bir vicdan talebi özgürleştirici olmaktan çok tüketici, felç edici, melankoliktir. 12 Eylül’ü insan hakları düzleminde mahkum etmek, vicdani bir muhasebeye hapsetmek, tersinden kurbanlarını, göğüs göğüse çarpışılan muharebenin kaybeden tarafını görünmez kılan bir varsayımı da taşır. Erdal Eren, muhtemelen kendisi gibi ölüme gönderilen yüzlerce 12 Eylül kurbanı gibi hiç de “17 yaşı”, “zayıf bedeni”, “tüysüz suratı” ve “son bakıştaki gözleriyle” meyus bir anılmayı arzu etmemiş, yazdığı mektupta da bunu ifade etmiştir. Yoldaşı Aydın Çubukçu’nun dediği gibi Erdal sevilmesi ya da yas tutulmasının ötesinde “Anlaşılması gereken” bir figürdür.
Erdal Eren’i masumiyetle, kirlenmemişlikle, çocuklukla hatırlayan iyi niyet, onu fikirlerinden arındırılmış, silahsızlandırılmış, sivil ve zararsız bir imgeye sabitler. Halbuki Erdal’ı 12 Eylül’le anılan bir simge haline getiren yalnızca masumiyeti, darbeci cuntanın hedefi olan fiziksel özellikleri değildir. Erdal Eren, sosyalist ve devrimci mücadele geleneğinin tarihine kazınan isimlerin her biri gibi olağanüstü özelliklere sahip bir mücadele insanıdır. 12 Eylül tarafından hedef alınması, onun genç bir komünist, bir parti militanı, örgütlü siyasetin temsilcisi olmasıyla ilgilidir. Yalnızca Erdal 12 Eylül’ün hedefi değil 12 Eylül ve temsil ettikleri de Erdal’ın içinde bulunduğu siyasal pratiğin hedefi olmuştur. Ortada güçlünün zayıfı ezdiği dramatik, acı bir hikaye yoktur. Erdal, berdevam sınıf savaşı ve taraflaşmanın parçasıdır. 12 Eylül yargısı Erdal’ı yargılayamamış, aylarca işkence ettiği bu “çocuk” karşısında, o berrak bilinci, mantığı, dirayeti ve bir komünistte bir araya gelebilecek bütün özellikleri karşısında çileden çıkmıştır. O “Yüzünde tüy bitmemiş çocuğun” kararlılığı, cuntayı ve mahkemelerini yalnızca alelacele alınan bir idam kararının faili olmaya değil, çaresizliğe de itmiştir. 12 Eylül mahkemelerini halkların kolektif hafızasında tarihin en aşağılık pozisyonuna iten Erdal’ın kararlılığı, bilinci, müesses nizam için “tehlike” arz eden örgütlü kimliğidir.
12 Eylül’ü sınıflar mücadelesinin bir pik noktası olarak değil olağan demokratik yaşamda açılan marazi bir sorun olarak görmenin bugüne taşıdığı benzer yanılsamaları güncel tartışmalarda da görmek mümkün. Örneğin ekonomi yönetimine yönelik yersiz beklentileri, uluslararası sermayenin tek adam yönetiminin zor aygıtlarını ve otoriterliğini tercih etmeyecek bir demokratik kaygıyla hareket ettiği retoriğini ısıtan apolitizm, kuşkusuz 12 Eylül’ün en büyük başarılarından biridir. 12 Eylül, topluma dönük kapsamlı taarruzuyla “Duru bir gökte çakan bir şimşek gibi” parlamıştır elbet. Ancak bugüne taşınan mirasına, varoluşsal misyonuna, yaşayan kurumlarına değil demokratik yaşamda çıkardığı sorunlara, yol açtığı yıkımlara, ihlal ettiği insan haklarına sabitlenen bir 12 Eylül karşıtlığının ne 12 Eylül’ün aramızda dolaşan varlığına zararı ne de 12 Eylül’le mücadelenin alanına taşıdığı bir yararı vardır.