Hakan Güneş: ABD açısından Türkiye başat partnerlerden biri değil
ABD yönetimi “F-16’ların Türkiye’ye verilmesi konusunda elimizden geleni yapıyoruz” mesajını bir kere daha verdi. Türkiye gündemi kapatmış değil ama bir sınır çizgisi de çizmiş değil.
Doç. Dr. Hakan Güneş | Fotoğraf kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
İstanbul
Türkiye’ye son ziyaretini İsrail’in başlattığı soykırımdan yaklaşık bir ay sonra, 5 Kasım’da gerçekleştiren ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken bugün bir kez daha Türkiye’de. Kulislere göre, çoğu çocuk, kadın, genç olmak üzere 22 binlere dayanan ölü sayısı ve yakılmış, yıkılmış Gazze/Filistin gerçeğinin İsrail’in güvenliği ve geleceği için ödenebilir birer maliyet olarak gören ABD’nin Türkiye’yi de içine alan bölge turunun odağında bu kez, İsrail saldırganlığına, ABD yönetimine ve ABD’nin bölgedeki egemenliğine fazla halel getirmeden çözümler geliştirmek var.
Başlangıçta Hamas siyasi kanat üzerindeki etkisine de güvenerek savaşı durdurmak, ateşkes, rehinelerin kurtarılması gibi iddialarda bulunduysa da Erdoğan, önemli ve etkili aktör olma “fırsatını” yakalayamamış, İsrail’e karşı kurulan söylemler hamaset düzeyinde kalmıştı.
Tablo böyleyken ABD Türkiye’ye yeni bir rol biçecek mi? İsveç, F-16’lar gibi pazarlık konularında gelişmeler söz konusu mu? İsrail saldırganlığının durdurulması planlarında Türkiye nerede duruyor?
İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Türkiye İşçi Partisi Uluslararası İlişkilerden Sorumlu MYK Üyesi Doç. Dr. Hakan Güneş’le konuştuk.
Resmi açıklamalara göre Blinken ziyaretinde konuşulacak konular yine İsveç’in NATO üyeliği, F-16’lar, İsrail ve bölgesel durum. Ancak ziyaret, İsrail soykırımına verilen uluslararası desteğin zayıfladığı, Hamas liderlerinden Aruri’nin öldürülmesi ve İran’daki bombalı saldırıların tansiyonu yükselttiği günlere denk geliyor. Bu tablo, arada geçen iki ayda ABD açısından Türkiye’ye çizilen rotada veya masadaki önceliklerde bir değişiklik yaratmış mıdır? Klişe soruyla, Blinken’in çantasında ne var?
Saydıklarınız dışında bir konu daha öne çıkıyor, o da Yemen’deki durum ve Yemen’e yönelik ABD liderliğindeki yeni koalisyon. Orası giderek daha açık bir savaş cephesine doğru dönüşüyor. Dolayısıyla bu oldukça öncelikli. Bunun hemen arkasından da diğer saydıklarınız geliyor. Şöyle özetleyebiliriz, aslında İsrail, en az 10 yıldır zaten İran dışındaki İran destekli milis grupları vuruyordu. Hatta IŞİD’le savaştıkları dönemde de vuruyordu. Fakat İran için çok önemli bir komutan olan Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle bu eşik başka bir noktaya geldi. İran tarafından atılan füzelerle Erbil’deki İsrail istihbarat noktasının vurulması, Irak ve Suriye’deki ABD birliklerinin ya da ABD’nin desteklediği grupların İran desteklileri tarafından vurulması gibi giderek artan sayıda ve genişleyen cephede İran’ın, İran dışında milislerle karşılık verdiği bir sürece girildi. Son olarak Gazze savaşıyla birlikte bu doruk noktaya ulaştı. Dolayısıyla İran merkezli giderek artan tırmanmanın en öne çıkan konusu Yemen ama diğer başlıklar da zaten oldukça sıcak konular. Bunların tamamına ilişkin bir görüşme zinciri olacak. Türkiye gibi önemli bir ülkeyi görmezden gelme hiçbir devlet için mümkün değil ama bu kadar. Bu görüşme de düşük profilli bir görüşme olarak gerçekleşecek gündemler açısından.
Kızıldeniz’de Husilere karşı kurulan “deniz görev gücü” denilen uluslararası koalisyona Türkiye’nin de dahil edilmesi konusunda bir gelişme var mı? Ya da Blinken’den böyle bir talep gelir mi?
1990’larda Somali merkezli korsanlara karşı yine böyle bir deniz gücü oluşturulmuştu ve Türkiye orada çok önemli bir aktör olarak görev yapıyordu. Yeni kurulan koalisyonda Ankara istedi ama olmadı gibi bir bilgiye sahip değilim ama şu anda bu yapıya davet edilmiş değil. Dolayısıyla Türkiye’ye “Buyurun, siz de katılın” diyecekler mi, göreceğiz. Ama şu ana kadar ki Biden yönetiminin Ankara’ya yaklaşımı düşünüldüğünde, çok davetkar olacaklarına dair bir sinyal ortada yok.
Bütün bu denklem içinde Türkiye, kendisine atfettiği kadar önemli bir yerde değil. ABD açısından da Türkiye bir zamandır başat partnerlerden birisi değil, son zamanlarda da bu denklem pek değişmedi. ABD asıl yatırımı Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail üzerinden şekilleniyor. Ancak oralarda da sorunlar var.
İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM İÇİN ABD’NİN SAHAYA İNMESİ GERÇEKÇİ DEĞİL
İsrail-Filistin konusunda, ABD’nin İsrail’in de onaylayacağı Filistinlilerden ve Hamas’tan arındırılmış bir Gazze planına destek verdiği, bu çerçevede uluslararası bir “barış gücüyle” Gazze’nin kontrol edilmesini istediği senaryoları dillendirildiği için soralım; ABD bu plana Türkiye’yi de dahil etmeyi istiyor olabilir mi?
Öncelikle bu dillendirilen spekülasyonlardan biri, henüz bir plan değil. Dolayısıyla ABD’nin bu yaklaşıma kolayca gireceğini zannetmiyorum. Çünkü bu her şeye rağmen kabaca iki devletli bir çözüm demek. Onun sorumluluklarını üstlenmek demek. ABD, İsrail’in oldubittilerini destekliyor, BM Genel Kurulundaki vetolarıyla da zaten bunu gösteriyor ve burada bir değişiklik yok. En azından Biden yönetimi bitene kadar bir değişiklik yok. İki devletli bir çözüm için ABD’nin elini taşın altına koyması, uluslararası bir güç oluşturması ve sahaya inmesi çok gerçekçi bir senaryo değil.
İSVEÇ-F-16’LAR PAZARLIĞI BAŞARISIZ İCRA EDİLİYOR
ABD-Türkiye görüşmelerinin en başat gündemi olmayı sürdüren İsveç’in NATO üyeliği ve bunun karşısına konulan F-16 meselesine dair gelişmeleri de soralım. İsveç konusu komisyondan çıktıysa da genel kurula gelmiş değil. Erdoğan 6 Aralık’ta Katar dönüşü yaptığı açıklamalarda “Amerika’nın kongresi varsa bizim de Meclisimiz var” demiş, sonra F-16’lara mecbur olmadıklarını, başka seçenekler olduğunu da belirterek Eurofighter’lerden söz etmiş, Türkiye günlerce Eurofighter konuşmuştu. Bu, “Seçeneksiz değiliz” kartının bir etkisi oldu mu?
Bu konuda bir gelişme yok. Bunun doğruluğu yanlışlığı ayrı konu ama askeri uzmanlar Yunanistan’la olan hava kuvvetleri dengesinin Yunanistan lehine bozulduğunu, bunun kabul edilemez bir zaaf olduğunu ve çok acilen Türkiye’nin bu dengeyi sağlamak üzere ya F-16’lar, ve F-35 veya buna muadil bir dizi uçak alınması gerektiği konusunda aşırı ısrarcılar. Bunu üç yıldır görüyoruz. Dolayısıyla bu durum devam ediyor. Ama hâlâ bir alternatif bulmuş değiller, bu arayışı sürdürüyorlar, ABD de bir bakıma ipe un seriyor, “Kesinlikle vermeyiz” demiyor, F-35’ten modernize F-16’lara geçildi, o bile takıldı. Şimdi her ziyaret öncesinde pembe sinyal gönderiyorlar. Nitekim ABD yönetimi “F-16’ların Türkiye’ye verilmesi konusunda elimizden geleni yapıyoruz” mesajını bir kere daha verdi. Türkiye gündemi kapatmış değil ama bir sınır çizgisi de çizmiş değil. Yani “şu tarihe kadar olmazsa artık başka bir şey yapacağız” da diyemiyor.
Yine de Erdoğan F-16’lara karşı masaya koyduğu İsveç kartını ne kadar uzatabilir?
Normal şartlarda tutarlı bir politikacı olmadığı, çok günü birlik sıkışıklıklar içinde hareket ettiği için ve zaten kararlar kurumsal ve sistematik analizlerle alınmadığı için uzatabilir. Elbette dış işlerinde çok yetkin kadrolar var ama bunlar görüşlerini açıkça ifade edip, plan yapıp, plan çerçevesinde devlet kurum kuruluşlarıyla beraber dış politika oluşturulmadığı için iyi zamanlamalar, iyi pazarlıklar yapılamıyor. Bu pazarlıklar doğru mu yanlış mı ayrı konu, ama velev ki Erdoğan İsveç karşılığında yeni silah sistemleri alma denklemini kurduysa bile, bunu da çok başarısız icra ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
KÜRTLER, ABD İÇİN HALKLA İLİŞKİLER MESELESİ
ABD ile ilişkiler bahsinde Erdoğan, “Suriye’de/Rojava’da Kürtlere desteği bırak” şeklindeki çıkışlarını iç siyaseten kullanışlı olduğu için sürdürüyor ama ABD, Suriye’deki bu konuları Erdoğan’la müzakere eder mi?
Türkiye’nin en rahat olduğu konu Suriye ve Rojava. İstediğini yapıyor, orada postane de açıyor, milli ordu da kuruyor, Kürtleri de istediği yere kadar sıkıştırıyor. Çünkü Kürtlerin ‘sahibi’ yok. Bugün artık çok sınırlı bir noktada Kürt kontrolü var, orada da bir hamle yapsa yine ABD’nin Kürtlere sahip çıkmayacağını herkes herhalde artık öğrenmiştir. 2019’dan beri Kürt meselesi, Suriye’deki Kürtler de başta olmak üzere ABD açısından bir halkla ilişkiler meselesidir, stratejik bir önemleri yoktur. ABD zannedildiği gibi siyaseten bir an için bile Suriye’deki Kürt oluşumunu desteklememiştir, hiçbir statü vermemiştir, hiçbir uluslararası barış masasına çağırmamıştır. Tonlarca silah verir, IŞİD’e karşı destekler ama ne anayasa görüşmelerinde ne de BM aracılığıyla yapılan görüşmelerde Suriye Demokratik Güçlerinden tek bir temsilci bulunmuştur.
Dolayısıyla Erdoğan ABD’den istediklerini aldı ama bu konuda “Teröristlere destek olmayın” basıncını bir tartışma unsuru olarak Amerika’nın üstünde tutmaya devam edecek.
BÖLGESEL SAVAŞ RİSKİNE EN YAKIN YERDEYİZ
İsrail’in Filistin’de sürdürdüğü soykırımının İran merkezli gerilimi arttırdığını söylediniz. Malumunuz, Hamas liderlerinden Aruri’ye Beyrut’ta düzenlenen suikast ve İran içine yapılan bombalı saldırıların, savaşın genişleme/bölgeselleşme riskini arttırdığı söyleniyor. Siz nasıl görüyorsunuz?
Son 20 yıl içinde İran’ın dahil olduğu bir bölgesel savaş değişik biçimlerde konuşuldu ama bugün buna en yakın olduğumuz noktadayız. Haftaya ya da gelecek ay çıkacak demiyorum ama bundan önceki 20 yıl ile kıyaslandığında en yakın yerdeyiz. İran’ın nükleer programıyla beraber yukarı doğru çıkan 20 yıllık bir mesele bu. Zaman zaman bunun bir İran-Suudi savaşı olarak gerçekleşeceği, zaman zaman İsrail-İran savaşı olarak gerçekleşeceği konuşuldu. Bunda son bir iki yıl içinde İran’ın da savaş meydanını seçme biçimi de önemli bir faktör oldu. Çünkü İran, “Sadece ülkemde oturup senin saldırmanı beklemeyeceğim, ben savaşı Afganistan’dan Yemen’e, Nijerya’dan Filistin’e, Lübnan’dan Suriye’ye her cephede, hatta evinizin içine kadar yürüteceğim, çünkü benim sınır tanımayan bir gücüm var diyor. Bunu paramiliter güçlerle veya desteklediği milisler ya da yarı devlet oluşumlarla yapıyor.
İran savaşı başlatmak istemiyor ama kendi gücünü de olabildiğince göstermek istiyor. Çünkü İslam dünyasının yeniden lideri olmaya çalışıyor. Son aylarda İran ’80’lerde de yakaladığı, yani mezhep temsilcisi olarak görülmeyen, bir İslami direniş sembolü olarak görülme havasını sanki yeniden yakaladı ve bunu arttırmak istiyor. Çok farklı yerlerden güç gösterilerini sürdürüyor. İdeolojinin belirli olduğu bir devletten bahsediyoruz ama varlığını ciddi tehdit edebilecek bir ABD-İsrail saldırısını da en azından kendisi başlatmak istemiyor, bundan çekiniyor.