Kentlerin hafızasına bakmak
Sanki geziye öykülerine mekan ve insan taşımak için çıkmış Kadir Işık. Öyküye uzanan gezi izlenimleri ya da geziye sığınan öykü notları olarak sarıp sarmalar okuru.
Fotoğraf: Pexels
“aklıma gelen her şeyi yazmak istiyorum
kaya diplerini, midye kabuklarını
tenimde yırtılan acılar bana kalsın
çünkü kederli adımlarla girdiğim sokak
aklımı parçalıyor
işte o zaman ne söylesem
ne anlatsam
sana dairdir ey başı eğik yürüyen insan
sen eksildikçe
eskiyen daima ben oluyorum”
özgün e. Bulut
Özgün Enver BULUT
Kadir Işık’ın gezi yazılarını bir araya getirdiği “Yolda Olmak” kitabını elime ilk aldığımda, yukarıya alıntıladığım yol, yol boyu, yolcu ve yolda ismini verdiğim dört şiirimi anımsadım. “yollar ruhuma aktı, ruhum yollara” diye başlar. “Yolda Olmak” tam da ruhu yollara akan ve yollardan ruhunu toplayan bir gezginin yürek işçiliği yaptığı sözcüklerden damıttığı kentlerden başlar. Ancak kentlere sığmaz, oradaki insanları, insanların hikayelerini dahil eder. Sanki geziye öykülerine mekan ve insan taşımak için çıkmış Kadir Işık. Öyküye uzanan gezi izlenimleri ya da geziye sığınan öykü notları olarak sarıp sarmalar okuru.
Bir öykünün içine emanet edilmiş kentler, kentlerin tarihi, inançsal yapısı ve insanlarına dair izlenimler, duygular bütünlüğü şeklinde harmanlanmış ve okurun önüne konulmuş. Kol kola giren iki arkadaş var. Yer yer gezi, yer yer de öykülerle karşılaşan okur hiç şaşırmasın. O kadar akıcı ve samimi bir dil kullanıyor ki Kadir Işık, onunla birlikte bu samimiyete dahil olmanın dışında bir şey yapmaz ve son sayfaya kadar soluklanmadan gelir.
“Yolda Olmak” Tiflis’ten başlar ve hesapsız, koşulsuz bir şekilde devam eder. Bakü, Tebriz, Tahran, İsfahan, Persepolis, Şiraz, Kirmanşah, Sületmaniye, Erbil’e uzanan yolculuk Midyat’ta sona erer. Aslında sona ermez ve yeni serüvenlere doğru küçük bir mola verir Kadir Işık. Her ne kadar kentler bölüm başlığı olarak seçilmişse de her kentten konukları olan anlatımlar. İnsanlar var, insanlara dair gözlemler, onlarla olan sohbetler, inançlar ve diller var. Kadir Işık’ın dilinde en sevdiğim tarafı bu anlatımlardaki denge. Öyle tadımlık bilgiler veriyor ki, hatta bilgi bile değil, okurun kafasına küçük küçük şimşekler gönderir. Bilen değil Kadir Işık. Gezerken, anlatırken aynı zamanda o da öğrenen biri. Bilmediği şeyler için “Bu konu hakkında bilgim yok” deyip okuru yormuyor.
Yer yer bu coğrafyanın tekinsiz, yaralı ve acılı tarihine de uzanıyor. Coğrafya üzerinde yaşanan kıyımların, zor dönemlerin tutanakçısı olmasa da görüşlerini aktarıyor. Zerdüştlük hakkındaki izlenimlerini özellikle çok beğendim. Hâlâ Zerdüşt dinine mensup insanlar var ve Kadir Işık buna çok değer veriyor. Ana izleklere değiniyor. Bölgenin ilk inanç yapısını kuran Zerdüştler, daha sonraları egemen olan dinsel anlayışlarca, ateş tapınaklarının olmasından dolayı “ateşperest” olarak küçümsenmiş ve katliamlardan geçirilmiştir. Buna rağmen inançlarını korumuş ve bugünlere kadar getirmişlerdir. Hatta kutsal kitapları Zend Avesta‘nın öküz derilerine yazılan çoğu nüshaları yakılmıştır. Zerdüştler tarafından bir bölümü Hindistan’a kaçırılarak korumaya alınmış ve bugünkü metinler oradandır.
Tebriz’i anlatırken yine tadımlık bir izleniminden söz eder Kadir Işık. “Küçük masanın etrafındaki boş bir tabureye oturdum. Garson önüme çay bıraktı. Etrafımda birkaç esnaf, sohbet ediyoruz. Orada ve İran’ın birçok bölgesinde insanlar çayı açık ve bir kısmını tabağına dökerek kıtlama şekerle içiyor. Çayın böyle içildiğini ilk kez Van ve çevre illerde görmüştüm. Birbirine yakın bölgeler, dünyada hiçbir ülkede sınırların iki yakası arasında bariz farklılıklar olmuyor, iklim bile Van’la benzerlikler taşıyor.” Kadir’in bu izlenime benzer bir izlenimi ben de dille ilgili olarak söylerim hep. Akre Newroz’unu izlemek için gittiğim Irak Bölgesel Kürdistan yönetiminde bunu fark etmiştim ilk olarak. Orada konuşulan Kürtçe gırtlak olarak Türkiye’dekine çok benziyordu. Suriye Kürtlerinin konuştuğu daha çok Arapça’ya yakın. Yine İran Kürtlerinin Kürtçesi ise Farsça gırtlağa yakın. Sınırlar yaşam biçimi olarak değiştirmese de dildeki gırtlak biçimini ne yazık ki değiştirebiliyor.
İsfahan bölümünü okuyunca gözlerim ister istemez Sohrab Sepehri’yi ve şiirini aradı. Sohrab, İran’ın önemli ressam ve şairlerinden. İsfahan’ın Kaşan bölgesinden. “insanları gördüm/ şehirleri gördüm/ vadileri gördüm/, toprağı da/ ışığı ve karanlığı gördüm/ ve ışıkta bitkileri ve karanlıkta bitkileri/ ışıkta ve karanlıkta canavarlar gördüm/ ve insanı gördüm ışıkta ve karanlıkta.”
Şiir demişken, “Yolda Olmak” Hafız’ın ve Sadi’nin kenti Şiraz’a uğrarken dizelere de uğruyor. Hafız’ı ve Sadi’yi unutmadığı gibi, gülleri, şarabı ve aşkı da unutmuyor Kadir Işık. “Şiraz aynı zamanda Hafız’ın, Sadi’nin, şarap, şiir ve güllerin memleketi. İran’ın, Fars kültürünün bütün özelliklerini taşıyan en önemli şehirlerinden. Timur ünlü Şiraz şarabının tadını beğendiği için şehri istila etmemiş, hatta, “Bağlardaki tek salkım üzüme dokunan askerin elini keserim,” diye ferman çıkarmış. O zaman bu güzel şehrin büyük şairine kulak vermeli. “Ayrılık gecesi, bana bir vuslat habercisi yolla. Yoksa derdinden mum gibi bütün alemi yakar, yandırırım./ Hafız, senin sevgi ateşini öyle bir başına aldı ki... gönül ateşini gözyaşlarımla mum gibi söndürmeme imkan mı var?”
“Yolda Olmak” sadece bir gezi kitabı olarak mı okunmalıdır? Zaten böyle düşünmediğimi başta söyledim. Onu ilginç kılan şeylerden birinin de yazarın samimi bir dilinin olmasından kaynaklandığını da söyledim. Tam da burada yine Kadir Işık’ın sınırlar için kullandığı o samimi dile değinmem gerekiyor. “Oysa sınır benim için birbirinin aynı olan iki halkın arasına çekilmiş çizgiden, insanları bölmekten öte bir anlam taşımıyor. Benim dünyamda bir önemi yok, anlamsız. Toplumları birbirinden ayırmak, insanları birbirine düşman etmek, yabancılaştırmak, özgürlüklerini kısıtlamak için örülmüş kalın duvarlar.” Katılmamak mümkün mü? Kadir Işık’ın neredeyse her kente ait izlenimlerinde hayata dair böyle düşünceleri var. Savaşa, savaşın korkunçluğuna dair izlenimlerini tanıştığı insanlarla konuşuyor ve aktarıyor. Gezdiği güzergah hem büyüleyici bir tarihin hem de o büyüleyici tarihin acı sonuçlarından izler barındırıyor. İskender, Timur bölgeyi talan ediyor. Büyük yıkımlar var. Kan üzerinden taşan bir tarih var. Şiirin olduğu kadar büyük acıların da tarihi var topraklarda.
Susan Sontag Başkalarının Acısına Bakmak kitabında fotoğrafın tanıklığına değinir. Orada bir cümlesi var. “Dahası, hatırlamak artık bir öyküyü akla getirmek değil, bir resmi zihninde canlandırabilmektir. W.G. Sebald gibi, on dokuzuncu yüzyılda ilk modern ağıt metinleri kaleme almakta usta bir yazar bile, kayıp hayatlar, kayıp doğa, kayıp şehir mekanlarını anlattığı yas hikayelerini fotoğraflarla besleme yolunu seçmişti. Sebald, salt bir mersiyeci değildi; o, çok dokunaklı ağıtlar düzen militan bir mersiyeciydi. O, hatırlayarak, okura da hatırlatmak istiyordu.” Bu cümleden yola çıkarsam “Yolda Olmak” ve yazarı için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kadir Işık’ın “Yolda Olamak” ile yaptığı salt bir gezi yazısı, salt öykü değil. Aynı zamanda insanın hafızasına fotoğraflar çekip yerleştiriyor ve militan bir dilin lirik akışından besleniyor. Özgür ve samimi bir gözle deklanşöre basıp, okurun hafızasına derin dalışlarla kentlerin hafızasını taşıyor sınır koymadan.