İş hukuku işçiden mi patrondan mı yana?
Hukukun işçi lehine olup olmadığının pratik bir cevabı var önümüzde. Patronların ve onların çanağını tutan devletin her işçi direnişini amansızca bastırmaya çabası bunu kanıtlıyor.
Themis heykeli | Fotoğraf: Tingey Injury Law Firm/Unsplash
Deniz GÖKMEN
Dokuz Eylül Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Bölümü
Özak işçilerinin mücadelesi neredeyse bir ayı aşkın bir süredir kesintisiz devam ediyor. Bu direniş ülkemizde baskının ve hukuksuzluğun tavan yaptığı bir dönemde direncin, azmin sembolü olduğunu görüyoruz. Bu süreç, elbette ülkemizin gençlik kesimlerine, kadınlarına ve özellikle de işçi ve emekçilerine muazzam bir mücadele deneyimi, umarım ki kazanım deneyimi de, bırakacaktır.
Ana akım medya ise Özak direnişine hiç yer vermiyor. Hâl böyle olunca, sıra arkadaşlarımızın da bazılarının haberdar olduğu, bazılarının ise çevresi vesilesiyle duyduğu fakat büyük bir kısmın ise haberinin dahi olmadığı bir süreç yaşanıyor. Özellikle bu direnişten haberi olan arkadaşlarımızla, doğal olarak, bu kadar önemli bir direnişi tüm boyutlarıyla tartışıyoruz.
Dersini aldığımız İş Hukuku kapsamında ele almaya çalışıyoruz meseleyi. Tam da işçilerin savunduğu hâliyle öncelikli olarak sendika seçme hakkı ve hürriyetinden bahsederek, mücadelenin haklılığının temel yönlerine vurgu yapılıyor tartışmada. Özak işçilerinin işten atılma sebeplerinin Kod-46 bahanesiyle olmasının nedenlerine iniyoruz, en başta tazminat ödemekten kurtulmanın hedeflendiği ortaya çıkıyor. Hatta şunu söyleyebiliyoruz, iş hukukunda işçi lehine bulunan hükümlerin yanı sıra, işçi aleyhine kullanılan pek çok hükmün varlığı ve gerçek hayatta karşılaştığımız örneklere bakınca hukukun bütünün “işçinin korunduğuna dair bir illüzyon” yaratmakla sınırlı kaldığını görüyoruz.
SENDİKAL BARAJIN AMACI AÇIK DEĞİL Mİ?
Bu tartışmaları, derste de sıkça konuştuğumuz, iş hukukunun işçiyi korumaya yönelik olduğu iddiası domine ediyor. Bu iddianın dayanağı olarak ise iş mahkemelerinde işçilerin kazandığı davaların oranın çok yüksek olması gösteriliyor. Hâlbuki tartışmanın kilit noktasını, bu değil, sendikal baraj meselesi oluşturuyor. İlk bakışta sorunlu yönü görülmeyebilen bu baraj meselesi daha derinlikli tartışılmaya ihtiyaç duyuyor. Sendikal baraj, sendikanın örgütlendiği işkolunda işçilerin %1’ini üye yapmasını gerektiriyor ve sendikalar ancak bunu yapabildikleri koşulda Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yetkisi alabiliyorlar. Aksi takdirde ise o fabrikanın bütün işçileri sendikaya üye olsa bile yetkisi olmuyor. Hâl böyle olunca işçilerin sendika seçmek ya da değiştirmek gibi konulardaki özgürlükleri sorgulanmaya açık. Türkiye’de sendikalaşma oranının en düşük dönemlerini yaşadığı, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşti vb. gerçekler verilerle kanıtlanmaya bile ihtiyaç duymuyor bugün; tıpkı patronların sendika düşmanlığı gibi. Bu, bize, sendika anlayışının sınıf mücadelesinden ve yalnızca tek tek işçi ve patronların değil fakat işçi sınıfı ve patron sınıfı arasındaki toplam ilişkiden azade ele alınamayacağını gösteriyor. Patronların ve onların çanağını tutan devlet erkanının da her işçi direnişini amansızca bastırmaya giriştiği görüntüler bunları kanıtlıyor.
BİR SAHA ARAŞTIRMASI YAPALIM
Bunlar bir yana, işçilerin karşısına tüm devlet aygıtlarının dizildiği, eylem yapan işçilere özel “il genelinde eylem yasağı” getirildiğini unutmamalıyız. Hukukun işçi lehine olup olmadığının pratik bir cevabı var önümüzde. Çünkü kurallar önemli olduğu gibi, onları uygulayanlar da önemli.
Ekmek mücadelesinin bile karşısında, patronun yanında saf tutacak biçimde konumlanan devlet ve onun aygıtları gösteriyor ki, devlet, o an fiilen çarpışan iki sınıftan yalnızca birinin çıkarlarını koruyor. Özak direnişi bu anlamda açıkça devlet erkanının, valisinden jandarmasına, müftüsünden imamına kadar patron sınıfının isteklerini karşılamakla “mükellef” olduğunu gösterdi. Özak’ın, soyut biçimleriyle ele aldığımız pek çok şeyin örneğin devletin, hukukun, somut ve gerçek yüzünü açığa çıkararak bunlara dair yaptığımız tartışmaları netleştirdiğini söyleyebiliriz.
Özak mücadelesini gören, duyan arkadaşlarımızın dikkat çektikleri bir diğer konu da işçilerin yılmadan usanmadan mücadele etmeleri ve geri adım atmamalarıydı. Yukarıda bahsettiğimiz taraf olma ve saf tutma durumunun yanı sıra Özak işçileriyle hem ülkemizde hem de uluslararası alanda bir dayanışmanın geliştiğini ama daha da fazlasına ihtiyaç olduğunda hemfikir oluyoruz. İşçilerin deyimiyle “insan olduğumuzu eyleme çıkınca hatırladık” sözü, azmin ve kararlılıklarının esas dayanağını anlatıyor bize. Özak işçileri çalışma koşullarının kötülüğünün, ücretlerin yetersizliğinin, baskı ve mobbing’in sonunda örgütlü bir biçimde mücadeleye atılıyorlar. Bunun bizler için de bir örnek teşkil ettiğini unutmamalıyız. Birlikte hareket etmek ve haksızlıklara, yanlışlara ses çıkarmak için işçi olma zorunluluğu yok.
Hem dersini aldığımız iş hukuku, sosyal politika vs. kapsamında hem de Özak işçilerinin azimli ve kesintisiz mücadelesi bölümümüz açısından önemli bir zemini tutuyor. Derslerimizde sıkça bahsedilen “işçiden yana” hukuk sistemimizin aslında işçiden olmadığını tekrar tekrar görmüş oluyoruz. Bu tartışmaların gösterdiği önemli nokta ise hak savunusu ya da daha ileriden kazanımı uğruna mücadele edenlerin gençliğin yoluna dair de bir şeyler gösterdiğidir. Bugün üniversitelerimizdeki hak gasplarını, hak arama mücadelelerini nasıl ele almamız gerektiğini gösteriyor. Özak işçilerinin mücadelesinde kendini gösteren ayrım, öğrenci/gençlik kesimlerine de safını nerde alması gerektiğini de daha net ortaya koyuyor. Bugün sıkça tartıştığımız hukuk tanımaz bir ülke yönetiminden bahsederken, onun yoğunlaşmış son dönemleri haricinde de özellikle işçi mücadelelerini bir sınıf tavrıyla engellediğini açıkça gösterebiliyoruz. Özak direnişinin zaferle sonuçlanması umudu ve isteğiyle tartışmamızı sonlandırıyoruz.