20 Ocak 2024 05:12

Şehitler tepesi yükseldikçe...

"Bu iki saldırının olduğu yıllarda ülkenin kaderi hakkında karar verenler, bugün hâlâ başımızda ve hâlâ şehitler tepesi boş kalmaz diyerek hepimizi ölümlere razı etmeye çalışıyorlar"

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Doç. Dr. Tezcan DURNA

Yıl 2008, kısa dönem askerliğimin ortaları. Askerliğin yarattığı mahrumiyet ortamında basını, medyayı takip etmek mümkün değil ama 2006’da Danıştay saldırısıyla fitili ateşlenen devletin derinlerindeki kaynamanın etkileri ve bu etkilerin yarattığı kaygılar ara sıra hasbihal ettiğimiz bir uzman çavuşa da sirayet etmiş olmalı ki, fırsat buldukça sohbet etmek istiyor ve hem “dışarıdan” haberler veriyor hem de kaygılarını açık ediyordu. Her ne kadar bahse konu uzman çavuşun derdi emekliliğe sayılacak prim gün sayısını tamamlayıp tamamlamadığı olsa da, asıl derdi derinlerde nelerin olup bittiğine dair benim gibi okumuş yazmış ve hatta Ankara’dan birilerinden tahminler almak. Haliyle ister Ankara’da isterse Çemişkezek’te olsun kimse o dönemde derinlerde gerçekte nelerin olup bittiğini anlayacak kadar duruma vakıf değildi. Doğal olarak bizlerin de her ne kadar bir fikri olsa da, gerçekten tam olarak neyin olup bittiğini bilmiyorduk. Hâlâ da bildiğimiz yok ama geldiğimiz aşamada olan bitenin nelere yol açtığından ne olup bittiğine dair az da olsa bir fikir sahibiyiz artık. O dönemler herkes spekülasyon yapıyor; operasyonlar üst üste geliyor, Ergenekon, Balyoz, KCK ve daha bilumum torba davayla görünürde “müesses nizamın” tozu attırılıyordu. Ergenekon ve diğer torba davaların soruşturmalarına dahil edilmedik kimse bırakılmıyordu. Kozmik odalara girilip devletin mahrem yaşamı ortalara dökülüyor, bu mahremiyetin faş edilmesini bazıları devletin milli güvenliğine tehdit olarak değerlendirirken bazıları devletin bağırsaklarını temizlemesi olarak anlıyor ve anlatıyordu.

Bu sıralarda askerde olmak gerçekten garipti. Askerlik yaptığım yerde bir başçavuş vardı ki, cemaat abisi olduğu her halinden belliydi. Şimdilerde FETÖ denilen harekete “hizmet hareketi” denerek devletin bağırsakları temizlenirken bu hareket lavabo açıcı olarak kullanılıyordu. Yemin törenine başörtülü yakınların alınıp alınmadığına dair net bir hatıra yok hafızamda. O dönemler asker yakınlarının başörtüsüyle askeri sahalara girmesi ya da girememesi de en temel tartışma konularından birisiydi. Elbette bugünün tek adamı o dönem “velev ki siyasal simge” diyerek türban konusunda da restini çekmeyi iyi bilmişti. Bu reste bağırsakları temizlenmeye çalışılan devletin ileri gelenlerinden gelen her rest bugünün tek adamının gücüne güç katıyordu. Neyse konu konuyu açıyor, uzatmayalım.

BIRAKTIĞI İZLER

Askerliği otoriteye boyun eğmekten pek hazzetmeyen, üstelik bir hayli karta kaçmış bir kısa dönem “poşeti”(1) ünvanıyla bölüğe katılmış birisi olarak tamamlamak benim için bir hayli zordu. Belki benim dayanıksızlığımdan belki askerlik ortamının hikmetinden sual olunmaz emirlerine uymanın zorluğundan olsa gerek bir iki defa panikatak geçirdiğimi net olarak hatırlıyorum. Konuyu uzattıkça uzatıyorum. Sanırım askerlik anılarım depreşti yazı için anıları eşelerken. Benim anılar elbette komutana nasıl kafa tuttuğum, çavuşu nasıl kafaladığım, patates soymaktan nasıl kaytardığım üzerine değil. Daha çok ortamın sürreel ve irrasyonel halinin bende bıraktığı onulmaz izler üzerine. Bu izler askerlik bittikten sonra da bir süre silinmedi. Tezkereye yakın taammüden sıfıra vurdurduğum saçlarım uzayana ve yazın cehennem sıcağında siyah matların üzerine uzanıp atış talimi yaparken kollarda oluşan yanık izleri iyileşene kadar ruhta kalan izler de silinmedi. Bu izlerin etkisiyle askerliğin hemen ardından katılmaya karar verdiğim bir bilimsel sempozyuma bir bildiri özeti gönderdim. Bildirinin konusu, 2007’de Hakkâri Dağlıca’daki komando taburuna Kuzey Irak’tan gelen kalabalık bir grup PKK’lının saldırısı ile 2008 yılındaki Şemdinli Aktütün’e yapılan saldırının Türk basınında nasıl sunulduğuna dair karşılaştırma idi. Karşılaştırmanın temel sorunsalı haliyle şehitlikti.

Şehit kavramı Türkiye’de çok garip gerçekten. Dini bir kavram olmasına rağmen, görev başındaki uçak pilotu da, öğretmen de, itfaiye eri de, yerine göre kanalizasyon açmaya çalışırken boğulan belediye çalışanı da şehit sayılabiliyor. Dahası seküler olmalarıyla bilinen bütün radikal sol hareketlerin dava uğruna ölenleri de şehit olarak anılıyor. Hatta dini şehitten ayırmak için onlara “devrim şehidi” deniliyor. Haydi diyelim din şehide cennet vadediyor, devrim şehidine kim nasıl bir vaatte bulunuyor. Anmak, minnetle hatırlamak, bir davaya ölen kişi-kişilerin yaptığı hizmet adına borçlu olmak elbette çok önemli, ancak şehitlik payesi vermek nasıl bir anlayışın ürünüdür anlamak mümkün değil. Ayrıca diyelim iki aynı din ama ayrı mezhepten birbiriyle savaşırken ölen askerin hangisi şehit sayılıp cenneti hak ediyor, o bambaşka bir tartışmanın konusu. Neyse mevzuyu yine dallandırıp budaklandırmayalım. Her yönden linç yemeye hazır bir yazı yazdığımın ve buna hazırlıklı olduğumun farkında olarak yazıma devam edeyim.

DAĞLICA - AKTÜTÜN

Şimdi tekrar dönelim Dağlıca ve Aktütün baskınlarına.Dağlıca baskınında PKK’lılar, karakol personelini pusuya düşürmüşler, çatışma sırasında 13 asker ölmüş, 8 asker de PKK tarafından esir alınmıştı. Aktütün saldırısında ise PKK’lılar gündüz vakti, doğrudan 350 kişilik bir grupla karakolun nöbet kulübelerine ateş açmışlar, çatışma saatler sürmüş, destek kuvvetin gelmesi konusunda bir takım zafiyetler yaşanmış, böylece 15 asker ölmüş, 23 asker de yaralanmıştı. Ne kadar da günümüzdeki şehit haberlerine benziyor. Ne var ki bugünün şehit haberlerine AKP ve müttefikleriyle birlikte iliştirilmiş hazır ol medyasının verdiği tepkiden farklı bir tepki görüyoruz o dönemde. Ayrıca o dönemde AKP’nin bugünkü müttefikleri, bir numaralı düşmanları. Aslında o dönemdeki bu saldırıları incelediğim Hürriyet, Sabah ve Akşam gibi o dönemin konjonktüründe ana akım sayılabilecek gazetelerinde bugüne benzer manşetler atılıyor iki çatışmanın arkasından da: “Hepimiz Mehmetçiğiz, PKK Kaşındıkça Kaşınıyor, İmralı’yı Bas, APO Asılsın, Yer Gök Kırmızı Beyaz”. Bu başlıkları şimdi de tarasanız çok rahat bulursunuz, hatta şimdi dozun daha da arttığını söylemek mümkün. Farklılıklar köşe yazılarında, hatta ana akım değil de o dönem basın incelemeleri için gazeteleri kategorileştirirken “siyasal İslamcı” olarak tanımladığımız Yeni Şafak, liberal diye tanımladığımız ve basın hayatına bir trollük misyonu üstlenerek ışık hızıyla girip, saman alevi gibi sönüp giden Taraf gazetesinde işler tamamen farklılaşıyordu. Bugün yazılsa, yazanı anında kodese gönderecek sorgulamalar, “Ölenlerin şehit mi yoksa pisipisine giden Niyazi mi” olduğuna dair değerlendirmeler gırla gidiyordu bu iki gazetede de. Özellikle yetkili komutanların ihmalleri, görevinin başında olmak yerine tatil beldelerinde keyif çattıkları, ölen askerlere şehit demenin bu ihmallerin üstünü örten paravan işlevi gördüğüne dair değme antropologdan duyamayacağınız değerlendirmeleri köşe yazılarında görüyordunuz.

En çarpıcı ve bugünden geriye bakıldığı zaman insanı şaşkına çeviren Yeni Şafak’ta yazılan başta Yasin Aktay’ın yorumlarıydı. Bu yorumların genel bağlamı ise şöyleydi: “PKK terörü ve Kürt sorunu demokratik yollarla çözülürse ordunun bu olay üzerinden kurulan varlık nedeni de ortadan kalkacak. Ordu ise bunun olmasını istemez.” Dile getirilen bu görüşler, aynı zamanda bize olaylar sırasında şehit düşen askerlerin vatan millet uğruna olmaktan ziyade, kurumsal ve kişisel hırslar ve çıkarlar için öldüğünü de ima ediyor, şehitlik kavramını da ciddi biçimde sorgulatıyordu. Bugünden geriye bakınca ne büyük özgürlükmüş değil mi? Yasin Aktay’a şimdi sorsak sınır ötesinden gelen şehit haberlerine aynı yorumu yapar mıydı acaba? Sorulmasa da mutlaka bir şeyler söylemiştir elbet, belki de benim dikkatimden kaçmıştır.

DEVLETİN BAĞIRSAKLARINDAKİ PİSLİK

Bugün, Dağlıca baskınının üzerinden 16, Aktütün baskınının üzerinden 15 yıl geçmiş. Bu saldırıların olduğu yıllarda doğanlar, dört beş yıl sonra askere alınacaklar. Bugün ölen gencecik askerler bu saldırılar olduğu zamanlarda daha ilkokula bile başlamamış tüyü bitmemiş çocuklardı. Bu hesapları matematik problemi olsun diye yapmıyorum. Bu iki saldırının olduğu yıllarda ülkenin kaderi hakkında karar verenler, bugün hâlâ başımızda ve hâlâ şehitler tepesi boş kalmaz diyerek hepimizi ölümlere razı etmeye çalışıyorlar. O zamanlar iktidarı bazı yönlerden eleştiren dönemin ana akım gazeteleri farklı saiklerle de olsa askerlik, şehitlik, militarist histeri söz konusu olduğunda aynı refleksleri veriyorlardı, bugün bu histeri katlanarak artmış durumda. O dönemler şehitlik konusunu, üst düzey askeri yetkilileri sorgulayanların da hangi gerekçelerle bu sorgulamaları yaptıklarını şimdi daha iyi anlıyoruz. “Askeri vesayeti kıralım” diyerek temizledikleri devletin bağırsaklarında hangi pisliklerin dolaştığını şimdi hiçbirimizin bilme şansı yok artık. Zira devlet bizden geçmişte olduğundan da fersah fersah uzak hale geldi. Ancak retorik değişmiyor, şehitler tepesi boş kalmaz denilerek kim vurduya giden gencecik insanların birilerinin iktidar hırsları uğruna nasıl harcandığının üstü örtülmeye çalışılıyor. Basın, medya adına ne derseniz deyin, her devirde karşımıza çıkan bu militarist histerinin borazanlığını yapıyor. Kimin ne için şehit olduğu, kimin ölümünün cennetle ödüllendirileceği kimin ölümünün sıradan bir ölüm olduğuna güçlüler karar verip, ölenlerin yakınlarının ağzını “vatan, millet, bayrak, ezan” teraneleriyle tıkayıveriyorlar. Hiç kimse “vatan sağ olsun” demek zorunda kalan annenin ölen gencecik fidanı nasıl büyütüp askere yolladığını sormuyor. Sorulursa ne cevap alınacağı herkesin malumu zira.

MİLİTARİST DİL VE HABER ÜRETİMİ

Yazımı yine üniversitede ders vermeye başladığım yıllarda bir Kürt öğrencimle derste yaşadığımız tartışmayla tamamlamak istiyorum. Derste militarizm konuşuyoruz. Bu minvalde Türk ve Kürt basını üzerine yapılmış bir araştırmadan bahsediyorum. Araştırmada Türk ve Kürt basınında her iki taraftan da ölenlerin nasıl adlandırıldığı ve nasıl haberleştirildiği konusu inceleniyor. Özetle makalede, Türk ve Kürt basınının ölenleri tanımlama ve sunma konusunda birbirinden farklı olmadığı, her ikisinin de militarizmi üreten ifadeler kullandığı anlatılıyor. Türk basını “Mehmetçik, şehit, gazi” derken Kürt basını da aynı anlamlara gelecek ifadeler kullanıyor. Asıl ortak nokta “şehit” kavramı yalnız. Aynı coğrafyanın, aynı yaşta çocukları. İki taraf da şehitlik mertebesine ulaştığına inanıyor ya da inandırılıyor. Ben bu makaleden bahsederek, gazetecinin etnik ya da milli kimliği fark etmeksizin temelde militarist bir dille haber yazmaması gerektiğinden, haber diline bu yönden dikkat etmesinin etik açıdan öneminden bahsediyorum. Sınıftan bir Kürt öğrenci bu görüşüme itiraz ederek “mazlum millet milliyetçiliğinin baskıcı ve işgalci devlet” milliyetçiliği ile karıştırılmaması gerektiğini dile getiriyor ve Kürt basınının militarist bir dille haber yapmasının mazur görülebileceğine dikkat çekiyor. Ben elbette yineliyorum, temelde her gazetecinin militarist bir dille haber üretmemesi gerektiğini. Ne yapsak anlaşamıyoruz. İki gün sonra itirazcı öğrencim kapımın önüne bir tomar gazete bırakıyor, bana ders olsun diye. Bıraktığı gazeteleri hızlıca inceliyorum. Hepsinde militarist dille üretilmiş haberleri görüyorum. Ama öğrencimin temel derdi mazlum milletlerin gazetecilerinin militarist dille haber üretebileceğine beni ikna etmek. Ben ikna olmuyorum. Tam da ikna olmadığım için yıllar sonra “Barış bildirisine” imza atıyorum. Neden mi? Şehitler tepesi daha fazla yükselmesin diye. Zira şehitler tepesi yükseldikçe, birilerinin cepleri şişmeye devam ediyor.

Meramımı daha iyi anlatabilmek için son olarak yıllar önce Nâzım Hikmet’in Kore’de ölen bir yedek subayın Adnan Menderes’e söylediklerini dile getiren “Diyet” başlıklı şiirle sonlandırayım yazımı:

“İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,

İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,

İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,

ve bütün kaygınız

iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri

halkın tekmesinden korumaktır.”

**

1 -  Kısa dönem askerlere uzun dönem genç askerler poşet ifadesini kullanıyordu. Bu ifadenin nereden geldiğine dair rivayet muhtelif. Benim hatırladığım rivayetlerden bir tanesi, kısa dönem bir askerin botları kirlenmesin diye poşet giymesinden sonra, kısa dönem askerlere poşet denilir olması yönündeydi. Elbette şimdiki konjonktürde, bambaşka ifadeler kullanılıyordur.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

AKP'nin karnesi kırık dolu: Eğitim özelleşti, öğrenciler işçileşti

SONRAKİ HABER

Ankara ve İstanbul dahil 10 ilin milli eğitim müdürü görevden alındı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa