Fehim Taştekin: Savaş siyaseti dipsiz kuyu, getireceği tek şey felaket
“Erdoğan siyasi bekası için en iyi bildiği yoldan gidiyor: Savaş, çatışma, şiddet, nefret ve kutuplaştırma. Bölücülük bu iktidarın alametifarikası.”
Fehim Taştekin | Fotoğraf: Serpil İlgün/Evrensel
Serpil İLGÜN
İstanbul
Irak Kürdistan Bölgesi’nde 12 askerin hayatını kaybetmesinin yankıları devam ediyor. Cumhur İttifakı ve medyasında, operasyon bölgelerinden gelen her çoklu kayıp haberinde olduğu gibi 12 askerin hayatını kaybetmesi de, “beka”, “vatan savunması”, “milli birlik” gibi hamasetlerle ve “dış güçler” sorumlu tutularak karşılandı. İktidarın sorumluluğuna, neden hep yoksul gençlerin hayatını kaybettiğine ilişkin sorgulamaların yükselmesi can sıksa da, CHP dahil olmak üzere çıkan her muhalif sesin kriminalleştirililmesi tonu yükseltildi.
Olayın iç siyasetteki tartışmaları sürerken, TSK, 23 Aralık’tan bu yana Kuzey ve Doğu Suriye’de başlattığı yoğun bombardımanı sürdürüyor. Kürt kaynakları ve Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi, Kobanê ve Kamışlı’nın da aralarında olduğu yerleşim yerlerine düzenlenen hava saldırılarında enerji sağlayan birimler ve hizmet binalarının da içinde olduğu çok sayıda sivil yapının vurulduğunu, en az 8 sivilin hayatını kaybettiğini bildiriyor.
Erdoğan rejiminin sınır ötesi askeri operasyonlar için kurduğu anlatıyla gerçeklik ne kadar örtüşüyor? 12 askerin hayatını kaybetmesinde neden ABD ve İsrail sorumlu tutuldu? Kuzey ve Doğu Suriye’ye başlatılan operasyonların hedefi ne? CHP Lideri Özgür Özel’in iktidarla hizalanmaya karşı çıkması barış siyaseti zeminini güçlendirebilir mi?
Yanıtlar için Türkiye ve Ortadoğu siyasetine hakim önemli bir isme, Gazeteci Fehim Taştekin’e başvurduk.
Bölgeyi yakından izleyen bir gazeteci olarak, 2015’te Kürt sorununda yeniden “askeri çözüm” siyasetine geçilmesiyle başlatılan ve Irak ile Suriye içlerinde yüzlerce askeri üs kurularak ilerleyen operasyonlarda ne gibi “sorunlar”la karşılaşılıyor? 12 yoksul gencin daha hayatını kaybetmesine yol açan sahadaki gerçekliğe dair nasıl notlar düşersiniz?
2019’dan itibaren Pençe harekatı serileriyle sahada yeni gerçeklikler yaratmayı hedefleyen bir strateji izlendi. PKK’nin vadileri kullanarak sınırdan geçişlerini kapatacak, sahada hareket kabiliyetini kısıtlayacak, daha uzak bir hedef olarak Suriye-Irak bağlantılarını koparacak askeri bir konuşlanma çabası içerisine girildi. Bunun için üslenme alanları artırıldı. 40 kilometre derinliklere ulaşan askeri noktalar kuruldu. Ancak helikopterlerle ulaşılabilen tepelere ‘kartal yuvaları’ oluşturuldu. Sahayı kontrol edip üstünlük kurma mantığıyla yapıldı. Bu operasyonlar için ormanlık alanlarda yollar açılırken ağaç katliamı da yapıldı. Bu konuşmanın sonucunda bölgenin insansızlaştırılması yani köylerin boşaltılması gibi sonuçlardan da söz edilebilir. Askeri teknik sayesinde gözetleme, takip ve suikast yeteneği de arttı. Askerin yanında artık MİT de sahada operasyonel. Bütün bunlar PKK’nin hareket kabiliyetini sınırladı, örgütün toplu olarak kamplarda bulunması zorlaştı. Fakat örgüt de yeni koşullara uyum sağlayan taktikler geliştirdi. Bu stratejinin Türk askeri açısından da sonuçları var.
Nasıl sonuçlar?
Her şeyden önce Türk ordusunun üslenme alanları ile PKK’nin kamp alanları iç içe geçti. Yani askerler açısından saldırıya açık olma hali arttı. Siyasi iktidarın baskısıyla askeri strateji, ağır kış koşullarında da askerleri dağların tepesinde tutma yönünde değişti. Bu da saldırıya açık olmanın ötesinde kar ve fırtınada savunmasız kalma anlamına geliyor. Hükümet askerleri koruma ve güvende tutma sorumluluğundan uzaklaştı. Kaybedilen askerler için neden, ne niçin soruları arttı. Bir diğer sonuç coğrafi olarak operasyonlar genişledi. Bu strateji Kürdistan’daki aktörlerle ilişkilerin tabiatını da değiştirdi: KDP üzerinde baskılar, PKK’ye kucak açmakla suçlanan KYB üzerinde tehditler arttı. Irak hükümetiyle de gerilimler eksik olmuyor. Bir taraftan sivil kayıplar da yaşanıyor ve yerelde öfke yaratıyor.
ERDOĞAN, SİYASİ BEKA İÇİN EN İYİ BİLDİĞİ YOLDAN GİDİYOR
Artık bir klişe haline gelen ve seçimlere gönderme yapılan “zamanlama” sorusunun bu olayda karşılığı var mı?
Bu iktidarın “zamanlama manidar” dedirtmediği bir girişim var mıdır bilmiyorum. Tabii hepsi ülkeye felaket olarak dönüyor. 2019’dan beri Pençe 1-2-3, Pençe Kartal 1-2, Pençe Kaplan, Pençe-Yıldırım, Pençe-Şimşek, Pençe Kilit isimleriyle 9 hareket yürütüldü. Haliyle bir devamlılık var. Bu süreç esasen 2015’te iki seçim arasında iktidarın barıştan savaşa tercihte bulunduğu çatışma stratejisinin devamı niteliğinde. Yine de tırmanış anları bir siyasi süreçle bağlantılı olabiliyor. 1 Ekim’deki Ankara saldırısından sonra yeni bir tırmanış oldu, 7 Ekim Aksa Tufanı’nın yarattığı atmosferde bir gerileme yaşandı. Sonra tekrar tırmanışa geçti. Buradaki izleği Suriye tarafında da takip etmek mümkün. Artık iki cepheyi birlikte ele alıyorlar. Askeri hareketliliğe dönüş Erdoğan’ın iç siyasi mülahazalarının ötesinde düşünülemez. Yerel seçimler öncesi çözülmemiş ekonomik sorunlar, depremin ağırlaşan sonuçları, alttakileri ezen mahrumiyetler, hükümetin MHP’ye devam eden mahkumiyeti, bu ortaklığın Kürt sorunu başta olmak üzere temel hak ve özgürlükler konusunda yarattığı ağır kasvet karşısında Erdoğan siyasi beka için en iyi bildiği yoldan gidiyor: Savaş, çatışma, şiddet, nefret, kutuplaştırma. Bölücülük bu iktidarın alametifarikası. Katran rengini alan iktidar hamuru için aranan kan siyaseti.
DIŞ GÜÇLERİ İŞARET ETMEK SORUMLULUKTAN KAÇMA TAKTİĞİ
AKP medyası ve siyasetçilerince, 12 askerin hayatını kaybetmesinin sorumlusu olarak ABD ve İsrail’in işaretlemesini nasıl değerlendirirsiniz?
Öyleyse gerekeni yapmaları gerekir. Askerleri kara kış ve fırtınanın ortasında bırakan siyasi ve askeri otoritenin kendisi. İnsanlar hiç uğruna ölürken askeri ve siyasi mülahazaların kifayetsizliğine işaret etmeden başka güçleri sorumlu tutmak sorumluluktan kaçma taktiğidir. Artık bütün melanetlerde yabancı parmağı arayan hastalıklı bir siyaset, toplum ve medya oluşturuldu. Bölgedeki kaynaklar ABD’nin, Suriye’de SDG’ye olan desteğine karşı Ankara’yı yumuşatmak için PKK’ye karşı operasyonlarda Türkiye’nin işini kolaylaştırdığını da söylüyor. Ama bunun kapsamına vakıf değiliz. Geçmişte bu İsrail için de geçerliydi. Tabii Kürt kartını elinde bulundurmak isteyenlerin sayısı artarken, İsrail ve ABD’nin de denklemi başka yerde kurma arayışı olabilir. Kuşkusuz çözülmeyen Kürt sorunu, Türkiye’yi sıkıştırmaya yarayan kanallar da açıyor. Bunun sorumlusu da Kürt sorununu çözümsüz bırakanlar ya da siyasi çözümden askeri stratejiye sapanlardır.
İRAN, TÜRKİYE’NİN SAHA HAKİMİYETİNİ GENİŞLETMESİNE KARŞI
Türkiye’nin, her çoklu asker kaybının ardından Irak ve Suriye sahalarında zaten sürdürdüğü operasyonları yoğunlaştırması çok alışık olduğumuz bir refleks olmakla birlikte şunu soralım, bu tür çoklu kayıplar Türkiye’nin konjonktüre göre uzlaşmazlıklar yaşadığı ABD, Rusya gibi sahadaki büyük emperyalist güçlerin pozisyonlarında, Türkiye’ye çizdikleri sınırlarda bir etkiye/değişime yol açtı mı? Ya da tepkileri ne oldu?
PKK’ye yönelik operasyonlarda ABD ve Rusya’nın klasik çizgileri dışında çok tavır beklenmez. Ama Suriye’de SDG’nin kontrol alanlarına yönelik saldırılarda bu güçlerin tutumları farklılaşıyor. ABD ve Rusya Türkiye’nin 2019’da yarım kalan Barış Pınarı hareketinden bu yana Erdoğan’ın koridor planlarına yeşil ışık yakmadı. İstanbul İstiklal’deki patlama ya da Ankara’daki saldırıdan sonra olduğu gibi belli bir alan ve süre ile sınırlandırılmış bir esneklikle Türkiye’nin yürüttüğü operasyonlar için kırmızı ışığın geçici olarak sarıya döndüğü oluyor. ABD üzerinde baskı yaratacak Türk operasyonları Rusya açısından işlevsel olabilir ama sahadaki kontrol alanlarının Türkiye lehine değişmesi Moskova açısından kırmızı çizginin başladığı noktayı belirliyor. ABD’nin tutumu ise Türkiye’nin askeri varlığı İran, Rusya ve Suriye’nin bulunduğu güç bileşimine karşı geliştiği sürece olumlu, Fırat’ın doğusunda kendi güç denklemini bozacak bir boyut kazandığında olumsuz. Burada İran’ın tepkileri üzerinde durmak lazım. İran ABD ile hesaplaşsa da Türkiye’nin saha hakimiyetini genişletmesine kesinlikle karşı. ABD ve Rusya’nın tavır geliştiremediği Irak’ta da, İran Türkiye’yi bloke eden bir güç olarak ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla, “Operasyonlardan geri dönüş yok, daha da derine inelim” demeyi sürdüren Cumhur İttifakının niyet ve hedefine yönelik emperyal güçlerin pozisyonu değişmedi?
Erdoğan’a aradığı derinlik ve genişlikte operasyon yapma imkanı vermeyen koşullar değişmedi. Eğer Erdoğan icazeti alsaydı kafasındaki haritanın peşinde gitmekte tereddüt etmezdi. Diğer yandan Türkiye’nin ekonomisi büyük savaşları kaldıracak durumda değil. Askeri kapasitesi de şişirilmiş bir görüntüden ibaret. Erdoğan risk analizlerini iyi yapmak zorunda. Güçlü pozisyonda olmadığı için sürekli çelişkiler üzerinde zikzaklar yaparak ilerliyor.
Aynı bağlamda, İsrail’in Filistinlilere yönelik sürdürdüğü savaş/soykırım Türkiye’nin operasyonlarını yoğunlaştırmasında “avantajlar” sağladı mı?
7 Ekim’den itibaren bir süreliğine Suriye’deki operasyonlarda vites küçültüldü. Sanırım Erdoğan, Netanyahu ile kıyaslanmak istemedi. Fakat nihayetinde aradan iki aydan fazla zaman geçti ve uluslararası bir tepkinin gelmeyeceği değerlendirmesi yapılmış olmalı ki operasyonlara dönüldü. Erdoğan pek çok konuda müzakere yapmaya çalıştığı ABD üzerinde baskı kurma amacı da güdüyor olabilir.
İSRAİLLEŞME EĞİLİMİ ARTIYOR
23 Aralık’tan bu yana Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik operasyonlarda Kamışlı ve Kobanê gibi pek çok merkezde enerji tesisleri, hizmet binaları da vuruluyor, siviller hayatını kaybediyor. Bu yeniden yoğunlaştırılan sınır ötesi operasyonlarda bir strateji değişikliği söz konusu mu?
Kesinlikle çatışma kurallarını değiştirdiler. İsrailleşme eğilimi artıyor. Sivil altyapıyı hedef alan bir bombardıman stratejisi hayata geçirildi. Bunu Hakan Fidan 1 Ekim sonrası Dışişleri, İçişleri, MİT ve Genelkurmayla yapılan güvenlik toplantısından sonra açıkça ilan etti. Halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyecek bir yıkımla özerk yönetimin altındaki halıyı çekmeyi hedefliyorlar. Fakat bu sadece Kürtler değil Araplar ve bölgedeki diğer halkların da öfkesini çekiyor. Son saldırılara karşı 33 siyasi parti ve hareket ortak bildiri ile uluslararası toplumu Türkiye’yi durdurmaya çağırdı. Türkiye halklar diplomasisi açısından kesinlikle kaybediyor.
Yıllardır ölümden, düşmanlıkları büyütmekten başka “getirisi” olmayan savaş-operasyon ısrarı nereye kadar?
Bu karanlıkta göremediğimiz ufuk çizgisi ya da dipsiz bir kuyu gibi. Bunun getireceği tek şey felaket. Bütün bunları “Ülkeyi böldürmeyeceğiz” sloganı altında yapıyorlar. Fakat bütün bunlarla ülkeyi kendileri paramparça ediyor. Türkiye barındırdığı halklar arasındaki bağları mahveden, toplumsal dokuyu bozan, psikolojik kopuşları hızlandıran bir kötülük örgüsü içinde ilerliyor. Bunun sonu hiç iyi değil. Anlaksız, yolsuz ve soysuz siyasetin bekası için korkunç bir senaryoda oynamaya mahkum edilmiş 84 milyonluk bir ülkeyiz. Kendi çöküşüne komşuları da ortak eden bir ülkeyiz. Şimdiye kadar bitmesi gerekirdi. Bunu bitirmeye muktedir bir muhalefet aranıyor. Ulaşılamayan bir muhalefet.
Bu bağlamda, CHP Lideri Özgür Özel’in “Şehitler söz konusuysa susulur, sorgulama yapılmaz, milli birlik bütünlük içinde olunur” gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşik kural ve kalıplarının dışına çıkarak asker ölümlerinden iktidarı sorumlu tutan tutumu için ne söylersiniz? Bu tutum son yıllarda güç kaybeden, söz kurulması bile zorlaşan barış siyasetini güçlendirmeye zemin hazırlar mı?
Özel’in bu çizgisini ne kadar sürdürebileceğine bağlı olarak yeni bir istikamet oluşabilir. Derin CHP’nin buna ne kadar izin vereceğini bilmiyoruz. Kuşkusuz Erdoğan’ın alışkanlık haline getirdiği muhalefeti, kendi suçlarını örtecek şekilde hizalama taktiklerine dur denilmesi önemli. Bunun sürdürülmesi, derinleştirilmesi ve çözüme odaklanan bir alternatifin olduğunu halka hissettirecek siyasi cesaretin temellendirilmesi gerekiyor.
ÖFKE VAR AMA DİRENİŞ HİKAYESİNİN ÇIKMASI ZOR
PYD cephesi saldırılar karşısında topyekün direniş ilan etti ancak Suriye rejiminin uyguladığı ambargoyla da birleştiğinde direniş sonuç alıcı olabilir mi? Operasyonların bu yoğunlukta devam etmesi, yakın vadede nasıl sonuçlar üretir?
Doğrusu direniş çağrılarının sahadaki karşılığı sınırlı. Afrin’e yönelik operasyonda da bütün sınır hatlarının yanacağına dair uyarılar vardı. İki ayı bulan bir direniş sergilense de nihayetinde yanan yandığıyla, göçen göçtüğüyle kaldı. ABD’nin SDG ile ortaklığı bir yanıyla Türkiye’yi sınırlayan bir sonuç getiriyor olsa da bir noktadan sonra Türkiye’ye karşı yereldeki güçleri dizginleyen bir boyut kazanıyor. Yani basitçe ABD verdiği silahların NATO’daki ortağı Türkiye’ye karşı kullanılmasına izin vermiyor. Yerelde öfke var ama bundan bir direniş hikayesi çıkması zor gözüküyor.
ABD’YE HİÇBİR ŞEY YAPAMAYANLAR İSVEÇ ÜZERİNDEN TOP ÇEVİRİYOR
Zamanlamaya dair dile getirilen bir diğer başlık da önümüzdeki günlerde Mecliste görüşülecek olan İsveç’in NATO üyeliği. Bazı ulusalcı çevreler saldırıda ve daha da genel olarak PKK’ye destek konusunda İsveç’i sorumlu tutan yorumlar yapıyor. (Aydınlık gazetesi, “Mehmetçiği Vuran Silahlar İsveç’ten” manşetiyle çıktı) İsveç konusunun operasyon gündemine dahil edilmesine yorumunuz ne olur?
ıradanlaşan bir polemik. Erdoğan ABD’den beklediği tavizleri koparana kadar gürültü çıkarabilirler. F-16 paketi başta olmak üzere pazarlık yaptığı meseleler var. Terör örgütü ilan ettikleri YPG-SDG’ye desteğinden dolayı ABD’ye fiilen hiçbir şey yapamayanlar İsveç üzerinden top çeviriyor. Muhatapları da bunun iç tüketime yönelik bir cızırtı olduğunun farkında.