Yok edilen hayatlar: 1999’dan 2023’e
Hükümetin umarsızlığının, kurumları çürütmesinin, afet yönetimini “rant” olarak görmesinin bedeli 50 bin 783 ölü (resmi rakam), 107 bin 204 yaralı oldu. Bölge halkı hâlâ bedel ödemeye devam ediyor.

Fotoğraf: Fatih Polat/Evrensel
Kubilay KAPTAN
Yer: Şili, Tarih: 27 Şubat 2010, Büyüklük: 8.8 Mww, Süre: 3 dakika, 525 ölü.
Yer: Haiti, Tarih: 12 Ocak 2010, Büyüklük: 7.0 Mww, Süre: 41 saniye, 316 bin ölü, 300 bin yaralı.
Aralarında yaklaşık 6 bin 100 km mesafe olan ve aynı bölgede (Güney Amerika) bulunan iki ülkeden birinde deprem sadece 525 kişinin ölümüne neden olurken, neden diğer ülkede olan deprem -daha küçük ve daha kısa süreli olmasına rağmen- 316 bin kişinin ölümüne neden yol açtı?
Bu sorunun cevabı, bizim de içinde bulunduğumuz durumun özetini içeriyor. Cevap oldukça basit: “Şili 30 yıl boyunca depreme hazırlandı, Haiti ise hiçbir şey yapmadı.”
Türkiye’nin “afet yönetimi” ile ilişkisini üç bölümde incelemek mümkün. Birinci bölüm 1999 Marmara depremi öncesini, ikinci bölüm 1999 Marmara depremi sonrasını ve üçüncü bölüm 2023 Kahramanmaraş depremleri sonrasını kapsar.
BİRİNCİ BÖLÜM: ’99’ ÖNCESİ
Marmara depremi öncesi “deprem” çoğumuz için uzaklarda bir yerlerde yaşanan, haberlerde bir iki dakika boyunca Kızılay’ın beyaz çadırlarını gördüğümüz bir olaydı. Bilim insanları olabilecek depremlere karşı uyarılarını yapıyordu ama konu henüz popüler olmadığından pek fazla ilgi çekmiyordu. Ülkemiz deprem yönetmeliği en son 1975’te yenilenmişti ve doğal olarak güncel değildi. Bunun üzerine başlatılan çalışmalar nihayet 1998’de yeni deprem yönetmeliğinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Yeni yönetmelik çıkmıştı çıkmasına ama o zamana kadar inşa edilen yapıların bir kısmı depreme uyumsuzdu. Daha da kötüsü, halkın “depreme hazırlık” konusunda en ufak bir bilgisi yoktu. Bu durumdayken depreme yakalandık. Sonuç 18 bin 373 ölü, 48 bin 901 yaralı (resmi rakamlar) oldu. Deprem, Türkiye nüfusunun çoğunluğunun yaşadığı ve ana sanayinin bulunduğu bölgenin içinde olunca deprem özelinde afetlere karşı büyük bir ilgi başladı ve böylece ikinci döneme girdik.
İKİNCİ BÖLÜM: ’99’ SONRASI
İkinci dönemin ilk yıllarında afetle ilgili yeni kurumlar açıldı, sivil kurumlar çalışmaya başladı ve her şeyden önemlisi halk nezdinde “Depremlere karşı ne yapabilirim?” sorusu sorulmaya başlandı. Üniversiteler çalışmalarını hızlandırdı. Depreme en hazırlıklı kurum olan TSK, teknik altyapısını yenilemeye başladı. Avrupa Birliği, Dünya Bankası gibi yerlerden gelen desteklerle eski yapılar yenilenmeye başlandı. Marmara depreminin üstünden 3 yıl geçmişti ki Türkiye’de iktidar değişti ve AKP iktidara geldi. İkinci dönem içinde AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte “afet yönetimi” konusunda yavaş yavaş değişiklikler gözlemlenmeye başladı. AKP için kurumların değil kurumlarda çalışanların önemi vardı ve bu çalışanların AKP’li olması çok önemliydi. Kurumsal bellek ve liyakat hiçe sayılınca mevcut kurumlar yozlaşmaya başladı. AKP, mevcut kurumları değersizleştirmekle yetinmedi, bir kısmını kapadı.
O dönemde afetle ilgili sorumluluk alan kurumlar şunlardı: Kızılay, Sivil Savunma Teşkilatı (SST), Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), AKUT, Afet İşleri Genel Müdürlüğü, Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü gibi kurumların yanında doğrudan ilgisi olmasa da afet politikalarının oluşturulmasında söz sahibi olan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT).
Bu saydığım kurumlara ne olduğuna bakalım:
DPT: 1960 yılında kurulan bu kurum 2011’de lağvedildi. 50 yıllık kurum tek kararnameyle lağvedilirken gerekçe “bürokratik vesayet” oldu. DPT’nin yerine “seçilmişlerin” yöneticilik yaptığı Kalkınma Bakanlığı kuruldu. DPT uzmanlarının bir kısmı da bu bakanlıkta görevlendirilse de arzu edilen verimlilik sağlanamadı. Bu yüzden Kalkınma Bakanlığı da 2017’de kaldırıldı.
SST: 1958 tarihinde ve 7126 sayılı Kanun’la İçişleri Bakanlığına bağlı olarak Sivil Savunma Teşkilatı adıyla kuruldu. 2009 tarihinde kapatılarak yetki ve sorumlulukları Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığına devredildi. Böylece, 51 yıllık bir kurum bütün bilgi birikimleri, yetişmiş insan gücü dikkate alınmadan ve doğru planlama yapılmadan kapatıldı.
Kızılay: 1868 yılında kurulan; Kurtuluş Savaşı’nda görev alan, adı, 1935’te Türkiye Kızılay Cemiyeti, 22 Eylül 1947’de Türkiye Kızılay Derneği olarak değiştirilen bu güzide kurum siyasilerin elinde oyuncak haline geldi. AFAD’ın kuruluşunu takiben asıl amacından saptırılan Kızılay, bugün yurt dışında farklı amaçlar için kullanılan, yönetici kadrosu yetersiz, yurt dışında itibar görmeyen bir kurum haline geldi.
AKUT: ’96’da bir sivil toplum kuruluşu olarak kurulan, örnek bir arama-kurtarma kuruluşu haline gelen, Türkiye’nin arama kurtarma konusunda ilk sivil toplum örgütü olan, pek çok afette can kurtaran bu güzide kuruluşun -işleyiş şekli siyasilerin hoşuna gitmediği için- 2016 yılında yönetimine el konuldu, kurucusu uzaklaştırıldı, AFAD’a bağlandı ve değersizleştirildi.
TSK: ’ 99 öncesi ve bugün de ülkemizin afet yönetimi alanında hazır, bilinçli, birikimli tek kurumu olan TSK’nin topyekün olarak sahaya çıkmasına, 2000’lerde başlayan ve bugün de devam eden itibarsızlaştırma ve “askeri vesayet” politikaları nedeniyle, izin verilmedi. Bedelini halk ödedi.
Afet İşleri Genel Müdürlüğü: Lağvedildi, AFAD’a bağlandı.
Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü: Lağvedildi, AFAD’a bağlandı.
Burada bahsettiğim kurumlar (ve bahsedemediğim diğerleri) -tekrar belirtmek isterim ki- bilgi birikimleri, yetişmiş insan gücü, deneyimleri zerre dikkate alınmadan, bir oldubitti ile ve amacı tamamen “Kurumu ele geçirmek” olan bir düşünce yapısı sonucu kapatıldı, lağvedildi ve/veya dönüştürüldü.
Böylece AFAD kuruldu.
Sonuç olarak “bürokratik vesayet, askeri vesayet” gerekçe gösterilerek kapatılan bütün kurumların yerine kurulan tek kurum İçişleri Bakanlığına bağlandı ve direktif almadan kıpırdayamayacak duruma geldi. O kadar “Kıpırdayamaz” duruma geldi ki, afetlerden sonra, kurumun yetkilileri ekranlarda sadece hangi ile hangi bakanın gideceğini açıklayabildi. Bunun yanında, merkez binasının büyüklüğüne ve ihtişamına ters orantılı şekilde altyapı yatırımları, illerdeki kadrolaşmaları, teknolojik ilerlemesi son derece yetersiz kaldı.
AFAD’ın kurulmasının dışında, depreme hazırlık sadece “bina yenilenme” olarak görüldü. Halk eğitilmedi, ne yapacağı söylenmedi, afet toplanma alanları ve sahil şeritleri inşaatlara kurban edildi, ancak “Afetlere hazır mıyız?” diye sorulduğunda, yetkililer tek bir ağızdan “Kesinlikle hazırız” cevabını verdi. 2011 yılında hazırladığımız bir raporda İstanbul anaokullarının, kreşlerinin yüzde 97’sinin afetlere karşı en ufak bir hazırlığı olmadığını belirledik ama yetkililer raporu yalanlamayı, bizi de “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ile suçlamayı tercih etti.
İkinci dönemde meydana gelen orta çaplı depremlerde, sellerde, maden kazalarında durumumuzun vahim hali gözler önüne serilse de ülkenin her gün değişen gündemi, fakirlik, yokluk yüzünden artık kimse afetleri düşünemez oldu. İktidar da afetlerle mücadeleyi “Bölgeye bakan gönder, Diyanet İşleri başkanını gönder, yeni inşaatlar için söz ver” biçimine indirgedi.
ÜÇÜNCÜ DÖNEM: 6 ŞUBAT VE SONRASI
Bu durumdayken 6 Şubat depremlerine yakalandık ve üçüncü döneme girdik.
Depremin olduğu günden 3 yıl önce (2020) Kahramanmaraş Valiliği ve AFAD tarafından hazırlanan ve yayımlanan “Kahramanmaraş il risk azaltma planı”nda olabilecek bir depremin büyüklüğü verilerek hazırlık yapılması gerektiği ve halkın olası bir deprem tehlikesinden habersiz olduğu ısrarla vurgulansa da neden rapor yazmak dışında, uygulamada tek bir şey bile yapılmadı?
Yetkililer, sadece rapor yazarak, kamu spotları yayımlayarak, yılda bir doğru kurgulanmamış ve ne yaptıklarını bilmedikleri tatbikatlar yaparak halka deprem sırasında ne yapılacağını öğrettiklerini düşünüyor. Bu şekilde bir mantık yürütmenin sonu ölümcüldür: deprem sırasında ne yapılacağı konusunda istediğiniz kadar rapor, bilgilendirme okuyun, istediğiniz kadar kamu spotu, videolar izleyin eğer bu okuduklarınızı, gördüklerinizi, duyduklarınızı içgüdüsel hale gelinceye kadar uygulamazsanız, yani defalarca tatbikat yapmazsanız, bir deprem sırasında tek bir şey yaparsınız: Donup kalırsınız. Hükümetin umarsızlığının, kurumları çürütmesinin, afet yönetimini “rant” olarak görmesinin bedeli 50 bin 783 ölü (resmi rakam), 107 bin 204 yaralı oldu. Bölge halkı hâlâ bedel ödemeye devam ediyor. Bir depremin geride bıraktığı yıkımı sadece ölü ve yaralı sayısı olarak da görmemek gerekir. Yıkılan yuvalar, artan boşanmalar, artan alkol kullanımı, mahvolan eğitim sistemi, travma ortamını kullanan örgütlerin yuvalanması görülen sorunlardan bazılarıdır.
Bugün de tutulan yol hatalıdır ve sonuç vermeyecektir. Afet yönetimi, bina güçlendirmekten ibaret değildir. Öncelik anaokullarından başlayarak toplumun tamamına afet sırasında “doğru şekilde” ne yapılacağını göstermek ve halk bunu içgüdüsel hale getirinceye kadar tatbikat yapmaktır, afet çantalarını, toplama alanlarını, etkin arama kurtarma yöntemlerini oluşturmaktır, “afet yönetimi”ni siyaset üstü tutmaktır ki bir afet sonrasında “TSK gelmesin, şu ülke yardım göndermesin, bundan gelirse olur” denmesin.
Depreme hazırlığı sadece “İnşaat yapmak, yıkıp-yapmak” sanan rant takıntılı zihniyetlerin bu yazdıklarımı anlamasını beklemiyorum ama üzülerek belirtiyorum ki 24 yıl önce dediğimi yapsalardı son yıllarda yaşadığımız büyük acıların hiçbirisini yaşamazdık.
Evrensel'i Takip Et