Yeni bir ‘İşçi Baharı’na doğru mu gidiyoruz?
Kamu işçilerinin bugünkü durumu bizi 35 yıl geriye, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde köşe taşlarından birini oluşturan ’89 Bahar eylemlerini hatırlamaya götürüyor.

Taşkızak Tersane işçilerinin 14 Nisan 1989 tarihli eylemi (Kaynak: Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi) | Kamu işçilerinin ek zam eylemi (Fotoğraf: Evrensel)
Seyfi SELÇUK
Yeni bir seçim sath-ı mailine girilen günümüzde ülke gündemi bütünüyle bu konu etrafında odaklanmış bulunuyor. Sermaye cephesi ve burjuva partileri, en başta da Erdoğan ve Cumhur İttifakı, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kitlelerinin acil talep ve beklentilerinin ve -elbette bununla bağlantısı içinde- ülkenin temel meselelerinin uzağında, deyim yerindeyse steril bir yerel seçimler ortamı oluşturmaya çalışıyor. Ne var ki, mızrak çuvala sığmıyor. İşçi sınıfı, ezilen ve sömürülen kitleler sunulmak istenenle yetinmiyorlar. Artan hayat pahalılığına alım gücünün sürekli düşmesine, maaş ve ücretlerin erimesine, ağır ve kural tanımayan çalışma koşullarına, antidemokratik uygulamalara, baskılara ve sindirme politikalarına karşı verilen mücadele hız kesmediği gibi giderek daha da yaygınlaşıyor.
Özak Tekstil, Mitaş işçileri başta olmak üzere tek tek iş yerleri düzeyinde devam eden mücadeleler sürerken şimdilerde bu mücadelenin ön cephesine farklı sektörlerde çalışan ve farklı konfederasyonlarda örgütlü bulunan kamu işçileri yerleşmiş bulunuyor.
Kamu işçileri uzun bir süredir ek zam yapılarak ücretlerinin iyileştirilmesini istiyor, bu temelde eylem ve etkinlikler yapıyor. Ve bu eylem ve etkinlikler daha farklı sektörlerde, daha fazla iş yerinde ve daha fazla sayıda işçiyi kapsayarak genişliyor.
KAMUDA OLUP BİTENLER
Bilindiği gibi 700 bin kamu işçisini kapsayan TİS Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları ile Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS) adındaki kamu işveren sendikası arasında düzenlenen çerçeve anlaşma protokolü ile belirleniyor. Çerçeve protokoldeki ücret zamları ve diğer (sosyal) haklar hiç değiştirilmeksizin, Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalarca yetkili oldukları iş yerlerinde uygulanan toplu iş sözleşmesine dönüştürülüyor.
En son protokol imzalandığında, tüm sendikacıların tüm grup TİS’leri için söylediği, artık alıştığımız sözlerle, “Asrın sözleşmesi, son 30 yılın en iyi sözleşmesi” denilerek duyurulmuştu. Teknik ayrıntıya girmeden özetle söylersek, imzalanan TİS kamu işçilerinin taleplerini karşılamaktan o gün de çok uzaktı; bugün ise artan hayat pahalılığı karşısında ücretler iyice kuşa dönmüş durumda. Kamu işçisi geçinebilmek için kendisini ikinci bir işte çalışmak zorunda bırakılmış bir halde buldu.
İşçilerin baskısı sonucu nihayet konfederasyon yönetimleri harekete geçti(ler)! Hükümetle yeni bir ek protokol imzalandı. Sendika bürokratları büyük bir iş başarmış edasıyla ek protokolü övedursun, günün sonunda kamu işçisi için elde var sıfır. Bu yüzden ne saray rejiminin çalışma bakanının ne de sendika ağalarının ‘Şimdilik elimizden gelen bu kadarı. Biraz sabredin ilk TİS döneminde (ocak 2025) isteklerinizi fazlasıyla karşılayacağız’ mealindeki sözlerinin kamu işçisi nezdinde bir kıymeti bulunmuyor. Çünkü pratikte bir karşılığı yok. Kamu işçileri bunun oyalamacadan başka bir anlama gelmediğini, dahası taleplerinin karşısına işverenden (Saray iktidarı) önce sendika bürokrasisinin dikildiğini bizzat kendi geçmiş deneyimleriyle çok iyi biliyor. Bu nedenle, gelinen yerde öfke oklarını işverenden daha fazla sendikal bürokrasiye yöneltiyor. Sınıf sezgisiyle sendikal bürokrasiyle arasına kalın bir çizgi çekerek, sendika bürokratlarından maaşlarını açıklamalarını istiyor, taleplerinin elde edilmesi için kendi yanında durarak mücadele etmesini, aksi takdirde bulundukları koltukları (yönetimler) terk etmelerini talep ediyorlar. Sendika bürokratları ise bu sıkışmışlık içinde çareyi aynı zamanda işveren pozisyonunda bulunan Saray iktidarının çalışma bakanına arz dilekçesi yazmakta buluyorlar: Ne olur küçücük de olsa bir lütufta bulunun, işçiyi tutamaz bir haldeyiz.
KAMU İŞÇİLERİ MÜCADELE TARİHİNDEN…. ’89 BAHARI…
Bu manzara bizi 35 yıl geriye, kamu işçilerinin -dolaysızca Türkiye işçi sınıfının- mücadele tarihinde köşe taşlarından birini oluşturan ’89 Bahar eylemlerini hatırlamaya götürüyor. Hiç şüphesiz uluslararası konjonktür başta olmak üzere farklı toplumsal, siyasal koşulların ve farklı sınıf güç ilişkilerinin hüküm sürdüğü dönemler arasında birebir analojiler kurmak doğru değildir. Fakat, bağlamı içinde temkini elden bırakmadan söylenmesi gerekenler de mutlaka söylenmelidir. Söylenmelidir, çünkü tarih bilincinden yoksun olanın sınıf bilinci de oluşmaz. Sınıf bilinci ki, bugün kamu işçilerinin sermaye iktidarı ve iş birlikçi sendikal bürokrasiye karşı verdiği kavgada en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Ve bu durum ’89 eylemlerinin örgütleyicileri ile bugünkü mücadeleyi omuzlayan öncü işçiler arasındaki en belirgin farkı, bir anlamda bugünkü mücadelede en büyük handikaplardan birini oluşturmaktadır.
’89 Baharı neydi? Önce buradan başlayalım. O, görünüşte kamu işçilerinin 12 Eylül sürecinde yaşadıkları kayıpları geri alacak bir ücret artışı talebiyle ayağa kalkması olsa da özü itibarıyla temelleri 24 Ocak kararlarıyla atılan ve 12 Eylül faşist cuntası tarafından en katı haliyle hayata geçirilen neoliberal dönüşüm ve onun beraberinde getirdiği yeni emek rejiminin sebep olduğu tahribatlara karşı işçi sınıfı cephesinden verilen güçlü bir yanıttır.
Emekli Pendik Tersane İşçisi Necdet Altun bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir. “Dönemin iktidarları tarafından IMF’nin baskısıyla başlatılan özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamaları, kamuda ve özel sektörde çalışan emekçileri huzursuz etmişti. Çalışanlar açısından ekonomik sıkıntıların had safhada olduğu, bıçağın kemiğe dayandığı bir dönemdi. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle bilakis kamuda çalışanlar, hafta sonu tatili bile yapmayarak ek işler yapmak zorunda bırakılmışlardı.”
Bu nedenle ’89 Bahar eylemlerini salt bir TİS süreci ve işçilerin iktidar ve sendika bürokrasinin direncini kırarak ücretlerde büyük bir artış sağlamasıyla sınırlı görmek sığ bir yaklaşımdır. Evet, o dönem kamu işçilerinin 12 Eylül sürecinde yaşadıkları kayıpları geri alacak bir ücret artışı talebi karşısında Özal iktidarı yüzde 40 artışta diretirken sendika bürokrasisinin bu oranın yüzde 60 seviyesine çıkartılması için yalvar yakar olduğu bir ortamda örgütlenen eylemler sonucunda yüzde 142 düzeyinde artış sağlanmıştır. Fakat yanı sıra bu süreç IMF politikalarının tavizsiz uygulayıcısı olan Özal ve ANAP iktidarını çöküşe götüren sürecin de başlangıcını oluşturmuştur.
Kamu işçilerinin bugünkü mücadeleleri de gerçekte tekelci burjuvazi ve onun Saray iktidarının inşa ettikleri ucuz emek sömürüsüne dayanan ekonomi modeline karşı bir harekettir. Denebilirse bu açılardan bugün ile ’89 Baharı arasında bir süreklilik söz konusudur. Kopuş ise işçi sınıfı ile burjuvazi (sermaye-hükümet) arasındaki sınıf güç ilişkilerinde işçi sınıfı aleyhine yaşanan değişim noktasında söz konusudur. Bu nedenle bugünle ’89 Baharı arasındaki köprü tam da bu noktadan kurulmak durumundadır.
KAVRANILACAK HALKA
Öyleyse kamu işçilerinin kendi mücadele tarihinden öğreneceği, dahası bugünkü mücadelesinde kullanmak üzere ‘89 Bahar eylemleri hazinesinden çekip alacağı silah(lar) nedir?
Bu sorunun en kestirme yanıtı ’89 eylemcilerinin herkesten önce kendi öz gücüne güvenme ve buradan hareketle baştan sona mücadelenin her aşamasında inisiyatifi elde tutma ve son noktayı kendisinin koymaktaki kararlılığı olabilir ancak. Hareketin örgütleyicisi öncü işçi kuşağı bu ücret mücadelesinde yola çıkarken karşılarında uluslararası sermayenin, onun IMF, DB gibi mali kurumlarının dayatmalarının ve iş birlikçi politik iktidarın (hükümet) olduğunun büyük oranda farkındaydılar. Farkında oldukları bir diğer husus ise sendikal bürokrasinin bu süreçte oynayacağı uğursuz roldü. Bu gerçekler ışığında hareket ettiler. Karşılarındaki gücün büyüklüğü karşısında karamsarlığa düşmediler; adım adım o gücü alt edebilecek bir güç yığınağı oluşturmaya yöneldiler. Tek tek iş yerlerinden başlayarak basitten karmaşığa, küçükten büyüğe eylemler örgütlendi. Sonra en yakında olan farklı sektörlerden iş yerleri birleşerek ortak eylemler örgütlediler. İş giriş çıkışlarında, öğlen paydoslarında üretimi aksatacak biçimde bulundukları bölgelerin meydanlarına yürüyerek gösteriler örgütlediler, hareket kentler düzeyinde birleşti, ülke düzeyinde yaygınlaştı. Özel sektör, kamu emekçileri gibi sınıf kardeşlerinin, halkın desteğini alarak gün gün eylemleri büyütürken mücadele biçimini de giderek sertleştirdiler. Bütün bu süreç boyunca en geniş desteği almak için azami çaba gösterilirken, kendilerini bölecek girişimlerden de özenle uzak durdular. Sendika yönetimlerini sürükleyebildikleri noktaya kadar sürüklediler. Sendika bürokrasisinin uğursuz rolünün farkındaydılar ve fakat sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin anlık değil uzun soluklu bir mücadele olduğu gerçeğinden hareketle o aşamada teşhir edebildikleri her noktada bunu yaparak, savaş anında ikinci bir cephe açmanın aleyhlerine olduğunu görerek sendikal bürokrasiyle kesin hesaplaşmayı sonraya ertelediler. Nitekim kısa süre sonra gerçekleşen kongrelerde bahar eylemlerinin yarattığı birikim ve öne çıkan işçi önderleri önemli bir değişime imza attı. Türk-iş’e bağlı sendikalarda şube başkanlarının yüzde 48’i, genel merkez yöneticilerinin yüzde 49’u, 32 genel başkanın 15’i değişti. Temel yaklaşımları sendikalarını mücadeleci temelde dönüştürmekti. Bunu ne ölçüde gerçekleştirebildiler ayrı bir tartışmanın konusudur.
SENDİKA DEĞİŞTİRME KOLAYCILIĞI
Tam bu noktada günümüzün ‘mahalle kopukları’na dair bir parantez açmak gerekir. Başını toplumsal hareket sendikacılığının çektiği anarko sendikalist akımlar işçi sınıfının harekete geçtiği her durumda hariçten gazel okumayı adet edindiler. İşçi hareketine somut durumla uzak yakın ilgisi olmayan örgüt ve eylem biçimi dayatmaktan bir türlü vazgeçmediler. Ki, bunların başında ‘Sendika değiştirme kolaycılığı’ gelmekte. Şimdi aynı sorumsuzluğu ve aymazlığı kamu işçileri karşısında da gösteriyorlar. Bu arkadaşların anlamadığı hamam, tas, tellak metaforudur, elden ne gelir!
BİRLİK, DAYANIŞMA MÜCADELE
’89 Baharı’nda kamu işçileri kazanabilmek için mücadelede kendilerine iki hat çizdiler ve oradan ilerlediler. Bunlardan ilki sağlam birlikler oluşturmak ve hareketi önce iş yeri sonra yerel ve giderek ülke düzeyinde birleştirerek ilerlemek. Bunu başardılar. Birleştiler, dayanıştılar, mücadele ettiler… İkinci olarak güç analizi yaptılar, kendi güçlerinin sınırlarını bilerek hareket ettiler, gerekmedikçe cepheyi büyütmekten kaçındılar. Bunların başında sendikal bürokrasi geliyordu. Mevcut durumda onları harekete geçmek üzere sonuna kadar zorladılar, kıvırdıkları her noktada işçilerle karşı karşıya getirerek işçi kitlelerinin gözünde teşhir olmalarını sağladılar ve kendilerini bir sendikal muhalefet hareketi olarak sürekli büyüttüler, günü geldiğinde de sendikal bürokrasinin ipini çekmek üzere harekete geçtiler.
Yukarıda da vurguladığımız gibi iki dönem arasında birebir ilişki kurmak doğru olmayacaktır. Hiç şüphesiz günümüzde kamu işçilerinin işi ’89 Bahar eylemcilerine nazaran çok daha fazla zorluklar içeriyor. Fakat onlardan öğrenebilirler ve onların birikimini bugünün somut koşullarına uyarlayabilirler. Başlıktaki, ‘Yeni bir bahara doğru mu?’ sorusuna evet diyebilmek için henüz erken, zira net cevaplar verebilmek büyük ölçüde kamu işçilerinin bunu ne ölçüde yapabilecekleriyle yakından ilintili. Bu yüzden gelinen yerde herkes bu temelde kamu işçilerine gerekli destek ve yardımı sunmalıdır.
Evrensel'i Takip Et