"Geçmiş ölmedi, geçmedi bile daha…"
"Göğüsleriyle ilk dalgayı karşılayan, tecrit saldırısına dalgakıran olarak direnen ve ikinci bir dalganın kıyılarımıza vurmasını tam yirmi yıl öteleyen bu insanlara borcumuz var."
Fotoğraf: Pixabay
Selçuk KOZAĞAÇLI*
Bugün, her şeyden önce, geçmişle ilişkimizi değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Daha önce söylendi: “Geçmişin ona hükmetmek isteyen konformizmin elinden çekilip alınması…” her dönemde yeniden girişilmesi gereken güncel bir çaba. Çünkü bu çekip alma, anmadan yahut hatırlamadan ibaret bir geçmiş tasavvurunu yıkmayı gerektirir. Anmamıza izin vermeyen egemenden değil hakkıyla sahiplenmemize imkân tanımayan zaafımızdan söz ediyorum.
Sadece 19-22 Aralık Katliamını ve Büyük Hapishaneler Direnişi’ni değil, her anmayı -hatta belki tüm almaların en ünlüsü olan hemen önümüzdeki 24 Aralığı da- kapsayan bir akıl yürütmeye çalışacağım. Soru şu: “Ölülerle geçmişimizi ölü bir geçmişten ayırabiliyor muyuz?” Çünkü ölü, bir hesaba göre bitmiş demek. Ölü bir geçmiş, artık önemsiz, “tarih olmuş” anlamında kullanılıyor, hatta Amerikalıların ağız alışkanlığıyla doğrudan tarih: “It is the history.”
Benim önerim, yine farklı bağlamlarda çok sık alıntılanmış bir başka cümleyi anlamının eğimine iyice bükmek: “Geçmiş ölmedi, geçmedi bile daha…”
Anmayı yadsımıyorum.
Gündelik yaşamım bizden erken koparılanların hatıraları, sesleri, zarif güçleri ve ışıltılarıyla dopdolu. Takvimimin her gününe mutlaka -en az- bir ölü düşüyor anmak için; anıyorum da.
Ancak döngüsel bir tarihe de inanmıyorum.
Özkan Mert'in, durum tespiti ile yetiniyor görünen sadelikteki çarpıcı şiirinde işaret edilen döngünün; anma ısrarımızı ve kararlılığımızı kutsarken kucağımıza bıraktığı ironiyle baş etmek zorundayız:
“21 Mart 1986
60.000 karaderili
toplandık Langa Stadyumunda
21 Mart 1985’de öldürülen
21 Kardeşimizi anmaya geldik
21 Kardeşimiz de
21 Mart 1960’da
Shapervilla katliamında öldürülen
183 kardeşimizi anmaya gelmişti”
Onlar Shapervilla’da niye katledilmişti veya niye yüzlerce yıldır kitlesel olarak katlediliyoruz sorularını artık anma döngüsünün dışında sormanın bir yolunu bulmak zorundayız.
Büyük Hapishaneler Direnişi, hemen başında gerçekleştirilen katliama rağmen yedi yıl boyunca kesintisiz sürdü.
Yaşamlarımızın yüz yirmi iki kez direniş, anma ve ölümle iç içe geçtiği yedi yıl: Ölenleri anarak ölenleri ananlar öldüler. Hepsi F Tipi tecrit hapishanelerine karşı direnerek, birbirlerinin yaşamlarına ve ölümlerine gönderme yaparak, geride atıflarından bir desen bırakarak öldüler.
Bu bir Güneş Kursu deseni olsun ve diyelim ki güneşe gömüldüler.
Bugün ne yapmalıyız? Matem tutmaya vaktimiz olmadığı söylendi zaten daha önce ama başka ne yapmalıyız?
Anabiliriz. Her gün doğması umulan güneşe ibadet eder gibi mi anacağız? Bu söylediğim bütün devrimci önderler için geçerli. Gecenin karanlığında, kaygı ve korkularımızı savuşturmak için güneşi kutsamanın yararı yok.
Kişisel anmalara saygım var; ben de anma ritüellerine sahibim ancak politik yahut toplumsal anmadan söz ediyorum. Belki Noel'den şimdi söz etmek gerekir. Ölülerin ardından kiliseler kurmanın, kurganlar, piramitler yığmanın, tütsü yakmanın ve asıl takvim sayfalarında her yıl bir kere daha 19 Aralık yazacağını bilmenin döngüsel sonsuzluğunu ne kadar tüketebileceğiz?
Kazancakis’in ölümsüz eserinde anlatıldığı üzere, bugün, burada çarmıha gerilmeyi göze alamıyorsak, geçmiş, gerilinmiş, ölünmüş çarmıhı haç yapmanın imana bir faydası yok.
İşte önümüzde Yüksek Güvenlikli Hapishaneler dikiliyor. Sayıları onu geçti. Havalandırmasız, hücre içi yirmi dört saat kameralı, personel temassız, pencereleri kümes teli ile kapalı üç katlı hücre hapishaneleri. Tek ve üç kişilik kaplan kafesleri. F Tiplerinden kat be kat ağır bir tecrit saldırısı.
Nurettin Kaya, Erzurum Yüksek Güvenlikli Hapishanesi'nde Ölüm Orucu’nda, 61 gündür direniyor. Hüseyin Karaoğlan Sincan 1 No’lu Yüksek Güvenlikli Hapishanesi'nde, 100 gündür açlık grevinde.
Onların anma döngüsündeki yerlerini, Güneş Kursu desenindeki izlerini çizerek almalarını mı bekleyelim?
Büyük Direniş’te müvekkillerimi, dostlarımı, yoldaşlarımı gömdüm. Günden güne eriyen bedenlerinde açlığın ve bazen de ateşin tahribatını Adli Tıp Morglarında teşhis etmek zorunda kaldım. Yaşadığım sürece anılarını unutmayacak ve unutturmamaya çalışacağım ancak bu “Hasar Ayini”nin Nurettin’e faydası olmaz.
İlk dalgada 122 insan kaybettik. Bugün, buraya ikinci dalga geliyor. Göğüsleriyle ilk dalgayı karşılayan, tecrit saldırısına dalgakıran olarak direnen ve ikinci bir dalganın kıyılarımıza vurmasını tam yirmi yıl öteleyen bu insanlara borcumuz var.
Bu borcu tahsil edemezler çünkü öldüler. Güneş Kursu’na sahibiz, onun deseni de bize sahip ama ona tapmıyoruz. İlgi duyduğumuz şey, onların da ilgi duyduğu yaşamın ve direnişin ta kendisi.
Varsa borcumuz, ikinci dalganın direnişçilerine ödeyelim. Döngüyü kırmanın yolu, Nurettin’in ölümünü durdurabilmek. Bütün gücümüzle direnmek, dayanışmak ve Yüksek Güvenlikli Tecrit Hapishanesi’ne izin vermemek. Anmanın mümkün ve doğru tek yolu bu bence.
Sadece anıları önünde saygıyla değil; karşı taraftan ateşin devam ettiği bilinciyle eğilelim. Sıra bize gelince doğrulmak, hamlemizi yapmak ve öyle gerekiyorsa sayımızı saymak için.
Onlar saydı sırasını.
“Söz istemez
Yaşlı göz istemez
Çelenk melenk lazım değil
SUSUN
SIRA NEFERİ UYUSUN”
Biz kazanacağız.
* Tutuklu Avukat