Güçlü Türkiye masalı mı hayatın gerçekleri mi?
Tek adam rejiminin verdiği destekler Baykar’ın “başarı”sının temelini oluşturuyor. 2019’da alınan 600 milyon TL’lik teşvik ve %100 vergi muafiyeti buna birer örnek.
Piqsels
Eylem
Emre
ODTÜ
Tek adam iktidarı, söylemlerinin merkezine “Güçlü Türkiye” imgesini yerleştiriyor. Bu söylemiyle kendi siyasetine kaynak sağladığı alanların başında da savunma sanayii geliyor. Geçtiğimiz günlerde Stockholm Uluslararası Barış Enstitüsü’nün açıkladığı “En büyük 100 savaş tekeli” listesinde yer alan, Erdoğan’ın damadı Bayraktar’ın yönettiği, Baykar %94 ile listedeki en fazla büyüyen şirket olarak açıklandı. Ama buradan Baykar’ın “çok iyi yönetildiği” veya yalnızca ailesel bağlantılarından böylesine bir büyümeye sahip olduğu sonucu çıkmamalı. Türkiye’de bir bütün olarak özellikle son on yıldır savunma sanayii şirketleri çok yüksek bir hızla büyüyor. Bu büyüme de istatistiklerle sınırlı değil. Ülke genelinde bizzat tek adam iktidarı Teknofest gibi savunma sanayisini ön plana çıkaran büyük etkinlikler düzenliyor, liselileri, üniversitelileri fabrika fabrika gezilere götürüyor; sahip olduğu bütün medya araçlarında savunma sanayisi Dünya’ya örnek olan “Güçlü Türkiye” masalını anlatıyor. Seçim kampanyasını bunlarla kurguluyor. Bu masalın arkasında yatan çocuk işçiliği, mobbing’i, ihmalden kaynaklanan iş kazalarını, kamu teşviklerini gizlemek içinse elinden geleni ardına koymuyor.
MASALIN ARKASINDAKİ GERÇEK
Peki Türkiye’de savunma sanayii nasıl oldu da Erdoğan iktidarı döneminde bu kadar yükseliş gösterdi? Bu sorunun cevabına baktığımızda da bu alandaki yasal düzenlemeler karşımıza çıkıyor. Örneğin, TSK Geliştirme Vakfı normalde TSK’nın envanterini geliştirmekle mükellefken, 2012’de bunun kapsamına Emniyet ve MİT de giriyor. 2018’de ise tek adam kararnamesi ile bu vakıf direkt olarak Cumhurbaşkanlığına bağlanıyor, bu sayede önü tamamıyla açılıyor. Bunlara ek olarak savunma sanayi şirketlerine verilen krediler, vergi afları ve teşviklerle de kamu kaynakları bu özel şirketleri desteklemek için kullanılıyor.
Bütün bu destekler ve iktidarın daha da çeşitli savaş politikaları sonucunda da savunma sanayiinin ülke ekonomisinin toplamına orantısız bir biçimde büyümesiyle karşılaşıyoruz. Bu büyümeye örnek vermek gerekirse, artan şirket sayılarına bakabiliriz. Türkiye’de 2002 yılında en az 50 çalışanı olan savunma sanayi şirketi sayısı 56 iken bu sayı 2022’de 2200’e dayandı. Ki bunlara ek olarak, daha az çalışanı olan önemli sayıda KOBİ de yine savunma sanayisi alanında faaliyet gösteriyor. Örnek göstermek gerekirse Ankara OSTİM’in önemli bir kısmını bu KOBİ’ler oluşturuyor. Baykar’ın büyümesini de bu perspektiften değerlendirmek gerekiyor. Refah Partili Özdemir Bayraktar’ın 1984’de kurduğu, Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın CTO’luğunu üstlendiği şirket; 1995-2018 arasında 23 yıldaki büyümesinin 150 katını 2018-2020 arasında gördü. Tek adam rejiminin verdiği destekler Baykar’ın bu olağanüstü “başarı”sının temelini oluşturuyor. 2019’da alınan 600 milyon liralık devlet teşviği ve %100 vergi muafiyeti buna birer örnek.
Savunma sanayiinin ekmek ve süt de ürettiği düşünülüyor olacak ki temel haklar göz ardı edilir, “taban” olarak gördükleri emekçi sınıfın sağlık ihtiyaçlarında bütçe kısılırken hâlâ savunma sanayisi için seferberlik söz konusu. Orta Vadeli Plan ve 12. Kalkınma Planı ile beraber, emekçilerin yaşam ve sosyal güvenlik haklarını gasp etme, meslek lisesindeki arkadaşlarımızın emeğini MESEM gibi projelerle en ucuz yolla sömürme planlarını ortaya koymuş oldular.
DÜNYA KAPİTALİZMİNİN KRİZİ SİLAHLANMA YARIŞI YARATIYOR
İçinde bulunduğumuz bu durum sadece tek bir hükümetle veya ülkemizle sınırlı kalan bir noktada değil. 14 Mayıs seçimi döneminde iktidarın da ana muhalefetin de seçim kampanyalarının önemli ayaklarındandı. Her taraftan partiler seçimden sonraki planlarında bu savunma sanayiye destek furyasının devamına yer verdi. İktidar sermayedarların elinde oldukça, kendi kârları için devletin bütçesini her zaman savaşlara ve yıkımlara ayırmaya devam edecek. Bu durum sadece bizim ülkemizle sınırlı kalan bir noktada değil. Dünya’da süregelen savaş sermayesi, silah şirketleri ve bu şirketlerin yönlendirdiği devletler Dünya’yı adeta bir savaş alanına çevirdi. Her geçen yıl Orta Doğu’da, Filistin’de, Ukrayna’da çıkarılan savaşlarda sayısız insan hayatını kaybediyor. Bu savaşlardan kârlı çıkanlar ise sadece silah tüccarları oluyor.
Bu savaşları finanse etmek ise yine emekçi halkın sırtına yükleniyor. Birçok ülkede “savaş” ve “sınır güvenliği” gerekçeleriyle çıkarılan sayısız vergi ve yasak, emeği sömürülen halkların yaşam koşullarını daha da zorlaştırıyor.
Türkiye’de içinde bulunduğumuz durumu da bu perspektiften değerlendirmek gerekiyor. İktidar, savunma sanayisi şirketlerine, orduya destek-iaşe sağlayan vakıflara destek verirken, “bütçe dengesi”ni sağlamak için öğrencilerin, emekçilerin yaşam koşullarını zorlaştırıyor. OVP ile kamu kaynaklarını kısıyor, MESEM gibi projelerle çocuk işçiliği legalleştiriyor. Bu esnada çoğu bakanlıktan bütçe kısılırken, bu durum MEB’i ve üniversiteleri de vuruyor. Üniversitelere ayrılan bütçenin artması gerekirken, kendi açıkladığı enflasyondan bile az oranda artırıyor. Eğitime ayrılan bütçeyi her geçen yıl oransal olarak daha da azaltarak üniversitelerimizde, yaşam alanlarımızda parasız ve nitelikli eğitim, barınma gibi en temel haklarımızı gasp ediyor.
Savunma sanayii ve iktidara yakın öteki sermaye grupları çeşitli desteklerle günbegün büyürken biz öğrenciler her geçen gün daha ağır şartlarda yaşamak zorunda kalıyoruz. Bizler mücadelemizi güçlendirmedikçe bizleri en temel haklarımızdan mahrum bırakan, bu savaşları yaratan sistem ülkemizde sermaye gruplarına destek verirken, biz öğrencilerin, emekçi halkın sırtından geçinmeye devam edecek. Bu sermaye düzeni karşısında haklı taleplerimizi elde etmek; bulunduğumuz alanlarda söz sahibi olmamızdan, bunun için birlikte mücadele etmemizden geçiyor.