EMEP yerel yönetim broşürü yayımladı: Sermayeye karşı emekten yana belediyecilik
EMEP yerel seçimlere dair “Kentler halkındır, halk yönetsin, emekten yana yerel yönetimler için mücadeleye” başlıklı broşür yayımladı.
Fotoğraf: Aliye Ceylan/Evrensel
Emek Partisi (EMEP) yerel yönetim broşüründe, tüm işçi ve emekçileri; rant, talan ve yağma anlamına gelen sermaye belediyeciliğine karşı, emekçilerin taleplerinin karşılandığı ve emekçilerin söz ve karar hakkına sahip olduğu halkçı belediyecilik için mücadele etmeye ve kendi adaylarını desteklemeye çağırdı.
EMEP yerel seçim öncesi “Kentler halkındır, halk yönetsin, emekten yana yerel yönetimler için mücadeleye” başlıklı broşür yayımladı. Broşürde, 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere kaynakların ve teşviklerin sermayeye aktarıldığı, buna karşılık sömürülen ve ezilen halk kesimlerinin hoşnutsuzluğunun arttığı, mücadele eğiliminin yükseldiği, politikalarını istediği gibi sürdüremeyen tek adam yönetiminin de baskıyı artırdığı bir dönemde gidildiği belirtildi.
“Kâr ve rant belediyeciliğine karşı işçi ve emekçilerin, emek ve demokrasiden yana siyasal güçlerin, demokratik kurumların halkın yerel yönetimlerinin kurulması mümkündür ve kurulmalıdır” çağrısı yapılan broşürün tamamı şöyle:
YEREL SEÇİMLERE HANGİ KOŞULLARDA GİDİYORUZ?
"31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere giderken ekonominin büyüme hızı düşmekte, sanayi üretimi daralmakta, ülke yeni bir krize doğru sürüklenmektedir. Tek adam yönetiminin aldığı önlemlerse sermayeyi yeni teşviklerle destekliyor, işçilerin, emekçilerin daha fazla yoksullaşmasına yol açıyor.
Ücretlerin gerçekleşen enflasyona göre değil, öngörülen enflasyona göre artırılmasını isteyen Orta Vadeli Program ve 12. Kalkınma Planı, iktidarın sermayenin arzularını yerine getiren politikalarda ısrar edeceğinin somut göstergesidir.
İşte, emekçilerin beklentisini karşılamayan yeni asgari ücret! Açıklanır açıklanmaz kurlar fırladı, peş peşe yağan zamlarla ücretler erimeye başladı.
İşçi ve emekçilerse tekstilden metale kadar pek çok sektörde insanca yaşanabilecek bir ücret ve çalışma koşulları için mücadele halinde. Bu mücadeleler inişli çıkışlı olsa da yaygınlaşma eğilimi gösteriyor.
Kaynakların ve teşviklerin sermayeye aktarıldığı, buna karşılık sömürülen ve ezilen halk kesimlerinin hoşnutsuzluğunun arttığı, mücadele eğiliminin yükseldiği koşullarda tek adam yönetiminin bu politikaları arzuladığı gibi sürdürebilmesi mümkün görünmüyor. Bu yüzden de baskı, sansür, yıldırma, işten atma ve cezalandırma tehdidi bütün toplumun üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılıyor.
Bu uğurda 12 Eylül’den devralınmış Anayasayı defalarca değiştiren Erdoğan iktidarları, şimdi işine gelmediği için, kendi düzeninin en yüksek yargı kurumu olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile tanımıyor.
Tek adam yönetimi, kendisi için hukuk mevzuatının ayak bağı haline gelemeyecek bir Anayasa hazırlığı peşinde. Niteliği şimdiden belli: İktidarın uygulamaları, ekonomik tercihleri ve keyfi kararlarıyla gittikçe ağırlaştırılan sömürü ve ezme politikalarının yasal zemine kavuştuğu bir anayasa.
Daha şimdiden, iktidar ve irili ufaklı ortakları dışındaki herkesin terörist ilan edilebildiği, düzen içi muhalefetin bile gayrimeşru olarak gösterildiği bir kuşatma hali yaşanıyor.
Laikliğin son kalıntıları da tasfiye ediliyor. Tarikatlar, cemaatler ve iktidar vakıfları eğitim kurumlarından medyaya kadar her alana yerleştirildi, halkın gündelik hayatını bu örgütlenmelerin propagandasına göre düzenlemesi için baskılar yoğunlaştırıldı. Yerel yönetimler de unutulmadı: İktidar belediyeleri, sınırsız olanaklar sağlanan bu tür dernek ve vakıfların arpalığı haline getirildi.
Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı arasında imzalanan “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES)” projesi kapsamında “manevi danışman” olarak görevlendirilen imam, vaiz, din hizmetleri uzmanı ve Kuran kursu hocalarının MEB okullarındaki öğrencilere “değerler eğitimi” vermeye başlaması da laikliğin ülkedeki sınırlı birikiminin tırpanlanmasında nasıl büyük adımlar atıldığının somut bir göstergesi oldu.
Öte yandan bu uygulamalar eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetler ve sosyal politikalar konusunda kaynak ayırmayan iktidarın uygulamalarını da gizlemeye hizmet ediyor.
Yerel seçimlere giderken bir başka tablo da iktidarın içeride ve dışarıda savaş yanlısı politikalarının dozunu artırmasıdır. Sınır ötesi operasyonlar sonucu gelen asker cenazeleriyle beraber tansiyon yükseltiliyor. Bir yandan bu durum Kürt halkı ve siyasetçileri üzerindeki baskıyı artırmak için kullanılıyor diğer yandan da “yerlilik-millik” propagandası eşliğinde ırkçılık ve şovenizm alabildiğine kışkırtılıyor. İktidarın bu yolda sakındığı hiçbir zulüm olmadığı gibi, örneklerini 2015 seçimlerinde gördüğümüz aynı yöntem bugün de devrede.
Türk ve Kürt yoksul halk çocuklarının cenazelerini çoğaltan politikanın sahibi olan sermaye iktidarı, medyası ve zor aygıtlarının kuşatmasıyla, bırakın barışçıl, halkçı, demokratik bir çözümün tartışılmasını, düşünülmesini bile suç haline getiren siyasal iklimi hâkim kıldı.
2019’daki yerel seçimlerde İstanbul, Ankara, Adana, Mersin ve Antalya’nın da aralarında bulunduğu birçok belediyeyi kaybetmiş olan Cumhur İttifakı, bunları yeni yerel seçimlerde geri almak için siyasal alandaki baskıları artırarak tüm devlet imkânlarını devreye sokuyor.
31 Mart 2024 Yerel Seçimleri, kentlerin kâr ve rant kaynağı olarak yağmalanmasına karşı bir mücadele sürecidir.
Faşizmin inşasında her vesileyle, her gün biraz daha cüretkâr adım atan iktidarın, gücünü yerel yönetimler aracılığıyla perçinleme hedefinin, halkın daha fazla sömürülmesi ve ezilmesinden başka bir anlamı yoktur. İktidarın kentleri, doğayı ve halkın yaşam alanlarını yağmalanacak birer kâr ve rant kaynağından ibaret gören belediyecilik anlayışıyla, halkın kendi kendini yönettiği, emekten yana, demokratik bir yerel yönetim anlayışı bu seçim sürecinde de karşı karşıya gelmeye ve mücadele etmeye devam edecek.
Bu durum 6 Şubat depremlerinden sonra daha da önem kazandı. Deprem öncesinde depremin sadece lafını eden, depremden sonra ise halkı acılarıyla, yıkımla baş başa bırakan tek adam iktidarı ve belediyeleri, sermaye cephesinin rant ve kâr alanlarını paylaşma kavgasını yönetiyor.
Kâr ve rant belediyeciliğine karşı işçi ve emekçilerin, emek ve demokrasiden yana siyasal güçlerin, demokratik kurumların halkın yerel yönetimlerinin kurulması mümkündür ve kurulmalıdır.
Emekten yana bir yerel yönetim; her yerleşim bölgesinde atanmış temsilcilerin değil halkın kendi temsilcileriyle birlikte kendini yönettiği bir yerel yönetimdir.
Emekten yana bir yerel yönetim; seçilen kişinin üstlendiği görevleri yerine getirememesi durumunda halk tarafından geri alınabildiği bir yerel yönetimdir.
Bütün bunlardan dolayı yerel seçimler sadece yerellerin nasıl yönetileceğiyle ilgili bir seçim değildir. Yerel seçimler, aynı zamanda, krizin faturasının işçi ve emekçi halk kitlelerine yıkılmasına karşı bir mücadele alanıdır. İktidarın baskıcı politikalarını güçlendirme olanağını elde etmesine engel olma mücadelesidir.
YAĞMA VE TALANDA ÇIĞIR AÇILDI
Kentler; mahalleleri, sokakları, fabrikaları ve işyerleriyle işçilerin, emekçilerin, gençlerin çalışma ve yaşam alanlarıdır. Bu nedenle kentlerin yönetilmesi ve bunun bir parçası olarak yerel yönetimler, halkın kendi kendini yönetmesi açısından büyük bir öneme sahiptir. Belediyeler ve onların vermek zorunda olduğu yerel hizmetler de bundan ayrı düşünülemez.
Sermayenin çıkar gruplarıyla onların temsilcisi siyasi partilerin gözündeyse yerel yönetimler, belediyeler birer kâr ve rant alanıdır. Aralarındaki kavga, kâr ve rantın paylaşılması kavgasıdır. Seçimlerde yürütülen propaganda ise bu paylaşıma halkın gözünde meşruluk kazandırmak içindir. AKP de 21 yılı aşan iktidarı boyunca tam da bu anlayışla hareket etmiştir.
Özellikle son yedi yılda, yerel yönetimlerin hareket alanları iyice daraltıldı. Seçim Yasası değişiklikleri, ilçe, mahalle ve köy sınırlarıyla ilgili düzenlemeler ve son olarak “Rezerv Alanlar Yasası” ile atılan adım yerel yönetimlerin yetkilerini büyük oranda saray iktidarının elinde merkezileştirdi.
Kentlerin, sermaye ve iktidar yandaşlarınca yeniden bölüşümünü esas alan adımlarla, bırakalım yeşil alanları, çoğu yerde deprem sonrası toplanma alanları bile ortadan kaldırıldı. Sermaye belediyeciliği, hizmetlerin özelleştirilmesi, arazilerin, ormanların, tarımsal üretim alanlarının yağmalanması ve türlü iştirakler eliyle bir rant kapısı haline getirilerek hem yerli hem de uluslararası tekellerin ihya edilmesi üzerine kuruludur. Bu anlayış tüm yerel hizmetleri parayla alınır satılır hale getirdi.İktidarın sağlıkta dönüşüm politikalarının sonucu olarak, hastaneler kent dışındaki ‘şehir hastanelerine’ kaydırıldı ve birçok sağlık hizmeti aşamalı olarak paralı hale getirildi. Hastane arazileri ve çevresindeki bölgeler de yandaş sermaye grupları eliyle rant alanlarına dönüştürülmekte ticari kurumlara, oteller, rezidanslara verilerek belediye kaynakları bir avuç sermayedara peşkeş çekilmektedir.
Birçok ilaca ulaşmak neredeyse imkânsız hale gelirken, bazı hastalıkların tedavisi için zorunlu olan ilaçlar ya da maliyetler devlet tarafından desteklenmez oldu. Bugün belediyeler artık hiçbir sağlık kurumunu açabilme yetkisine sahip değil, bununla ilgili herhangi bir kaynak aktarımı da yok.
İstanbul’da görüldüğü üzere Ulaştırma Bakanlığı toplu taşımacılıkta provokasyonlar tertipleyerek veya açık arayarak yerel yönetimle rekabet etme çabasında.
2004’te değiştirilen Büyükşehir Belediyesi Kanunuyla, özellikle de İller Bankası’nın 2011’de anonim şirkete dönüştürülmesiyle birlikte iktidar partisinden olmayan belediyeler iyice kıskaca alındı. Yerel yönetim hizmetleri özelleştirilerek ya da şirkete dönüştürülerek, kâr ve rant vurgunculuğunda çığır açıldı.
Ayrıca AKP iktidarları, Dünya Ticaret Örgütü’nün, emperyalist bağımlılığı artıran, ülkeleri birer açık pazar haline getiren ve sermayenin anayasası denilen, uluslararası sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılmasına dair kararlarının altına imza atarak, yabancı sermayeye hizmette sınır tanımadı. Bu kararlarla yerel yönetimler, Dünya Bankası ve diğer yabancı sermaye kuruluşlarının müdahalesine daha açık hale getirildi.
İktidar bu düzenlemeleri muhalif belediyelere karşı bir baskı aracı olarak da kullanıyor. Yönetiminde kendisinin olmadığı belediyelerin yaptığı kredi anlaşmalarını imzalamayarak, işlerin kendi istediği gibi yürütülmesine dayanak yapıyor.
Gelinen noktada Türkiye’nin haritadaki bilinen idari bölümlenmesinin de sermayeyi güçlendirecek biçimde değişmeye başladığı görülüyor. Alttan alta inşa edilen yeni idari düzenleme; sanayi, enerji, turizm, madencilik gibi farklı parsellere ayrılan ülkenin ulaşım, ticaret, pazar hareketliliğinin sermaye-yerel yönetimler-valilikler tarafından yönetilmesini esas alıyor. Bu üçlü yönetim organı ise doğrudan merkeze bağımlıdır. İktidarın belediyeleri ele geçirmek istemesinin bir nedeni de bu sermaye hâkimiyetini koruyabilmektir.
Bugün kentlerin, zeytinlik alanlara yakın köylerin, tarım ve madencilik bölgelerinin, ormanlık arazilerin, derelerin çok olduğu yörelerin hiçbiri yoktur ki sermayenin saldırısı altında olmasın. Hemen her yerde, halkın itirazına ve tepkisine rağmen çalıştırılan yıkım makinaları, buldozerler kamu arazilerinin altında veya üstünde sermayenin kârı ve yatırım alanları için inşaat yapıyor, maden arıyor, santrallerle doğal çevreyi zehirliyor. Bununla birlikte halkı bulunduğu yerden sürerek ekolojik yıkıma da neden oluyor. Bu gözü dönmüş kâr hırsı halkın bugününü de geleceğini de ranta kurban ederken önüne çıkan her engeli silip süpürüyor.
DEPREM BİLE YAĞMA VE RANTIN DAYANAĞI YAPILIYOR
Belediyelerin ilgili yereldeki kaynakların kullanımı, dağıtımı ve kendi bütçesini hazırlayabilme konusunda halka karşı değil, doğrudan doğruya sermaye iktidarına sorumlu kılınmasından başka bir anlama gelmeyen yerel yönetim politikasının vardığı nokta, halkın kaynak ve kazanımlarının berhava edilmesidir.
Ülkemizin bir deprem coğrafyası olması gerçeğini kendi çıkarı için kullanan tek adam yönetimi ‘Rezerv Alan’ uygulamasıyla kendine ve emrindeki kurumlara, deprem riski bahanesiyle istediği eve, siteye, araziye çökme yetkisi de tanımış bulunuyor.
6 Şubat depremlerinde yerle bir olan bölgelerde açığa çıkan araziler, özellikle yandaş sermayedarlar için sağlam bir kâr-rant alanı haline getirildiği gibi büyük kentlerde merkezi alanlarda kalan, kâr-rant değeri yüksek kesimlerdeki binalara da çökme planı yapıldı. Bölgeler sermaye grupları ve beşli çete türevleri arasında dağıtılmaya başlandı. Kentsel dönüşümün yeni biçimi, depreme dayanıklı veya dayanıksız olup olmamasına bakılmaksızın yurttaşların evlerini elinden almak, gözünü kırpmadan sokağa atmaktır.
Son depremlerin ardından, deprem bölgelerinden yaşanan göçler, göç edilmiş olan kentlerde konut ve barınma sorununu ağırlaştıran bir etkide bulundu. Göç edilen kentlerin en büyüğü olan İstanbul, iktidarın bir önceki yerel seçimlerde kaybettiği ve kaybetmeden önce de uzun bir süre yönettiği bir kenttir. Ama aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle ‘ihanet’ ettikleri bir kenttir. Marmara depreminin ardından, uzmanların uyarılarının hiçbiri ciddiye alınmadığı gibi kentin yağmalanması ‘bereket’ sayılmıştır.
İktidar, şimdi bu yağmanın başında yer alan bir ismi, Murat Kurum’u, İstanbul için aday gösterdi. Yıkımları daha da artıran ‘İmar Barışı’na imza atan bu isim, önceliğinin depreme dayanaklı konut inşası olacağını vaat ediyor!
EMEKÇİLERİN YENİ GERÇEĞİ: KENT İÇİNDE GÜNLÜK GÖÇ
Kent merkezlerinde kiraların gördüğü devasa artış, işçi ve emekçileri şehirlerin çeperlerine doğru sürüyor. Bu durum, sermaye iktidarının kent alanlarını sınıfsal bir ayıklamaya tabi tutmasının sonucudur. Kent merkezleri ticaret, finans, turizm, bankacılık merkezleri olarak tanımlandığından, buralarda halka yer bırakılmıyor.
Böylece ağır bir barınma/kira sorunuyla yüz yüze gelen, her gün yerleşim merkezlerinin biraz daha uzağına itilen emekçilerin hayatı giderek zorlaşıyor.
Barınma sorunu sınıfsal bir sorundur ve sermayeyle iktidarının tercihidir. Kentin yoksullarını onun ücra bölgelerinde yaşamak mecburiyetinde bırakan bir seçimdir.
Yerel seçimler bu yüzden emekçiler için, nasıl ve nerede yaşamaya karar verme yetkisini talep edecekleri bir mücadele alanıdır aynı zamanda.
KAYYUMLARLA HALKIN İRADESİ YOK SAYILDI
AKP iktidarları döneminde seçme-seçilme hakkı da tasfiyeye maruz kaldı.
Irkçı-şoven propaganda eşliğinde uygulanan kayyum politikasıyla Kürt halkının tercihi defalarca yok sayılmış, giderek bütün yerel yönetimler üzerinde, üniversiteler için de bir tehdit aracı olarak kullanılmıştır. İktidar, muhalif milletvekilleri için çıkardığı çok sayıda fezlekeyle kendi geleceği için tehlike gördüğü her türlü eylemi ve sözü, tehdit saymaktadır.
Halkın seçimlerini hiçe sayan, istediğini görevden alarak yerine kendi adamını yerleştiren iktidarın kayyum politikası kabul edilemez. Yerel yönetimler atanmışlar tarafından değil halkın seçtiği ve halkın içinden gelen, onun bir parçası olan yöneticiler tarafından yönetilmelidir.
EMEKTEN YANA, HALKIN ÇIKARINA BİR YEREL YÖNETİM İÇİN
Emekten ve halktan yana bir yerel yönetim; halkın mülkiyeti ve tasarrufunda bulunan varlık ve gelirlerin, hesap verilebilir, denetlenebilir şekilde yönetilmesi demektir. Yerel halk ve örgütleri bu denetimin ve yönetimin etkin bir ögesidir.
Yerel yönetimler, belediye hizmetlerini halk için ulaşılabilir, ucuz bir biçimde sunmalıdır. Hangi hizmetlerin öncelikli olacağı, dağıtımının nasıl yapılacağı konusunda karar organı halk iradesiyle seçilen ve yerelin en üst kurumu olarak örgütlenen Halk Meclisleri’nde olmalıdır. Yerel yönetimlerde demokrasinin varlığı bunun gerçekleşip gerçekleşmediğine bağlıdır.
İşte bu nedenle yerel yönetimlerde;
a) Merkezi yönetimin baskı ve vesayetine son verilmelidir. Vali, kaymakam gibi merkezden atanan kurumlar tasfiye edilmelidir.
b) Yerel ve merkezi yönetim organları arasındaki ilişki, yerelde yaşayan halkla ülke halk(lar)ının çıkarlarının uyumuna dayanan, demokratik kuralların işlediği bir ilişki olmalıdır.
c) Yerel halk meclisleri, muhtar ve azalar, kentin mahalle, sokak, fabrika ve işyerlerinin, işçi ve kamu emekçisi sendikalarının, meslek odaları, çevre, kültür-sanat örgütleri ya da çevrelerinin seçilmiş temsilcilerinden oluşmalıdır.
d) Merkezi hükümet, elindeki merkezi bütçe paylarını şantaj aracı olarak kullanmamalı, eşit ve adaletli bir şekilde dağıtmalıdır.
e) Yerel yönetim organlarını, belediye başkan ve meclis üyelerini görevden alma yetkisi, ancak ve yalnızca, kendilerini seçen yerel halkın tasarrufunda olmalıdır.
f) Yerel yöneticiler bulundukları alanda vasıflı bir işçi ya da memurdan fazla ücret almamalıdır.
g) Tüm ihaleler, harcamalar, gelir-giderler, hizmet satın almalar halkın gözü önünde ve bilgisi dahilinde olmalı, halkın denetimine açık yapılmalıdır.
ı) Kadınların, gençler ve çocukların, engellilerin temsiline hak eşitliği temelinde özel önem verilmelidir.
i) Her toplantı ve oturum önceden bildirilerek halka açık yapılmalı; halkın, kendi yaşamını ve yaşadığı çevreyi ilgilendiren bütün sorunların çözümlerine gerek tartışma, gerek karar alma, gerekse uygulama süreçlerine katılabilmesi sağlanmalıdır.
j) Belediye meclisleri kentsel yasama görevini üstlenmeli; kendi içinden –iki toplantı arasında– işleri yürütecek organı seçmeli ve belediye başkanı bu organa başkanlık etmelidir.
KÂR VE RANT İÇİN DEĞİL TOPLUM İÇİN ÜRETİM VE HİZMET
Yerel yönetimler;
a) İşçi ve emekçilerin haklarını yok sayan, kentleri emperyalist tekeller ve onların yerli işbirlikçilerinin sömürüsüne terk eden kurumlar olmamalıdır. Tersine halkın ihtiyaçlarını gözeten, kaynaklarını buna göre düzenleyen ve planlayan yönetimler olmalıdır.
b) Yerel üretimi ve üreticiyi desteklemelidir. Tohumdan gübreye kadar üreticiyi yabancı tarım tekellerine bağımlı hale getirerek, her gün biraz daha fazla sefalete mahkûm eden düzenlemelere son verilmelidir.
c) Kentin gelecekte alacağı biçimi belirleyen nazım imar planları; üniversiteler, bilim insanları ve meslek örgütlerinin katılımıyla; nüfus artışı hareketleri ve kentin 50-100 yıllık gelişme olasılıkları gözeterek yapılmalıdır.
d) Bu planda elektrik, su, doğal gaz dağıtım şebekeleri, atık su/kanalizasyon, merkezi ısıtma, ulaşım ve toplu taşıma, yeşil alanlar, tarım arazileri, su havzaları, ormanlık alanları vb. gözetmeli ve korunmalıdır.
e) Kent emekçilerinin her türlü ekonomik, sosyal, kültürel haklara erişimini kolaylaştırıcı tedbirler alınmalıdır.
f) Taşeron ve güvencesiz işçi çalıştırmamalı, işçi sağlığı ve iş güvencesine önem vermelidir.
g) Dezavantajlı grup ve kişileri koruyan, kollayan, onların yaşamını kolaylaştırıcı tedbirler alan, bakımlı, temiz, sağlıklı ortak yaşam alanları yaratan, kentin kültürel dokusunu ve kimliğini koruyan, halkın mutluluğunu ve huzurunu düşünen kurumlar olmalıdır.
h) Şehir içi ulaşım yoksulluk sınırında ve altında geliri olanlar için ücretsiz hale getirilmelidir.
ı) Yaşlı, kimsesiz, yoksul, bakıma muhtaç kişilere ücretsiz bakım evleri yapmalıdır.
i) Çocuklar için kreşler, şiddete uğrayan kadınlar için ‘kadın sığınma evleri’, yoksul aileler için ‘aş evleri’ açmalıdır.
j) Yoksul aile ve bireylerin barınma, ısınma, sağlık, beslenme ve giyinme ihtiyaçları konusunda iaşe ve lütuf anlayışına son verilerek, modern bir sosyal destek yöntemi uygulanmalıdır.
k) Yandaş vakıf ve dernek gibi kuruluşlara para aktarılmasına son verilmelidir.
l) Halkın kolay erişebildiği kapalı/açık tiyatro, konser, sergi, kitaplık, spor salonları/alanları yapmalı, ücretsiz, nitelikli etkinlik ve şenlikler düzenlemelidir.
m) AKP iktidarının Türkiye’yi bir parçası haline getirdiği emperyalistlerin savaş politikalarının mağduru olarak ülkemizde bulunan göçmenlerin barınma, istihdam, sağlık, eğitim, beslenme gibi sorunlarının çözümünde belediyeler de sorumluluk üstlenmelidir.
EMEK PARTİSİ diyor ki:
Günümüzde kent planlaması, yüksek kâr ve rant elde edilmesini esas alarak, merkezi hükümetin dayatmaları ve imar komisyonları eliyle, yerli-yabancı tekellerle ve onlarla içli dışlı mafyanın bilgi ve müdahalesine açık, halktan gizlenerek, günübirlik ve tepeden inme yapılmaktadır.
Kentler ve diğer yerel yaşam alanları sahil ve arazi yağmasına, doğanın talanına, su kaynaklarının tüketilmesine hava ve ses kirliliğine maruz kalmış ve birer beton yığınına dönüşmüştür. Kâr ve rant esaslı belediyecilik uygulamasının sonucu her yerde budur.
Ne kent dokusu ne de çevrenin korunması önem taşımış; kentleri üst üste sel basarken, betonlaşma ve rant uğruna milyonlarca ağaç kesilip su kaynakları kurutularak dört bir yan yağmaya açılmıştır. Rant paylaşımından yerel yöneticiler de paylarına düşeni almaktadır.
Oysa kentler, halkın yaşam alanıdır, yani halkındır. Gelişmesi ve yenilenmesinin planlanması da en başta kent halkının sorumluluğunda olmalıdır. Kent planlaması ve imarı; kapalı kapılar ardında, imar komisyonlarınca, küçük bir zümreyi oluşturan yerli ve yabancı egemenlerin çıkarları doğrultusunda yapılamaz! Kentin planlanması, insanı ve doğayı esas alarak ve kent halkının ihtiyaçlarından hareket ederek, doğanın talanını değil korunmasını gözeterek halka açık yapılmalıdır.
Kent halkının çıkarları, emekten yana belediyeciliğin tüm politika ve uygulamalarına yön veren birinci öncelik olmalıdır.
EMEK PARTİSİ; tüm işçi emekçileri, kentlerini kendi iradeleriyle yönetmek üzere emekten yana yerel yönetimleri kurmak için birleşmeye çağırıyor.
EMEK PARTİSİ; Türkiye halkını; sömürü, zorbalık, rüşvet, yolsuzluk, rant, talan, insan yerine konmama ve “ayak takımı” olarak aşağılanmaya son vererek, kendi kaderinin ve yerel yaşam alanının efendisi olmaya çağırıyor.
EMEK PARTİSİ; Tüm halkı, emeğin haklarını, barışı ve demokrasiyi savunan halkın kendi içinden çıkmış emeğin adaylarını desteklemeye ve mücadele etmeye çağırıyor.
ÇÖZÜM İŞÇİLERİN VE EMEKÇİLERİN BİRLEŞİK GÜCÜDÜR!
HALKIN HER KADEMEDE YÖNETİME AKTİF OLARAK KATILDIĞI YEREL YÖNETİMLER İÇİN ÖRGÜTLENMEYE, MÜCADELEYE!" (HABER MERKEZİ)