Araştırmacı Yazar Cihan Uzunçarşılı Baysal: Tek adam yönetimi kent politikalarında da hegemonya kuruyor
Araştırmacı Yazar Cihan Uzunçarşılı Baysal: Bugün sadece siyasi partiler açısından değil, kentsel hareketler açısından da yerele dair bir suskunlukla karşı karşıyayız.
Fotoğraf: Cihan Uzunçarşılı Baysal'ın kişisel arşivinden
Serpil İLGÜN
Muhalefet cephesinde hâlâ belirlenmeyen adaylar, belirlenen adaylara itirazlar, iş birliği olacak mı olmayacak mı tartışmaları sürerken, seçim beyannamesini de açıklayan iktidar cephesinde adaylar kampanyalarına başladı. 22 yıldır başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yanını betona boğan AKP iktidarı, 2024 yerel seçimine giderken, depremi de fırsat görerek yine inşaat vadediyor.
2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi genel seçim atmosferi içine alınan yerel sürecin de “nasıl bir yerel yönetim” sorusu, 2019’a kıyasla daha da gerilemiş durumda. Tek adama dayanan başkanlık rejimiyle birlikte yerel yönetimlerin merkeze daha bağımlı hale gelmeleri ve kayyum politikaları karşısında kentlerin ihtiyaç ve taleplerinin katılımcı, bilimsel ele alınması gibi başlıklar gündemde yer bulamıyor.
Kent hakkı, konut hakkı ve kent hareketleri çalışmalarıyla tanıdığımız Araştırmacı Yazar Cihan Uzunçarşılı Baysal’la AKP’nin yerel yönetim tasavvurunu, yüz binlerle ifade edilen konutların neden başat seçim vaadi olmayı sürdürdüğünü ve bir yerel seçimde kent sorunları ve ihtiyaçlarının neden gündemleşemediğini konuştuk.
YERELE DAİR SUSKUNLUK
50 gün sonra yerel seçim için sandık kurulacak ancak 2024’e girerken halkçı, eşit, özgür, ekolojik kent politikaları başlığı gündem olmayı bırakalım, konu bile edilemiyor. “Nasıl bir kent, yerel yönetim” sorusu bugün neden kendine alan açamıyor?
Aslında 2019’daki yerel seçimlerde de yerelin sorunları fazla konuşulmadı. Ekrem İmamoğlu’nun çarşı pazarda file taşıdığını, Binali Yıldırım’ın halkla sohbetlerini izledik ama somut olarak yerele dair pek bir şey duymadık. Öte yandan, 2019’a gelen süreçte kentsel toplumsal hareketler taleplerini ve itirazlarını seslendiriyordu. Bugün sadece siyasi partiler açısından değil, kentsel hareketler açısında da yerele dair bir suskunlukla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
Kentsel hareketlerin içinde yer alan biri olarak, sizce bu suskunluğun nedeni ne?
Gezi ertesi, iktidarın tüm şiddet araçlarını kullanarak üzerimize gelmesi, hak arayıcılarına karşı kovuşturma, gözaltı ve tutuklamalar dahil her türlü baskı ve tehdit mekanizmalarını uygulanması ve kovid sürecinde mecburen yaşanan içe çekilme gibi nedenlere bağlıyorum. Bu böyle gidecek demek değil elbette.
Siyasi partiler bağlamında yereli neden duyamadığımıza gelince… Adaylar, yerelin ihtiyaçlarını, sorunlarını, taleplerini içeren projelerle, hatta bir sözleşmeyle halkın karşısına çıkarlar. “Kentinizin şu şu sorunlarını çözmeyi, taleplerinizi yerine getirmeyi kabul ediyoruz” demeleri lazım. Ama özellikle muhalefet partileri açısından son dakikaya kadar bir aday yok ki, hangi somut önerilerle çıkacaklar? Aday olanlar da ya söylediklerinin içini dolduramıyor ya da rekabetçi bir dalaş görüyoruz. Çankaya Aday Adayı Ankara Mimarlar Odası Eski Başkanı Tezcan Karakuş Candan bu açıdan bir istisna.
TEK ADAM YÖNETİMİNİN BASKISI
Erdoğan, partisinin adaylarını ve seçim beyannamesini açıkladı. Türkiye yüzyılı şehirleri üst başlığını taşıyan beyanname, AKP iktidarının yerel yönetimi, sosyal belediyeciliği nasıl ele aldığına ilişkin ne söylüyor?
Özellikle dönüşüm yasaları üzerinden baktığımızda, artık yerel yönetimlerin hareket alanlarının daraltıldığı, yerele karşı merkezileşmenin daha da pekiştirildiği bir dönemin içinde olduğumuzu düşünüyorum. Otokratik tek adam yönetiminin bütün baskısını, hegemonyasını kent politikaları üzerinde de hissedebiliyoruz.
Örneğin afet yasasında değişiklikler yapan torba yasayla rezerv alan tanımı değişti; merkezi yönetim, yerel yönetimlerin arazilerini rezerv alan ilan edip el koyabilir. Belediye olarak istediğiniz kadar bu alanlarda sosyal belediyecilik üzerinden proje yapmaya kalkın, bir bakmışsınız örneğin parkınız rezerv alan ilan edilmiş. Yerelin elini kolunu bağlayıp, atıl bırakan bir süreçteyiz. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hatay’da “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi?” gibi vicdan yoksunu bir söylemle bunu açıkça ifade etti.
SOSYAL BELEDİYECİLİK: HALKI YOKSULLAŞTIRMA
Sosyal belediyecilik nasıl ele alınıyor?
AKP sosyal belediyeciliği hak temelli değil tamamen sosyal yardım üzerinden ele alıyor. Halkı yoksullaştırıyor, yoksunlaştırıyor, sonra sosyal yardımlarla kendine bağlıyor.
Sosyal belediyecilik kamu hizmetlerinin erişilebilir olması, kentsel kamusal alanların halk yararına düzenlenmesi, çocuk-dostu, kadın-dostu şehirler inşasıdır. Gençlere, yaşlılara, engellilere yönelik nasıl bir kent yaratacağınızdır. Murat Kurum kalkıyor “İETT otobüsleri kadınları gerekirse evinin önüne bırakacak” diyor. Komik bir söylem! Beni neden evimin önüne bıraksın? Senin belediye olarak görevin kadınları şiddetten, her türlü tacizden arınmış bir kent inşa etmek. Sadece kadınlara yönelik değil tabii, nefret unsuru yaptığınız LGBTİ+’lara da yönelik.
"TAMAMEN SOYLULAŞTIRMA PROJELERİ"
AKP’nin mahallelerin yeniden canlanacağını, hatta küçük ölçekli mahalle bostanlarını vadetmesini nasıl karşıladınız?
Elde olan bostanları ve tabii mahalleleri yok ederken, bunları söyleyebilmek ironik tabii. Yedikule bostanlarının bir kısmını yok eden kimdi? Biliyorsunuz, çok övünülen TOKİ projeleri de mahalle odaklı. Kağıt üstünde, reklamlarında bakkalı, manavı, Ayşe teyzesi diye mahalle konseptli dönüşüm anlatılıyor. Kafalarındaki mahalleyi işte Dolapdere’deki ucubeler ucubesi Piyalepaşa’da gördük. Orada yaşayan yoksul gruplar şu an nerelerde? Tamamen soylulaştırma projeleri. Mahalle bostanları da yaptıkları lüks mahallelere yönelik olacaktır. Hobi bahçeleri gibi bireysel alanlar olacaktır. Bu iktidarın kamusal ve kolektif bir şeyler yapacağını düşünmüyorum.
AKILLI ŞEHİRLER, YENİ MEGA PROJELER
Vaatlerden devam edersek, her seçimde duymaya alıştığımız mega projeler yok, asıl önemlisi Kanal İstanbul da yok. Murat Kurum “Artık seçim vaatlerimizin odağına büyük projeler koymuyoruz” dedi ama özellikle Kanal İstanbul’un adının dahi geçmemesine yorumunuz ne oldu?
Kanal İstanbul bahane, zaten rezerv alan vasıtasıyla rantsal dönüşüm kıyımını gerçekleştirmeye başladılar. Amaçları, İstanbul’un son bakir arazilerini inşaata açmaktı. Kanal güzergahındaki köylerin, meraların, tarım arazilerinin imar planları çıktı, hepsi betonlaşma sürecinde. Daha niye desin ki halkın tepkisini çeken Kanal İstanbul’u?
Rezerv alan yasasının çıkış gerekçesi, riskli bölgelerin nüfuslarının rezerv alana taşınmasıydı. Ama biliyoruz ki dertleri buralara yönelik lüks projeler. Alt gelir gruplarının bu lüks projelerde yer bulması imkansız.
Buralara yönelik akıllı şehir projeleri planladıklarını düşünüyorum. Murat Kurum’un çevre ve şehircilik bakanı olduğu dönemin TOKİ dergilerinde akıllı şehirlerle ilgili demeçleri var. Güney Kore’nin ünlü akıllı şehir örneği Songdo’ya “Örnek alınacak şehir” diyor. Ekokent, akıllı şehir, yeşil şehir gibi adlar altında dünya üzerinde son 10-15 yıldır görmeye başladığımız yoktan var edilen şehirler, küresel sermayenin yeni birikim alanları. “İnşaat ya Resulullah ekonomisi” iktidarının da ideali. Tamamen üst gelir gruplarına yönelik akıllı şehirlere yönelik hukuki altyapı da az çok yaratıldı, akıllı şehirler eylem planları yapıldı. Ve aslında bu şehirler mega projelerdir.
Fuat Ercan ve Tuğçe Tezel editörlüğünde Bağlam yayınlarından çıkan “Kanal İstanbul Projesindeki Türkiye” başlıklı kitapta akıllı şehirler üzerine detaylı bir makale yazdınız. Kafamızda daha somut canladırabilmemiz için, akıllı şehirlerde ne var, teknoloji nasıl kullanılıyor?
Epey uzun bir konu ama çok çok özetle, tamamen ileri teknolojilere dayalı bu şehir modelinin benimsenmesinde teknoloji pastasından pay kapma yarışındaki IBM, Cisco, Alphabet, Siemens gibi çok uluslu teknoloji şirketlerinin rolü var. “Akıllı Şehir” kavramının IBM tarafından 2008’de yaratıldığı söyleniyor. Bunların çoğu özel sermayenin şehirleri; kuluçka şehirler. Sermaye yapacağı teknolojik yenilikleri laboratuvar ortamından çıkarıp, gerçek şehir ortamına taşıyor. Toyota’nın Woven City projesi var; araçlarındaki teknolojik yenilikleri şehirde yaşayanlar üzerinde test edeceği. BAE’nin Masdar şehri var, Cisco gözetim teknolojilerini burada test ediyor.
SERMAYE KAZANIYOR, BİZE İTAAT DÜŞÜYOR!
Akıllı teknolojiler kullanma kılıfı altında müthiş bir gözetim, denetim ve disiplin altında yaşanıyor. Özel yaşamın gizliliği yok ediliyor. Mesela, evinize gelmeden uygulamaya parmak basıyor ve evinizi ısıtmaya başlıyorsunuz, bir tuşla kapınız açılıyor vs. Aman ne güzel değil mi? Oysa siz evde ne yemek yaptığınıza kadar takip ediliyorsunuz. Mesela olağan dışı bir hareket yaptığınız zaman, diyelim ki kırmızı ışıkta beklerken canınız zıplamak istedi, birdenbire kameralar size zoom yapmaya başlıyor ve yüz okuma sistemleriyle olağan şüpheli olarak kaydediliyorsunuz. Laboratuvar şehir Songdo’nun 7/24 çalışan bir gözetim denetim merkezi var. Siemens ilgili teknolojilerini burada deniyor. Ancak, şikayetlerin hemen ardından şöyle bir savunma gelebilir: “tamam bundan memnun değilim ama çocuğum parktayken 25 katlı gökdelendeki konutumdan bir kamerayla takip edebiliyorum” Burada güvenlik özgürlüğü süpürüyor ve zaten bu şehirlerde genel olarak istenen de her şeye boyun eğen, düzene itaat eden makbul vatandaşlar. Yöneten sermaye, kazanan sermaye, bize de itaat düşüyor.
Ayrıca bu şehirler, sanki o bölgede hiçbir canlı yaşamıyormuşçasına, sanki bomboş bir arazi varmışçasına ve tepeden inme bir yöntemle planlanıyor. Yerli halklar, bölgeye özgü flora, fauna hepsinin habitatları yok ediliyor. Aynı zamanda sürgün, katliam ve son kertede ekokırım projeleri.
Akıllı şehirlerde yaşamayı bırakalım, iktidarın sosyal konut diye pazarladığı konutlara ulaşmak da hayal haline geldi. İstanbul Tuzla örneğinde olduğu gibi vadedilenle gerçekler arasındaki makas giderek daha fazla mağdur üretiyor. Bu da soylulaştırma hamlesinin daha da genişleyeceğini gösteriyor, ne dersiniz?
2000’ler başından itibaren dönüşüm-yeniden iskan projelerinde de görüyoruz. Ayazma, Sulukule nüfusları yeniden iskan TOKİ konutlarında oturamadılar, aidatları dahi ödeyemediler ve borçlarıyla satıp gitmek zorunda kaldılar. Sosyal konut diye yerleşebilenler de, İstanbul Ayazma kiracılarının taşındığı Başakşehir Kayabaşı’da gördüğümüz gibi, o bölgenin zaman içinde zenginleşmesiyle birlikte satıp gidiyorlar. Konutu bir metaya, bir ticari araca dönüştüren sistemde sosyal konut, ödenebilir dahi olsa, çöküyor. Çünkü alt gelir grubu için de bir kazanç vesilesi.
NEDEN SOSYAL KİRALIK KONUT YAPMIYORSUNUZ?
Üstelik deprem tehdidinin neredeyse bütün Türkiye için bu kadar konuşulduğu bir dönemde?
Evet. Mehmet Özhaseki diyor ki, “Ben kaç sene önce Defne’ye gittiğimde burayı kentsel dönüşüme sokalım dedim ama halk istemedi!” Peki halk neden istemiyor? İzmir Bayraklı’daki depremzedeler, “Biz projeyi ödeyemeyeceğiz diye istemedik, bizi kefenle cüzdan arasına sıkıştırdılar” dediler. Kentsel dönüşüm sistemini, yasaları sıfırdan değiştirin, halka yönelik proje yapın, halk istiyor mu istemiyor mu görün. Sosyal kiralık konut yapın, neden yapmıyorsunuz? Kentsel dönüşüm sistemi bu şekilde devam ettikçe, depreme rağmen insanlar evlerini dönüştürmek istemez çünkü ödeyemeyecek. Başını sokacak evinden de olacak.
Böyle bir sistemde, kentler gitgide orta üst gelir gruplarının yaşadığı alanlar haline gelecek. Kira ödeyemediği, yaşayamayacağı için alt gelir grupları, yoksullar, emekçiler kent çeperlerine sürülecek.
Burada İmamoğlu’nun yeni açıkladığı 10 maddelik afet planını önemsiyorum. Önemsiyorum çünkü yıllardır seslendirdiğimiz sosyal kiralık konut, dönüşümde yüzde 65 finansal destek sunuyor, böylece cüzdanla kefen arasında sıkışmış nüfuslar dönüşüme rıza gösterebilecektir. Aynı şekilde adil kira yardımı ve ayrıca sadece yık-yap üzerinden giden dönüşüme karşı güçlendirme gibi önemli noktalar içeriyor. Umalım gerçekleşsin, seçim bildirgesi olarak kalmasın.
"ALT GELİR GRUPLARININ KENTTEN SÜRÜLMELERİ HIZLANACAK"
Emekçilerin kentin çeperlerine itilmesi demografiyi, sosyolojiyi, kültürü de değiştiriyor. Bu değişimin 2019’a kıyasla 2024 yerel seçimine etkilerini daha fazla görmeyi bekliyor musunuz?
Kesinlikle. Çünkü özellikle afet yasasındaki son düzenlemeyle birlikte, kent emekçilerinin, alt gelir gruplarının kentten sürülme süreçlerinin hızlanacağı fikrindeyim. Hazine arazileri üzerindeki enformel konut alanlarından başlayarak rezerv ilanlarına girişecekler. Konut hakkından baktığımız zaman şu önemli, hep söylediğimiz üzere ikamet politiktir, sınıfsaldır. O sınıfı oradan gönderdiğinizde yerinde kalma hakkını yok ettiğin gibi, oradaki sınıf yapısını değiştiriyorsun, yerleşik kültürü de yok ediyorsun. Bunu tapulu tapusuz fark etmeden söylüyorum. Çünkü evrensel insan hakları normlarına göre konut hakkı tapudan bağımsızdır.
FELAKET KAPİTALİZMİ
AKP beyannamesinde, deprem tehdidi altındaki İstanbul öne çıkmakla birlikte aslında deprem bölgesi de dahil, tüm Türkiye için akılda tutması zor sayılarda konut vaatleri öne çıkıyor. Deprem kentlerine söz verilen konutların bir yıl sonra ancak yüzde 8’inin teslim edilebilmesini geçerek genel olarak soralım, neden bu kadar çok konut yerel seçim vaadinin omurgasını oluşturuyor?
AKP, inşaat, emlak rantı üzerinden çarklarını döndüren bir modele mahkum etti bizi. Üretemeyen bir ekonominin içindeyiz. Tarım arazileri gidiyor, 11 deprem kenti aynı zamanda çok önemli tarım alanlarını barındıran bir bölge, oraya da inşaatlar giriyor. Ve belirttiğim gibi deprem bile inşaat uğruna araçsallaştırılıyor. Felaket kapitalizmi burada karşımıza çıkıyor, yıkıp yapma üzerinden. Bu acele neden? Hâlâ artçılar devam ediyor. Ayrıca, bina dikmekle şehir olmuyor. O nüfusların gereksinimleri soruldu mu, bütçeler neye göre düzenlenecek, bütüncül planlamadan nasibini almamış bir seri imalat düzeni var karşımızda.
Ayrıca deprem neden hep konut üzerinden ele alınıyor?
Haklısınız, depremin başka sorunları yok mu? Deprem öncesi, hazırlıklar çok önemli. Örneğin deprem toplanma, çadır kent alanları? Buralara AVM, otel, rezidans diktiler. Yine, bu kadar çok kentsel dönüşümün yapıldığı yerde bir enkaz atık yönetmeliği olmaz mı, nereye dökeceksin, nasıl ayrıştıracaksın? Aksi takdirde suyu, toprağı, havayı zehirleyip başka bir felakete yol açıyorsun ki deprem kentlerinde tam da bu yaşanıyor. Çok önemli başka bir şey de cezasızlık. Bugün imar affına imza atan Erdoğan’dan başlayarak Murat Kurum, tüm aktörler yine yeniden her şeyden muaf. Yine birkaç müteahhit sorumlu tutuluyor. Murat Kurum, imar affına imza atmış, bunu savunmuş biri olarak nasıl İstanbul’da aday olarak dolaşıyor? O insanların vebali hepsinin boynunda ama hiçbiri yargılanmıyor, böyle bir şey olmaz.