Negri’nin ardından…
Kişisel serüveni radikal sol bir çıkışla başladı ancak bir tür küreselleşmeci reformizmle son buldu. Özgün muhalif kimliğini kaybetmedi ama muhalefet anlayışı kapitalizmin sınırları içinde hapsoldu.
Antonio Negri | Fotoğraf: Christian Werner, Alexandra Weltz - Parka Projects/Wikimedia Commons CC BY-SA 4.0
Arif KOŞAR
İtalyan operaismo (işçicilik) ve Otonomist Marksizm geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri, Antonio Negri, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti.
Onun devlet kuramından felsefeye, uluslararası ilişkilerden politik ekonomiye uzanan çok boyutlu kuramsal çalışmalarını birkaç başlık altında ele almak mümkün değil. Ancak, bütün kuramsal faaliyetinin ardındaki temel motivasyonun, tıpkı diğer operaist arkadaşları gibi, işçi sınıfının değişen bileşimini anlama ve buna uygun mücadele biçimleri geliştirme olduğu söylenebilir. Bunun için daima “yeni”nin peşinde koştu. Onu kuramsallaştırmaya çalıştı. Bununla birlikte ideolojik ve siyasal mücadelenin sıkıştığı her noktada çıkışı liberal ideolojik varsayımların -kısmen- kabulünde buldu. 90 yıllık yaşamında bu süreç onu, maalesef, radikal devrimci bir çizgiden, devrimci dönüşümü reddeden sosyal liberal diyebileceğimiz bir politik konuma sürükledi.
OPERAISMO
Negri’nin de bir parçası olduğu ve İtalya’nın oldukça özgün koşullarını yansıtan operaismo 1960’lı yıllarda işin reddi, kendini değerli kılma, otonomi, işçi mücadelesinin birincilliği gibi argümanlarla yeni bir siyasi hat öneriyordu. Bu hattı ilginç ve çekici kılan şey ise İkinci Dünya Savaşı sonrası “İtalyan mucizesi” sırasında resmi (avro) komünist ve sosyalist partinin işçi hareketini burjuva demokrasisi ile sınırlama çizgisine karşı çıkışıydı. Negri, 1979 Nisan’ında, “operaismo’nun 1950’lerdeki emek hareketinin krizine siyasal bir yanıt girişimi” olduğunu ifade etmişti.
Operaismo geleneği ve Negri, klasik Marksizme yönelik tüm eleştirilerine rağmen, bütün eserlerinde, üretim sürecine yaptığı vurguyu sürdürdü. Bununla birlikte, Negri’ye göre, üretim ve üretim olmayan, ekonomi ile siyaset arasındaki ayrım çizgileri giderek silinmişti. Artık her şey üretim ve herkes işçiydi (“toplumsal işçi”). Bu, üretim sürecinde başlı başına radikal bir değişim anlamına geliyordu. Bunu önce post-fordist, daha sonra post-modern dönüşüm olarak tanımladı. Sonuçta, kavramsal bir oyunla her şey üretim sayıldığında aslında gerçek manada kapitalist üretimin kendisi önemsizleştirilmiş oldu. Toplumsal sınıf ile üretim ilişkileri arasındaki bağ koparılmıştı.
Bu postmodern dönüşüm, operaismo geleneğine göre, sermayenin hareketinin içsel bir sonucu değil, aksine ‘68 isyanıyla kendini gösteren işçi sınıfının mücadelesi karşısında sermayenin cevabıydı. İşçi sınıfı, sermayeden bağımsız olarak vardı, otonomdu. Bu siyasal çerçeve, felsefi olarak diyalektiğin reddi biçiminde karşılık buldu. Negri’ye göre diyalektik, işçi sınıfının sermayeye bağımlılığının ifadesiydi. Onu köleleştiren bir ikilikti. Sermayenin dayatmasıydı. Diyalektiğin reddi ile işçi sınıfının içsel otonomisi kurulmalı ve o, kendini değerli kılmalıydı. Bu daha sonra, postyapısalcı iktidar analiziyle birleşecek, sosyalizm pratikleri karşısında iktidara sırtını dönme, “çıkış” ve çokluğun otonomisi olarak formüle edilecekti.
POSTYAPISALCI ETKİ
Kadın, gençlik, çevre, eşcinsel hareketlerin hızla büyüdüğü ve parlamento dışı mücadelenin güç kazandığı 1970’li yıllarda operaismo, Otonomi hareketine dönüştü. Negri, hareket içinde popüler bir teorisyen olmanın yanı sıra etkili bir siyasal figürdü. 1979 yılında Kızıl Tugaylar İtalya Başbakanı Aldo Moro’yu kaçırıp öldürdüğünde, iktidardaki Hristiyan Demokratlar tüm toplumsal muhalefeti ezmek üzere bir anti-terör kampanyası başlattı. Herhangi bir kanıt olmamasına rağmen bir tür ruhani lider olarak tutuklandı. Dört buçuk yıl hapiste kaldı. Radikal Parti’nin listesinden milletvekili seçildiğinde serbest kaldı, bu sefer de dokunulmazlığı kaldırıldı. Böylece Fransa’ya gitti ve 1997 yılına kadar orada yaşamak zorunda kaldı.
Negri cezaevindeyken yakından ilgilendiği postyapısalcılıkla, Fransa’da doğrudan tanışma fırsatı buldu. Deleuze’un derslerine katıldı. İtalyan otonomisi ile Fransız postyapısalcılığını sentezlemek istedi. Postyapısalcı yaklaşımda, erk ya da iktidar nesneler üzerinde değil içinde, yukarıdan değil aşağıdan iş görmektedir. Sadece baskıcı bir güç değil aynı zamanda yaratıcı bir güçtür. Tahakkümü olduğu gibi direnişi de koşullar ve çoğu zaman direniş, onun suretinde olur. Operaismo’nun tüm toplumu içeren “toplumsal fabrika” analizinden yine tüm toplumu içeren postyapısalcı iktidar mevhumuna geçiş pek de zor olmadı. İktidar ve direniş her yerdeyse işçi sınıfı ile sermaye arasındaki mücadelenin özel bir anlamı da kalmıyordu. Yerini iktidar ile toplum, daha sonra Spinoza’dan ödünç aldığı haliyle biyoiktidar ile çokluk arasındaki ilişkiye bıraktı.
Bu analiz, otonomi hareketinde hali hazırda mevcut olan her türlü “mikro-iktidar”ın reddine postyapısalcı bir temel kazandırmış oldu. Parti, sendika ya da sosyalizmin hepsi bir tür sermaye iktidarı olarak görüldü, yatay ve hiyerarşisiz ama nasıl ilerleyeceği belli olmayan örgütlenme modelleri önerildi. Sonraki yıllarda Negri bu iktidar analizini merkezsiz ve ulus ötesi İmparatorluk argümantasyonuna taşıyacaktı.
İMPARATORLUK
Negri’nin postyapısalcı -yarı- anarşist sentezi, ki bu genellikle Otonomist Marksizm olarak tanımlandı, 1990’larda hızla evcilleşti. Bu yıllarda SSCB dağılmış, liberalizm ve kapitalizm zaferini, “tarihin sonu”nu coşkuyla ilan etmişti. Küreselleşme ile baskıcı ulus devletler sönümlenecek, geçmişin emperyalist çatışmaları sona erecek, refah ve barış tüm küreye yayılacaktı.
Negri ilginç bir biçimde, liberal küreselleşmeciliğin bu umudunu “sol” bir yorumla paylaştı. 2000 yılında Hardt’la birlikte yazdıkları İmparatorluk kitabı onlara dünya genelinde ün kazandırdı. Negri ve Hardt bu kitapla bir bakıma alternatif küreselleşme hareketinin kuramsal sözcülüğüne soyundu. İmparatorluk’ta emperyalizm çağı geride kalmış, emperyalist devletler arasındaki kutuplaşma ve güç mücadeleleri son bulmuştu. Bir dışarısı yoktu. Herhangi bir merkez söz konusu değildi. Baskıcı ulus devletler ortadan kalkmaktaydı. Hâlâ bir egemenlik biçimi olsa da İmparatorluk, geçmişin zalim emperyalizmine kıyasla daha iyiydi: “Bugün biz İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığını görüyoruz.”
Küreselleşme ve imparatorluk için iyimser umutlar 90’larda, belki bir ölçüde, inandırıcı olabilirdi. Olmuştu da. Bugün ise bambaşka bir tablo var. Çin’in yükselişi ile merkezsizlik fikri anlamsız hale geldi. ABD ve Çin başlı başına iki merkez, emperyalistler arasında ekonomik ve siyasi mücadele inanılmaz bir tempoda sürüyor. Rusya Ukrayna işgaliyle NATO’ya meydan okuyor. Uluslararası tedarik zinciri, tam da emperyalizm teorisindeki gibi, dünyanın bağımlı bölgelerinden emperyalist merkezlere yoğun bir artı-değer akışı sağlıyor. Dünyayı yönetme ve paylaşım mücadelesinde en az iki odak şekilleniyor. Bu, bildiğimiz emperyalizm ve son 20 yıllık olaylar dizisi İmparatorluk varsayımını ciddiye alınması güç bir argüman haline getirdi.
ÇOKLUK
İmparatorluk’un karşıtı çokluk idi. Spinoza’dan ödünç alınan çokluk, iktidar olmayan ya da karşı-iktidardı. İktidarın karşısında olan ve içsel olarak direniş potansiyeli taşıyan her “tekil” çokluğun bir bileşeniydi. Operaismo’nun “toplumsal fabrika”daki herkesi işçi sayan toplumsal işçi varsayımdan çokluğa geçiş pek de zor değildi. Negri, çokluğu bir sınıf kavramı olarak düşünmüş, onu postmodern dönüşümün bir ürünü ve öznesi olarak tanımlamıştı.
Negri’ye göre postmodern üretimin temeli maddi olmayan üretimdir. Maddi olmayanla kasıt elle tutulamayan şeylerdir. “… fikirler, semboller, kodlar, metinler, dilsel figürler, imajlar gibi ürünler.” Maddi olmayan emek “Sadece maddi mallar üretmekle kalmayıp (...) toplumsal yaşamın kendisini de üreten emek”ti. Öyle ki, ilginç bir biçimde, Negri, her türlü emeği, kavramsal bir el çabukluğuyla maddi olmayan emek yaptı. Mühendis, tekstil işçisi, yazılımcı ya da striptizci… Hepsi maddi olmayan emekti ve bu, çokluğun ana maddesiydi.
Böylece çokluğu zorlama bir biçimde emeğe bağladı ama ancak esas vurgu üretim ilişkilerinden iktidar ilişkilerine kaymıştı. Kapitalist üretimin kendisi temel olmaktan çıkmıştı. Marx Ötesi Marx kitabında ayrıntılı -ve yine zorlama- bir biçimde belirttiği üzere üretim temelli emek değer mekanizması, kapitalizme rağmen çökmüştü. Aslında, Marx’ın Grundrisse’sine verdiği referansa rağmen, bu, ana akım iktisatçıların hizmet, bilgi ve maddi olmayan üretime, ayrıca fiyat mekanizmasına yaptıkları vurguyla emek değer teorisini reddedişlerine benziyordu. Bütün bu kuramsal faaliyetin sonucu kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantılı bir değiştirici özne fikrinin ortadan kalkması oldu. Böylece geriye, postyapısalcı iktidar analizi ve “merkezi iktidar” dışındaki herkesi kapsayan, amorf bir kitleye tekabül eden çokluk kaldı.
İmparatorluk’taki liberal iyimserlik gerçek emperyalizmin açık varlığı ile geçersiz kılındığı gibi çokluk da hızlı işçileşme süreçleriyle benzer bir sonucu yaşayacaktı. 1970’li yıllarda işçi sınıfının orta sınıflaştığı hatta burjuvalaştığı ileri sürüldüğünde, operaismo, bu liberal iddiayı toplumsal hareketleri de işçi sayarak ve kavramsal bir operasyonla “toplumsal işçi”yi türeterek aşmıştı. Dönemin sendikal ve siyasal mücadelesiyle işçi sınıfının önemli ekonomik ve demokratik kazanımlar elde ettiği koşullarda, bu tespit doğru olmasa da anlaşılabilirdi. Ancak, neoliberal çağın yarattığı devasa gelir eşitsizliği, güvencesizlik, kazanılmış hakların gaspı, sendikasızlaşma, özelleştirme ve metalaştırma ile işçi sınıfının burjuvalaştığı iddiası bugün deli saçması haline geldi. Ancak, Negri, işçi sınıfını kapitalist üretim sürecinden koparmıştı ve bu çizgi çokluğa kadar uzandı. Negri’nin siyasal iddiaları yumuşadıkça, çokluk, iktidar karşısındaki bir tür sivil toplumcu faaliyete kadar gerileyecekti.
CONATUS’UN ZERKİ
Operaismo’nun temel özelliklerinden biri işçi sınıfı ve aslında her kimlik grubunun içsel bir otonomiye sahip olduğu vurgusudur. Peki, bu otonom güç nereden gelir? Diyalektiği reddeden Negri, bunu 17. yüzyılın materyalist filozofu Spinoza’nın düşüncesinde bulacaktı. Onun çokluğu hem farklılıkları içeriyor (modus) hem de tek bir bütün (töz) olabiliyordu. Hiyerarşik bir ilişki yoktu. Negri’ye göre Spinoza’nın felsefesi “potestas”a (iktidar) karşı “potentia”nın (güç) felsefesiydi. Çokluğun gücü ve otonom varlığı ise her canlının içsel bir niteliği, bir tür yaşama arzusu olan conatus’a dayanıyordu. İnsanın ve çokluğun bünyesine kavramsal bir operasyonla metafizik bir conatus enjekte edildiğinde, Negri için çokluğun iktidardan çıkışı ve otonom kuruluşu felsefi olarak da temellendirilmiş oldu.
DEVRİMDEN LİBERAL REFORMLARA…
Negri’nın her kuramsal tıkanmayı liberal varsayımlarla aşmaya çalıştığını vurgulamıştık. 1960’lı yıllarda işçi sınıfının kazanımları ile reformizme yönelişi karşısında Negri ve operaismo liberal orta sınıflaşma tezinin varsayımlarını örtülü bir şekilde kabul etti ve yeni bir işçi sınıfı arayışına koyuldu. Toplumsal hareketler yükseldiğinde, onun işçi hareketiyle ilişkisini, kavramsal bir operasyonla, herkesi işçi sayan “toplumsal işçi” tanımıyla çözdüğünü sandı. Esnek çalışmayı biçimlerini işçi sınıfı mücadelesinin sermaye tarafından üstü örtülü kabulü, bu açıdan bir tür kazanım olarak yorumladı. Sermayenin uluslararası egemenliğini tesis etme sürecinden başka bir şey olmayan küreselleşmeyi tıpkı liberaller gibi emperyalizmin sonu ve bir özgürleşme potansiyeli olarak gördü. Değere el koyma biçimleri karmaşıklaştıkça farklı saiklerle yola çıkıp emek değer işleyişinin ortadan kalktığı biçiminde ana akım ekonomistlerle benzer bir sonuca vardı.
Ampirik temeli neredeyse olmayan bu kuramsal girişimlerin de etkisiyle Negri’nin siyasal yaklaşımı giderek evcilleşti. Ona göre sermaye ile iktidar bir bütündü, ama bunu öyle bir uç noktaya vardırdı ki, sermayeye karşı mücadele her yerdeki iktidara karşı mücadeleye indirgendi. İktidar ve sınıf analizi üretimden ve dolayısıyla kapitalizmden koparıldıkça, mücadele de sivil toplumun otonomisi gibi liberalize bir ufukla sınırlandı.
Örneğin, Hardt’la birlikte yazdığı Çokluk’ta Negri mücadele programını şöyle formüle etmişti: “Sismik Uyarlama: Sermaye İçin Reformist Bir Program”. Bu bir ironi değildi. “… en azından sermayenin hastalıklarını tedavi etmek ve biyo-politik üretimin gelişmesini desteklemek için bu demokrasiyi kurmak zorunlu”ydu. Bu demokrasi için ileri sürülen talepler ise oldukça “makul” önerilerden ibaretti: Küresel yurttaşlık, temel gelir, bilgiye özgür erişim ve kontrol hakkı.
Bunlar, eğer öyle bir şey mümkünse “tutarlı” bir liberalin bile itiraz etmeyeceği taleplerdi. İşgücünün uluslararası piyasalardaki serbest hareketi, sosyal çöküşü engellemek için herkese asgari temel gelir, piyasaların sağlıklı işleyişi gereği bilgiye özgür erişim ve belki biraz da yönetişimin iyileştirilmesi ana akım düşünürlerin de onayını alan hedeflerdi. İşte, İmparatorluk’un sağ ve sol liberal çevrelerde coşkuyla karşılanmasının temelinde Negri’nin eski devrimci iddialarından vazgeçmesi yatıyordu. Negri için artık bir devrimci kopuş gereksizdi: “Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü … toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesi”ni gerektirmekteydi. İlk ödev de sermayenin kurtarılmasıydı.
Sergio Bologna, kendisinin de önemli bir temsilcisi olduğu operaismo deneyiminin değerlendirirken yaptığı özeleştiri Negri’nin kuramsal serüveni için de geçerli sayılabilir:
“Her şeyin ötesinde ‘operaismo’nun işçi sınıfının -bazen eleştirel olmayan bir tarzda- yüceleştirilmesi, aynı zamanda da gücün aşırı yüceleştirilmesi olduğunu düşünüyorum. … pek çok kuramcısının, sonradan devlet kuramcılarına şimdi ise yönetişim kuramcılarına dönüşmüş olması tesadüf değildir. Ve bu insanlara hain denebileceğini düşünmüyorum; çünkü sermayenin iktidarına düzülen bu methiye, sonradan politik olanın iktidarına, politik olanın otonomisine methiyeye dönüşen ‘operaismo’ içindeki bir risktir. Bu bence oldukça tutarlı bir sonuçtur.”
Bu riskler, Negri’de gerçekliğe dönüştü. 2000’li yıllarda Alman ve Fransız emperyalizminin başını çektiği neoliberal AB anayasasına destek kampanyalarına katıldı. Hayatının son yıllarında “Avrupa'da Demokrasi Hareketi 2025” adlı sosyal liberal grubu destekledi. Kişisel serüveni radikal sol bir çıkışla başladı, ancak bir tür küreselleşmeci reformizmle son buldu. Özgün muhalif kimliğini kaybetmedi, ancak muhalefet anlayışı kapitalizmin sınırları içerisine hapsoldu.