Zülfü Livaneli'nin yayıncılık günleri | ‘12 Mart binlerce kitabımızı yok etti’
Zülfü Livaneli, ‘70’li yıllardaki yayıncılık deneyimini anlatıyor: Depomuzda binlerce kitap var. 12 Mart gelince arkadaşlar, “Bunlar Türkiye’nin işçi sınıfına emanettir, saklamamız lazım” dediler.
Zülfü Livaneli, Bodrum | Fotoğraf: Lütfi Özgünaydın
Lütfi ÖZGÜNAYDIN
Zülfü Livaneli besteleri kadar büyük bir dünya yazarı da aynı zamanda. Ülkemizde olduğu kadar, dünyada da okunuyor. Onun anlatılmasından çok okunması gerekiyor. Livaneli, çok bilinmeyen yayıncılık deneyimlerini ve Yer Demir Gök Bakır romanından çevrilen filmin yapım sürecini anlatıyor. Yayıncılık deneyimlerini anlatırken binlerce kitaplarının 12 Mart sürecinde yok edildiğini, depolarının basıldığını aktarıyor.
Kitaplara bir tutkunuz var, hatta yayıncılık da yapıyorsunuz... O konuya girmeden, siz önce müzik alanında tanındınız değil mi?
Türkiye’de hatta başka ülkelerde beni müzisyen olarak tanıdılar. Sonra kitaplarım çıkmaya başlayınca, “Tamam müziğini dinliyoruz da kitap nereden çıktı?” diye düşündüler. Oysa benim hayatımdaki gerçek tam tersi. Aslında ben edebiyatçı olarak hazırlandım, çocukluğumdan beri müziği amatör olarak yapıyordum. Dostlarımızla bir araya geldiğimizde onlara saz, gitar çalıyor ve söylüyordum. Bazı bestelerim vardı.
O sırada 12 Mart oldu. Arkadaşlarımız hapse girdi, askeri hapishanelere kondu. Birçok arkadaşımız öldürüldü; öldürülen arkadaşlar için ağıtlar kayıt ettim: Deniz Gezmiş için, Sinan Cemgil için, tabii Ulaş için. Ve hemen yasaklandı o albüm. Adını koyamadık. Yurt dışında çıkıyor albüm.
Gülten Akın vardı, yazdığım parçalar vardı. Sonra bir baktık, o albümler Türkiye’de epey tanınır hale gelmiş. Onun üstüne birçok albüm; bir konser, iki konser derken müzik yoğunlaştı.
‘BİNLERCE KİTABIMIZ VARDI’
Ankara’daki yayınevi konusunu da sormak istiyorum. İlk kitap ve yayınevi konusunu anlatmanızı isterim.
Hemingway’in etkisiyle acemi karalamalar yapıyordum. Bir boğa güreşçisinin hayatı, özenti tabii, ciddi bir şey değil ama yine de yazı temrini. Daha sonra iç içe yaşamak için bir yayınevi girişimim oldu. Çok da güzel kitaplar yayımladık. Ama dediğim gibi 12 Mart darbesi geldi ve her şeyi tarumar etti; depomuzu bastı, bizim kuşağı yok etti.
O sırada dünyadan birçok kitap geliyor bize. Her yerden sol literatür yağıyor. Granma gazeteleri geliyor Küba’dan, Lenin’in bütün eserleri geliyor. Böyle sol literatür; İngilizce, İspanyolca, Rusça. Bazı ilginç kitapları çeviriyoruz, yayımlıyoruz. Depomuzda yüzlerce, binlerce kitap var.
12 Mart gelince ev ev arama yapılıyor, evleri arıyorlar. Herkes kitaplarını yakıyor. Biz de dedik ki ne yapacağız bu kadar değerli kitabı? Bazı arkadaşlar, “Bunlar Türkiye’nin işçi sınıfına emanettir, onun için bunları saklamamız lazım” dediler.
Kitapları koliledik, geceler boyu çalıştık, bir işçi arkadaşa verdik. Bir kamyonla götürüldü, bir yerlere gömülecek. Aradan üç-beş gün geçti bizim evi bastılar, aldılar beni götürdüler. Bir girdim, yedinci katta, dünya başıma yıkıldı. Koridor iki taraflı bizim kitaplarla doluydu.
‘BRUEGHEL’İN ETKİSİ ALTINDAYDIM’
Benim Memleketim Erzincan’ın Hinzori köyünde Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır romanını çekmişsiniz. Ben o kadrajlardan çok etkilendim. Fotografik bir ağırlığı var, o filmi anlatır mısınız?
Ben senaryoyu yazarken Brueghel’in etkisi altındaydım. Brueghel’in resimleri baş uçumda asılıydı. Kar ve onun içinde insanlar; kırmızı, bordo, turuncu giyinmiş insanlar. Ona benzer estetik dünya kurmaya çalıştım. Bütün giysiler dikildi gitti, onların otantik giysileri değil kar taşıttık her yere. Tabii zor bir işti ancak bilmeyince insan böyle zor işe giriyor.
Ferhat’la çok film müziği yaptık; Sürü, Yol, Yılanı Öldürseler’in de müziğini yaptık. Türkan Şoray yönetmendi o filmde. Stockholm’de montaj yapıyoruz, Abidin Dino Paris’ten geldi. Montaj sırasında ben de müdahale ediyorum; şunu şuraya bunu buraya bağlayalım diye. İlk aklıma Türkan soktu, benim de içimde öyle bir istek vardı. Sonra Yaşar ağabeyle konuşurken, film yapma önerime peki dedi. “Neyi yapalım?” Ben, “Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni yapalım” dedim. Dedi ki “Yok. Yer Demir Gök Bakır olsun.” O muydu bu muydu derken bir gün onun evinin yakınındaki gölde kürek çekiyorum. Sık sık çıkardık. Böyle yine film konusunu konuşuyorduk, kocaman bir balık fırladı gölden, sandalın içine düştü.
Valla Yaşar Kemal’in mucizelerle dolu bir hayatı vardı: Balık geldi çırpınıyor. “Ya, gördün mü, işte benim evliyalık yine tuttu.” Sonra biz o filmi büyük zorluklarla çektik ama çok büyük ilgi gördü.
*Bu söyleşinin orijinali daha önce Lütfi Özgünaydın’ın Yirmi Yazar kitabında yer aldı. Sayfada kısaltılmış olarak yer alıyor.