AKP kapı kapı dolaşıyor: Ucuz emek, bolca taviz, doğal kaynak peşkeşi
Mehmet Şimşek yabancı kaynak arayışı için İspanya'ya gitti. OVP'nin "yatırım iştahını" kabarttığını söyleyen Şimşek'in ve AKP'nin yurtdışı kaynak arayışını Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu değerlendirdi.
Fotoğraf: AA
Cihan ÇELİK
İstanbul
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yurt dışında yabancı sermaye yatırımı aramaya devam ediyor. Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan ile birlikte AB dönem başkanlığını da yürüten İspanya'da yatırımcı toplantılarına katıldı. Mehmet Şimşek görüşmelere dair yaptığı açıklamada "Küresel ölçekte etkili İspanya merkezli 2 trilyon dolar büyüklüğündeki şirketlerin ve finans sektörünün yöneticileriyle yaptığımız görüşmeler çok verimli geçti. Orta Vadeli Programımız, ülkemize yönelik yatırım iştahının canlanmasına ve uluslararası yatırımların artmasına önemli katkılarda bulunacak" dedi.
Yabancı kaynak arayışını değerlendiren Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, "AKP'nin politikaları bize ciddi bedeller ödetti; milli gelir içerisinde ücretlilerin payı düştü, Türkiye'nin dış borçları arttı. Bu, ne pahasına olursa olsun borçlanmanın, yabancı sermayenin değişik katmanlarına ciddi tavizler vermenin de önümüzdeki dönemde, yine bizim gibi emeğiyle geçinen kesimlere ciddi bedelleri olacak" dedi.
"AB İLİŞKİLERİNE SICAK BAKILMASI BEKLENTİSİ VAR"
İktidarın "yatırım turunun" son durağı İspanya oldu. Bu ziyaret öncesi ABD, İngiltere, Fransa'da yatırımcılarla bir araya geldiler; BAE, Katar ve Suudi Arabistan'ı kapsayan Körfez turuna çıktılar. Türkiye neden kapı kapı dolaşmak zorunda kaldı?
Türkiye zaten 28 Mayıs seçimlerine ciddi bir ödemeler dengesi krizinin eşiğinde girdi. Seçimlere, ortalama yurttaşımıza iyi bir görüntü verebilmek için dolar kurunu ne pahasına olursa olsun rezervleri eritmeyi göze alarak 20'nin altında tutma, faizleri enflasyonun resmi rakamlarla 85'e kadar yükseldiği bir yılda 8,5’a buçuğa indirme, ÖTV, KDV ve faizlerini, vergilerini ertelemek gibi sürdürülemez bir şekilde girilmişti. Bunun sonunda bir şekilde göz boyamayı başardılar. Yani özellikle döviz kurunun tutulması, Türkiye'de bir göreceli istikrar olduğu izlenimi verdi. İkincisi bu şekilde enflasyonun daha da artması engellendi. 28 Mayıs seçimlerinden sonra bunun sürdürülemez bir durum olduğunu bilerek döviz kurunu serbest bıraktılar. Kur bir anda 20'den 27'ye kadar çıktı. Bunun yabancı sermayenin Türkiye'ye gelmesi için yeterli olacağını düşündüler. Çünkü finans kapitalde yerli para ne kadar değer kaybetmişse, o kadar fazla miktarda yerel para alabilirsiniz. Ama bunun yeterli olmadığı görülünce önce nispi olarak yavaş giden faiz artışlarına hız verdiler. Şimdi de yavaş yavaş para girişi sağlanmaya başlandı. Ancak bu, kısa vadede ödemeler dengesi krizini belki erteler ama ülkeye çok ciddi, orta ve uzun vadede maliyetler getirir. En başta ciddi bir faizle borçlanmış oluyorsunuz. Bugün yurt dışından yüzde 8, 9 ile borçlanmak bir başarı olarak sunuluyor. Halbuki bu uzun dönemde çok ciddi bir faiz maliyeti getirecek.
İspanya ziyareti bağlamında ise burasının seçilmesinin nedeni; sosyal demokrat, dışarıdan sosyalistlerin desteklediği bir hükümet var. Türkiye'ye rejimin niteliğini çok göz önüne almadan, biraz daha esnek bakan bir ülke. İspanya, kendisi ekonomik sıkıntılar yaşamasına rağmen ciddi büyük bankaları ve şirketlere sahip bir yer. İktidar buradan alınacak mesajlarla Avrupa'nın AB ilişkilerine sıcak bakacağını varsayıyor.
"BEKLEDİKLERİ RAĞBETİ GÖREMEDİLER"
Diğer gezilerde umduklarını bulabildiler mi?
Önce Körfez, sonra New York, ondan sonra Londra dünyanın önemli finans merkezlerini birer birer gezdiler. Ciddi petrol gelirleri olan, ulusal yatırım fonları oldukça güçlü ve ülkelerinde önemli bir yatırım potansiyeli bulunmayan Körfez ülkeleri demokratik ülkeler değil. Parayı bir şekilde dünyanın değişik ülkelerine dağıtmak monarşiler açısından riski azaltıcı bir unsur gibi görülüyor. AKP'nin Suudi Arabistan’la arasındaki Kaşıkçı krizi, BAE ile 15-16 Temmuz olaylarının organizatör olduğu iddiasıyla ilişkileri oldukça gergindi. Bunların hepsini unutarak Körfez ülkelerinden önce bir geziye çıktılar. Yeni bir yakınlıkla fonların daha cömert bir şekilde geleceğini düşündüler. Ama görüldüğü kadarıyla buradan çok önemli bir sonuç çıkmadı.
Sonra dünyanın finans merkezleri New York ve Londra'yı ziyaret ettiler. Gaye Erkan'ın Amerika'da bir bankanın CEO'su olması, Amerikalı bir bankacı olarak görülmesi, kendi dillerinden anlayan biri olarak görmeleri nedeniyle umutla gittiler. Mehmet Şimşek Merrill Lynch Bankası'nın tahvil alım satımcısı olarak çalışmıştı. Bu ilişkilerin de Türkiye'ye daha sıcak bakılmasına neden olacağını düşündüler. Ama bekledikleri kadar bir rağbet göremediler.
"AKP’YE YAKIN İŞ ADAMLARI PARALARINI MI GETİRDİ?"
Bu görüşmelerden sonra ne kadar bir kaynak girişi oldu?
Genel olarak rezervlerde bir artış var ama bunun kaynağını çok fazla göremiyoruz. Önümüzdeki ay Merkez Bankasının kısa vadeli borçları açıklandığı zaman anlayacağız. Tahvillere belli bir giriş başladı ama çok büyük bir rakam değil. Hisse senetlerine geçtiğimiz dört haftada 700 milyon dolar, genelde de 2-2,5 milyar dolarlık bir giriş söz konusu olmuştu. Yani beklenen büyük bir miktar gelmedi.
Fakat son dönemlerde net hata noksan kaleminden bir giriş dikkat çekiyor. Bu bilindiği gibi çok net ölçülemeyen, kayda geçmeyen dövizlerin bakiyesi üzerinden hesaplanan bir rakam. Yaklaşık olarak dört ayda (Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül) 15 milyar dolar bir para girişi olmuştu. Bu da seçimleri kaybedeceğini düşünüp parasını yurtdışına çıkartan AKP rejimi yanlılarının parası olduğu izlenimini uyandırıyor. Geçenlerde açıklanan ekim ayı ödemeler dengesinde 2 milyar doların üzerinde bir giriş daha olduğu görülüyor. Basına sızan haberlere göre AKP'ye yakın iş adamlarından yurtdışındaki paralarını getirmeleri talimatı veriliyor. Bu büyük ölçüde net hata noksan kalemine yansıyor.
"CİDDİ BEDELLERİ OLACAK"
Yabancı kaynak arayışının sebebi sadece faiz politikalarıyla mı ilgili? Kaynak aramanın, bu aramalar sonucu varılan anlaşmaların bir bedeli var mı?
AKP'nin son yirmi yılda uyguladığı ekonomi politikalarının, özellikle de son iki yıldaki ne pahasına olursa olsun seçimi kazanmaya yönelik yürüttüğü politikaların bedellerini hepimiz ödüyoruz. Şimdi AKP'nin ve AKP rejiminin ekonomi politikalarının iki yüzü var. Biri neoliberal piyasacı sermaye yanlısı politikalar. İkincisi mümkün olduğu kadar yabancı sermayeyi ürkütmeden ekonominin dengelerini büyük ölçüde yandaş kesimlere aktarma anlayışı. Bu anlayışın değişik sermaye kesimlerine yönelik farklı katmanları var; Bir taraftan yurt dışıyla bağlantısı olan, İstanbul sermayesi diyebileceğimiz büyük şirketler. Bunların hayatına sınırlı müdahale edip küçük tavizler koparmak. Diğer taraftan seküler sermayenin özellikle medya kanallarında büyük ihaleler vermek karşılığı AKP'nin rıza oluşturma politikalarında yardımcı olmasını beklemek. Büyük ihaleleri başta 5 yandaş müteahhit olmak üzere kendilerine yakın kesimlere vermek, buradan çeşitli suistimaller yapmak. Hem İslamcı vakıflar yoluyla hem tarikatların, cemaatlerin ekonomik birimleri yoluyla kendilerine hem oy desteği veren organik bağ olan İslamcı kesimlere rant aktarmak, çıkar sağlamak. AKP'yi bu ikili karakteriyle değerlendirmek lazım. Bu bize zaten ciddi bedeller ödetti; milli gelir içerisinde ücretlilerin payı düştü, Türkiye'nin dış borçları arttı. Türkiye'de kişi başına milli gelir 2012 yılından bu yana belirgin bir şekilde artmıyor. Aslında bu ekonomi politikalarının başarısız olduğu çok net bir şekilde görüldü. Bu, ne pahasına olursa olsun borçlanmanın, yabancı sermayenin değişik katmanlarına ciddi tavizler vermenin de önümüzdeki dönemde, yine bizim gibi emeğiyle geçinen kesimlere ciddi bedelleri olacaktır. Zaten bugün asgari ücrete ilişkin, emeklilerin, kamu çalışanlarının maaşlarının arttırılmasına ilişkin tartışmalarda görüyoruz. En başta asgari ücretin yılda bir kez (o da gerçekleşmeyeceği belli olan kendi enflasyon tahminlerine göre) belirlenmesi yönündeki açıklamalar var. Bunlar ekonomideki sıkıntıların bedelini geniş emekçi kesimlere ödetmek niyetinde olduklarını gösteriyor.
"MALİYET EMEĞİYLE GEÇİNENLERE YÜKLENİYOR"
Erdoğan bağımlı değiliz diyor, dış politikada eyy ile biten çıkışlar yapıyor ama gerçekten bağımsız mı Türkiye?
Dünyanın içinde bulunduğu durumda bir ülkenin ekonomik bağımsızlığı, dünyayla ilişkilerinin azalmasıyla ölçülmez. Ekonomik ilişkilere girerken teknoloji geliştirebiliyor musunuz, iş gücünüz vasıflı mı? Dünyadaki üretim zincirlerinin neresinde yer alıyorsunuz? Bunlar önemlidir.
Türkiye yüksek teknolojide yüksek katma değerli üretime yönelecek diyorlar. Bunlar sürekli bir temenni olarak dile getiriliyor. Ama bir ülkenin bunu yapabilmesi için önce ekonominin liyakatli kadrolarla yönetilmesi, bilimin, aydınlanmanın egemen olması, üniversitelerde laik, çağdaş, bilimden yana bir eğitim sürdürülmesi, kadın erkek eşitliği gözetilmesi gerekiyor. Türkiye, bunun altyapısı olmadan, yüksek katma değerli yüksek teknolojiden bahsediyor. Siz buralarda başarılı olamadığınız zaman dünyayla ilişkilere ancak emeğin ucuzluğu, sermaye çekmek için ciddi tavizler vermek, ülkenin doğal kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekmek şeklinde girebilirsiniz. AKP'nin genel anlayışı da zaten bu yöndeydi. Ama giderek sıkıştığı için daha fazla taviz vermeye, bir an önce bir krizle ülkenin karşılaşmaması için ne pahasına olursa olsun gerek İslami sermayeyi gerekse batı sermayesini çekmeye çalışıyor. Bunun da hem bugün emeğiyle geçinen kesimlere hem gelecek kuşaklara büyük bir maliyeti olması kaçınılmaz görünüyor.