Prof. Dr. Şebnem Oğuz: Norm devleti değil, önlem devleti güçlendiriliyor
Siyaset Bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz, Yargıtay-AYM çatışmasını Evrensel'e değerlendirdi: "Önümüzdeki süreçte ikili devlet mimarisi birbütün olarak sermayenin emek karşısında elini güçlendirecektir."
Fotoğraf, Şebnem Oğuz'un kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
İstanbul
TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın hak ihlaline uğradığı kararını ikinci kez veren AYM kararına yine, ama bu kez AYM’ye daha sert sınırlar çizerek uymayan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin tutumu, geçtiğimiz hafta siyaset gündeminde hatırı sayılır bir yer kaplamıştı.
Ancak, önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun adaylığının resmileştirildiği lansman, ardından da Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin İstanbul’un da aralarında olduğu 26 kentin belediye başkan adaylarını ilan etmesi, burjuva muhalefet cephesinde tartışmaların eksenini AYM-Yargıtay çatışmasından, adaylara, hangi adayın daha güçlü olduğuna kaydırmış oldu.
Siyaset gündeminin adaylara, dolayısıyla yerel seçime kaydığı günlerde, iktidar bloku Can Atalay’ın rehin tutulmasıyla ilgili burjuva muhalefetin tonu sert söylemlerini ya da kimi eylemlerini hamasetle, manipülasyonlarla bozma kabiliyetini ise sürdürüyor.
AYM-Yargıtay çekişmesinin yeni rejim inşasında neye karşılık geldiğini, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz ile konuştuk.
AYM-Yargıtay çekişmesinin yeni rejim inşasında neye karşılık geldiğini, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Şebnem Oğuz ile konuştuk. Oğuz, yeni anayasa ile norm devleti karşısında önlem devletinin, yani Erdoğan’ın keyfi bir biçimde çıkardığı kararnamelerin herhangi bir hukuksal engele takılmadan uygulanabildiği devletin güçlendirilmesinin hedeflendiğini söyledi.
“Yargıtayın tutumunun arkasında ne yatıyor?” sorusu için, Cumhur İttifakı arasındaki çatışmaya ilişkin yanıtlar üretiliyor. Ancak Türkiye, gerek Kobanê ya da Gezi davaları gibi simge davalarda, gerekse de temel hakların kullanımı konusunda uzunca zamandır hukukun, Anayasa’nın ortadan kaldırıldığını konuşuyor. Bugün Yargıtayın AYM’ye bayrak açmasına varan yol çok da gizli saklı döşenmedi, ne dersiniz? Bu yolun temel adımlarını neler oluşturdu?
Öncelikle Yargıtayın AYM’ye bayrak açmasını “yargı krizi”, “yargı darbesi”, “devlet/rejim krizi” gibi kavramlarla ele almayı doğru bulmuyorum, siyasal rejimin dönüşümü açısından bir milat olarak da görmüyorum. Yaşadığımız durumu 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra belirginleşen, 15 Temmuz darbe girişiminden itibaren çelişkili bir süreç olarak ilerleyen yeni faşizmin yargı alanındaki yansımalarından biri olarak değerlendiriyorum. Bu yeni yargı düzeninin temel özelliklerini anlamak için Ernst Fraenkel’in Nazi Almanyası için kullandığı "ikili devlet" kavramına başvurabiliriz. İkili devlette, devletin kendi koyduğu normlara uyduğu “norm devleti” ile hukuku devre dışı bırakarak kararları keyfi bir biçimde kararnamelerle aldığı “önlem devleti” bir arada var olur. Siyasi açıdan kritik meselelerde kararları “önlem devleti” alır. 2015’ten bu yana yargıda bu ikili işleyiş bir arada var olmuştur.
Gezi ve Kobanê gibi siyasi davalarda önlem devleti mantığı ile hareket eden hakimler, faşizme özgü lider kültünün iradesi doğrultusunda sanıkların tutukluluk hallerinin devamını sağlayacak yargısal kılıflar bulmuşlardır. Ancak bu süreçte norm devletinin işleyişi de tümüyle ortadan kalkmadığı için, yargı aygıtının kendi içindeki çelişkiler artmıştır. Yargıtay ile AYM arasındaki çelişkiler bunlardan biridir. Burada önemli olan nokta, bu çelişkilerin 2015 öncesi döneme özgü devlet içi çelişkilerden farklı olmasıdır.
Nasıl bir fark?
2015 öncesinde yargı büyük ölçüde yürütmenin kontrolü altına alınmıştı, ancak otoriter olsa da olağan bir devlet formu çerçevesinde norm devleti baskındı. Dolayısıyla devlet içindeki çelişkiler, normların uygulanması konusundaki anlaşmazlıklar biçimini alıyordu. 2015 sonrasında ise, olağanüstü bir devlet biçimi olarak faşizmin yükselişiyle birlikte norm devleti karşısında önlem devleti ön plana çıktı. Bu koşullarda yargı içinde özellikle siyasi davalarda “norm devleti” ile “önlem devleti” arasındaki çelişkiler artarken, aynı zamanda “önlem devleti” içindeki klikler arasında yeni çelişkiler ortaya çıktı.
SİYASAL OLAN HUKUKSAL OLANA ÜSTÜNDÜR
AYM kararının bir kez daha tanınmaması konusunda Erdoğan yeni bir yorum yapmadı ancak ilkinde “Yargının iki kurumu arasındaki yetki tartışmasının çözüm yeri Anayasa’dır, yasalardır. Biz tartışmada taraf değil hakem konumundayız demişti. Birincisi, çözüm adresi olarak gösterilen Anayasa’ya uyulmaması değil midir mesele? İkincisi Erdoğan’ın kendisini hakem tayin etmesi ne demektir?
Ne yazık ki siyasal rejimin faşistleşme doğrultusunda geldiği aşamada mesele artık Anayasa’ya uyulmaması değildir. Bu noktada klasik faşizmin Anayasa Hukukçusu Carl Schmitt’in hukuk pozitivizmi eleştirisini hatırlamak anlamlı olur. Schmitt’e göre liberalizmin “hukukun üstünlüğü” fikri, mücadeleyi usüle indirger. Oysa siyasal olan hukuksal olana üstündür. Liberalizmin benimsediği hukuk pozitivizmi, hukuk normlarının formel niteliklerinin birbirlerine uygunluğunu geçerli sayar. Yasaların anayasaya uygunluğuna bakar; “siyasal karar”a karşıdır. Ancak faşist rejimlerde siyasal karar hukuk düzenini iptal edebilir, çünkü siyasal bir birlik olarak devlet normativiteye indirgenemez. Hak ve özgürlükler anayasaca tanınmış olsa bile, ancak siyasal özneler tarafından uygulanabilir. Çünkü anayasanın kendisi siyasi bir karardır. Hukuk normlarının geçerliliği formel niteliklerine ve birbirlerine uygunluğuna değil, egemenin aldığı siyasal kararlara bağlıdır. 2015’ten beri Türkiye’de hukuk düzeni tam da bu şekilde işlemektedir. Bu koşullarda Yargıtayın Anayasa’ya uymasını beklemek naiflik ya da siyasi körlüktür.
Buradan ikinci sorunuza geçecek olursam, Erdoğan’ın kendisine biçtiği hakem rolü, tam da Schmitt’in deyişiyle “nihai siyasal kararı alan egemen” rolüdür. Yargıtay ile AYM arasındaki çelişki, Erdoğan açısından çözülmesi gereken bir sorun değil, kendisine eylem hareketliliği sağlayan bir fırsattır. Çünkü faşizm farklı güç merkezleri arasındaki mücadelenin getirdiği keyfilik ve belirsizliğin lider tarafından manevra alanına dönüştürüldüğü bir rejimdir. Yargı içinde çoklu iktidar odaklarının varlığı ve kendi aralarındaki çatışmaları Erdoğan’ın manevra yeteneğini artıran; çeşitli klikleri birbirine karşı harekete geçirip hegemonyasını yeniden düzenlemesini sağlayan bir fırsattır. Nitekim Erdoğan bu fırsatı yeni bir anayasa yapma zorunluluğunu vurgulamak için kullanmıştır.
YENİ ANAYASA NORM DEVLETİNİ DEĞİL, ÖNLEM DEVLETİNİ GÜÇLENDİRECEK
Erdoğan’ın olağanüstü yetkilerle donatıldığı Türk tipi başkanlık sistemi nasıl bir anayasa ile çerçevelendirilmek isteniyor?
Fraenkelin terminolojisiyle devam edecek olursam, yeni anayasa ile norm devleti karşısında önlem devletinin, yani Erdoğan’ın keyfi bir biçimde çıkardığı kararnamelerin herhangi bir hukuksal engele takılmadan uygulanabildiği devletin güçlendirilmesi hedefleniyor. Yeni anayasanın mümkün olduğunca kısa tutulması gerektiğine dair vurgular da bu mantığın ürünü. Mehmet Uçum’un son açıklamasında AYM’nin “Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin münhasır alanını daraltmak ve bir sistem krizi üretmek için elinden geleni yaptığına” dair vurgusu da bu bağlamda değerlendirilebilir. Dolayısıyla yeni anayasa ile öncelikle AYM’nin yetkilerinin kısıtlanmasını, bu adımı meşrulaştırmak üzere de “Yüksek yargının vesayetine karşı milletin iradesini yansıtan anayasa” söyleminin kullanılmasını öngörebiliriz. Uçum’un kullandığı “milli anayasa” söylemi ise etkisi giderek azalsa da, Türkiye’nin iç hukukunda bazı demokratik adımlar atılmasını gündemde tutan AİHM’nin baskısından kurtulma isteğinin bir ifadesi olarak görülebilir. Bu söylem üzerinden yeni anayasada iç düşman olarak tanımlanan siyasi tutsaklara karşı iktidarın elini rahatlatacak düzenlemeler yapılabilir.
Geçtiğimiz günlerde Hakan Fidan’ın AİHM’nin Demirtaş ve Kavala kararlarının uygulanmamasıyla ilgili eleştirilere yanıt verirken kullandığı “Siyasallaştırılan davaya verilecek cevap da siyasal olur” sözleri bu durumun bir itirafı niteliği taşıyor.
Bunlara ek olarak yeni anayasanın laiklik karşıtı düzenlemeler, kadınları aileye mahkum eden ve LGBTİ+ların kazanımlarını yok etmeyi hedefleyen maddeler içermesini bekleyebiliriz. Anayasanın değiştirilemez maddelerinin korunacağına dair açıklamalar ise, yeni anayasada Kürt sorununun çözümüne dönük bir düzenlemenin yer almayacağı şeklinde okunabilir.
KUTUPLAŞTIRMA YARATILARAK TABAN DA KONSOLİDE EDİLECEK
“Yeni anayasa yapımının hızlandırılması için AYM-Yargıtay krizi imal edildi” gibi yorum/spekülasyonları da dışlamayarak soralım, yeni anayasa konusunda bu acelenin nedeni ne?
AYM’nin yeniden yapılandırılması, yeni anayasa konusundaki aceleciliğin nedenlerinden biri olabilir, ancak bu konudaki aceleciliğin başka nedenleri de var. Asıl nedenin 2017’deki Anayasa değişikliği ile inşa edilmeye başlanan faşist hukuk düzeninin güncel gelişmelerle birlikte yeniden gözden geçirilerek, eksiklerinin tamamlanması olduğunu düşünüyorum.
İkinci neden ise yerel seçimler öncesinde yeni anayasa tartışmalarında özellikle laiklik, LGBTİ’ler, kadınlar ve Kürtler üzerinden kutuplaşma yaratılarak bu başlıklarda iktidarın tabanını konsolide etmeye çalışması olabilir. Yine bu bağlamda halkın “Türkiye Yüzyılı”nın kurucu Anayasası”nı zbirlikte yapmaya davet edilmesi, yoksul kitlelerin kendilerini değerli hissederek Erdoğan’a bağlanmalarını sağlayacak bir “yeniden diriliş” motifi olarak kurgulanmış olabilir.
MHP BÜROKRASİDE ETKİSİNİ ARTIRSA DA TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMDE HALA AKP ETKİLİ
Bahçeli’nin, AYM’yi darbe ürünü bir kurum olarak tanımlayarak, kapısına kilit vurulmasını istediği grup toplantısının tarihi Nisan 2021. O tarihten bu yana “beğenmediği” her karar sonrası sözlerini tekrarlıyor. Demirtaş Kobanê davasındaki savunmasında Bahçeli ve kurmaylarının AYM ile ilgili söylemlerinin Yargıtay gerekçelerindeki uyumuna dikkat çekerek, devleti MHP’nin yönettiği saptamasında bulundu. Bu saptamada Demirtaş yalnız değil. Bahçeli’nin yüzde 50+1’in değişmesi gerektiğini söyleyen Erdoğan’a 21 Kasım’daki grup toplantısında sert bir biçimde set çektiğini ve tartışmanın o günden sonra gündeme gelmediğini anımsatarak soralım, devletin ve toplumun Türkçü İslamcı rota etrafından dönüştürülmesi konusunda MHP etkisinin arttığı yorumlarına katılır mısınız?
Öncelikle Demirtaş’ın savunmasında devleti MHP’nin yönettiğini söylemesini çok anlamlı buluyorum. Kanımca bu ifade MHP’nin son dönemde artan etkisini vurgulamanın ötesinde bir Kürt siyasetçi olarak Demirtaş’ın devlet ile iktidar partisinin hiçbir zaman tam olarak bütünleşemeyeceğine dair politik sezgilerinden kaynaklanıyor ve özünde yeni faşist rejimin kodlarını teşhir ediyor. Başka bir deyişle, siyasal rejime ilişkin analizlerde çokça karşımıza çıkan “AKP’nin devleti ele geçirdiği”, “Parti ile devletin bütünleştiği” bir “tek adam rejimi” ile karşı karşıya olduğumuz tespitinin yanılgısını gösteriyor. Bu yaygın yanılgı devleti, belirli bir siyasi partinin kendi amaçlarına ulaşmak için kullandığı bir araca indirgeyen yaklaşımlardan kaynaklanır. Oysa kapitalist devlet ele geçirilecek bir araç değil, toplumsal sınıfsal güç ilişkilerinin yoğunlaştığı çelişkili bir mücadele alanıdır ve bu mücadele faşist rejimlerde de farklı şekillerde devam eder. AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana devlet içinde etkili siyasi aktörlerle girdiği ittifakların sürekli olarak değişmesi bu mücadelenin göstergesidir. AKP’nin son müttefiki olan MHP’nin ise diğer siyasi aktörlerden önemli bir farkı var: MHP “eski derin devletin” belkemiğini oluşturduğu gibi “devletin bekası”nın kurucu unsurlarından biri olmaya devam ediyor. 2018’de Alaattin Çakıcı’nın Erdoğan için söylediği “Sen yolcusun, ülkücüler hancıdır” sözü bu tarihsel gerçekliğe denk düşüyor.
MHP’nin etkisinin artması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Son dönemde MHP’nin asıl etkisini toplumdan çok devlet içinde artırdığını düşünüyorum. Toplumun Türkçü İslamcı rota etrafında dönüştürülmesi işlevini hâlâ AKP üstleniyor; vakıf, tarikat vb. araçlarla bu işlevini pekiştiriyor. Bu süreçte Türk-İslam sentezine dayalı resmi ideolojide İslamcılığı daha fazla öne çıkarsa da bunu “Türk” ögesinde geri adım atmaksızın yaptığı için de MHP ile ittifakını çatışmalı ama sınırları belirli bir iş bölümü çerçevesinde sürdürebiliyor. Bu ittifak aynı zamanda militarist dış politikanın kalıcılığı açısından da kritik rol oynuyor.
İKİLİ DEVLET, SERMAYENİN ELİNİ DE GÜÇLENDİRİYOR
Yeni anayasa ve ikili devlet mimarisiyle, yeni ekonomik program arasında nasıl bir ilinti var? Sermaye bu sürece nasıl bakıyor?
Öncelikle sermayenin bütün kesimlerinin bu sürece aynı tepkiyi göstermediğini söyleyebiliriz. TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan aralık ayında yaptığı bir konuşmada Yargıtay-AYM çatışmasına doğrudan atıf yapmasa da güçlü bir piyasa ekonomisi için mahkeme kararlarında çelişkilerin olmadığı; yönetim sisteminde öngörülebilirliğin etkin çalıştığı, hukukun üstünlüğüne dayanan bir sistem gerektiğini vurgulamıştı. Bu vurguları “önlem devleti” karşısında “norm devleti”ne övgü olarak okuyabiliriz. MÜSİAD’ın ise bu konuya dair bir açıklama yapmaktan kaçınarak örtülü bir biçimde ikili devlet mimarisini desteklediğini söyleyebiliriz. Bu farklılığın nedeni, AKP’nin Batı yönelimli büyük sermaye karşısında İslamcı sermayeyi güçlendirmek için “norm devleti”nden çok “önlem devleti”ne özgü mekanizmalara başvurmasıdır. Kamu ihale yasasında yapılan istisnalarla başlayan bu mekanizmalar, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra OHAL KHK’leri ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile çeşitlenerek artmıştır. Ancak AKP bir yandan “önlem devleti” ile İslamcı sermaye kesimini desteklerken, TÜSİAD çevresinde örgütlü sermaye kesiminin gereksinim duyduğu “norm devleti” mekanizmalarından da büsbütün vazgeçmemiştir. Bu doğrultuda seçimden sonra Batı’dan sermaye akışını sağlamak için Mehmet Şimşek’i Hazine ve Maliye Bakanlığına atamış; özünde klasik bir kemer sıkma programı olan orta vadeli programı (2024-2026) ile de sermayenin bütün kesimlerinin onayını almıştır. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte ikili devlet mimarisi zaman zaman TÜSİAD tarafından “hukukun üstünlüğü” hatırlatılarak utangaç bir biçimde eleştirilse de, bir bütün olarak sermayenin emek karşısında elini güçlendirecektir. Muhalefetin bu nedenle de “hukukun üstünlüğü” argümanının ötesine geçen ve yeni faşizmin özgün işleyiş mekanizmalarını hem siyasal, hem de ekonomik boyutlarıyla teşhir eden bir dil kullanması önemlidir.
SİYASAL ANAYASIZLAŞTIRMAYLA KARŞI KARŞIYAYIZ
AYM kararlarının tanınmaması karşısındaki muhalefetin tutumuna yorumunuz ne olur? Bir yandan “Mesele hukuk meselesi değildir, siyasidir” tespitleri yapılmakla birlikte, bu tespite uygun pratikler ne kadar sergileniyor? Adalet nöbetleri, hukuksal girişimler, Meclisin toplantıya çağrılması, miting gibi hamlelerin pek çoğu ilk hak ihlali kararı sonrasında da yapıldı ancak etkili olamıyor. Ne yapmalı?
Başta TİP ve CHP olmak üzere muhalefetin bu konudaki tutumu, siyasi iktidarı ve Yargıtayı AYM kararlarına uymaya davet etme söylemi üzerinden şekilleniyor. Ancak daha önce sözünü ettiğim gibi 2015’ten beri kendi koyduğu kurallara uyan bir norm devletinin geri plana düştüğü koşullarda bu çağrı sonuçsuz kalmaya mahkum. Üstelik artık mesele sadece devletin kendi kurallarını çiğnemesinden ibaret değil. 2015’ten bu yana Poulantzas’ın deyişiyle “Devletin kendi değişimlerini öngörmesini sağlayacak işleyiş kurallarını koymadığı sınırsız bir iktidar uygulaması”na geçiş süreci giderek derinleşiyor. Geçtiğimiz günlerde Birikim Güncel’de yayımlanan yazılarında meseleyi farklı bir terminoloji üzerinden, “Anayasa kurallarının uygulanmayarak geçersizleştirilmesi” anlamına gelen “anayasasızlaştırma” kavramı çerçevesinde ele alan Oya Aydın ve Özlem Kaygusuz da benzer bir sonuca varıyor. Anayasasızlaştırmanın hukuki ve siyasal olmak üzere iki türü olduğunu belirterek, 2015 öncesinde sürecin teknik olarak geri döndürülebilmesini mümkün kılan “hukuki anayasasızlaştırma”nın geçerli olduğunu; geldiğimiz aşamada ise iktidarın kendisini anayasaya uymaya zorlayacak mekanizmaları etkisizleştirdiği “siyasi anayasasızlaştırma” ile karşı karşıya olduğumuzu belirtiyorlar.
Dolayısıyla muhalefet buna göre pozisyon almalı?
Evet, bu koşullarda muhalefetin etkili olabilmesi için öncelikle siyasi rejimin niteliğine uygun tepkiler vermesi gerekiyor. Siyasi kararlara karşı hukukun üstünlüğünü savunmak; başka bir deyişle “siyasal olan”ın karşısına “hukuksal olan” ile çıkmak, yenilgiyi baştan kabul etmek ve geniş halk kitlelerinde umutsuzluğu derinleştirmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla muhalefetin etkili olabilmesi için siyasi rejimin kendisine karşı topyekün mücadeleyi yükseltmesi, bunu yaparken siyasi rejim ile geniş halk kitlelerinin gündelik sorunları arasındaki içsel ilişkileri vurgulaması ve son olarak da tüm siyasi tutsakları etkileyen bu süreci sadece Can Atalay ve Gezi davası üzerinden değil, Kobanê davası dahil olmak üzere tüm siyasi davalarda rehin tutulan tutsakları kapsayacak bir söylemle gündemleştirmesi gerektiğini düşünüyorum.