"Kapitalizmin kârı varken demokrasinin imkanı yok" | Dr. Can Cemgil ve Prof. Dr. Ömer Turan ile konuştuk
Kapitalizmde bölüşüm eşitsizliği şiddetlenirken demokratik kazanımlar da yerle yeksan oluyor. Prof. Dr. Ömer Turan ve Dr. Can Cemgil, “Kapitalizm ve Demokrasi” isimli kitapta bu konuyu irdeliyor.
Prof. Dr. Ömer Turan (solda) ve Dr. Can Cemgil | Fotoğraf: Şerif Karataş/Evrensel
Şerif KARATAŞ
İstanbul
Dünyada aşırı sağ güçlenirken, demokratik kazanımlar bir bir yerle yeksan oluyor. Diğer yandan kapitalist dünyada bölüşüm eşitsizliği şiddetleniyor. Dünyanın en zenginleri bir günde bir milyon dolar dahi harcasa, 100 yılda servetlerini tüketemiyor. Bu iktisadi gerçek ile demokrasi arasında bir bağ var. Can Cemgil ve Ömer Turan tarafından hazırlanan ve Metis Kitap tarafından yayımlanan “Kapitalizm ve Demokrasi” tam da bu bu zıtlığın anatomisini irdeliyor.
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyeleri Dr. Can Cemgil ve Prof. Dr. Ömer Turan ile ‘zıtlığın anatomisi’ni konuştuk.
Kapitalizm ve Demokrasi: Bir Zıtlığın Anatomisi başlıklı derleme kitabı hazırladınız. Kapitalizm ile demokrasi arasında temel çelişkiyi özetleyecek olursanız neler söylersiniz?
Ömer Turan: Kapitalizmle demokrasi arasındaki temel çelişkiyi kapitalizmin kâr ve büyüme hedefinin demokrasinin gereği olan kolektif karar alma mekanizmalarının alan bırakmaması olarak tanımlayabiliriz. Bu kitabı hazırlarken ana çıkış noktamız şuydu: Gerek akademide, gerekse siyasal alanda bir ana akım görüş var. Bu görüşe göre kapitalizm ve piyasa ilişkileri demokrasiyi tarihsel olarak mümkün kılmıştır. Ve kapitalizm olmadan demokrasi olmaz. Biz bu derleme kitapta uluslararası literatürden 11 yazara odaklanarak bu görüşe karşı çıkıyoruz ve Marx ve Gramsci’den başlayıp, David Graeber ve Nancy Fraser’a uzanan bir hatta kapitalizm ile demokrasi arasındaki zıtlığa ilişkin farklı açıklama biçimlerini gösteriyoruz. Kapitalizmin şekillendiği tarihsel döneme bakalım; oy verme hakkının sadece mülk sahiplerine verildiğini görürüz. Oy hakkının tüm yurttaşlara yaygınlaşması, kapitalizm sayesinde değil, toplumsal mücadeleler sayesinde olmuştur. Bugüne bakacak olursak, örneğin ekolojik kriz bağlamına bakalım. Ekolojik kriz bağlamında atılması gereken adımlar, yani toplumun genelinin yararına olacak adımlar, çoğu kez kapitalizmin kâr hedefine uymadığı için engelleniyor. Yani bu zıtlığı sadece tarihte değil, bugünde de görmekteyiz.
‘KAPİTALİZM TEORİDE DAHİ DEMOKRASİYİ DIŞLAYAN BİR DÜZEN’
Can Cemgil: Kapitalizmin ve onu diğer toplumsal düzenlerden ayıran özelliklerin ne olduğuna ilişkin literatürde epeyce çeşitlilik gösteren görüşler var. Piyasa bağımlılığı, ücretli emek, siyasetin kurumsal ve biçimsel olarak iktisattan ayrılması, meta üretimi vb. Kapitalizmle ilgili en yaygın yanlış anlamalardan biri, kapitalizmin bir ekonomik düzen olarak görülmesi. Biz bu kitabın çeşitli bölümlerinde de gösterildiği gibi kapitalizmin siyasi niteliğine dikkat çekmek istiyoruz. Kapitalizm bir iktisadi tahakküm rejimi olduğu kadar siyasi bir tahakküm rejimidir aynı zamanda. Eğer demokrasi halkın kendi kendini yönetmesiyse, bir bütün olarak toplumsal ilişkilerin ve toplumun üretimi ve yeniden üretimi demokrasinin kapsamı dışında düşünülemez. Ama kapitalizm önce ekonomiyi kendi işleyiş biçimleri olan ayrı bir alan olarak tanımlıyor, sonra da bu alanı demokratik sürecin dışına taşıyor. Ekonominin de demokrasiye tabi olması taleplerini de teknikleştirilmiş bir alana siyasi müdahale olarak tanımlayarak ekonomik tahakkümü sorgulanamaz hale getiriyor. Bunu yaparak da demokrasiyi imkansız kılıyor. Yani bırakın pratiğini, kapitalizm teoride dahi demokrasiyi dışlayan bir düzen. Sorunuza geri dönecek olursak, kapitalizm demokrasi olmadığı müddetçe mümkün olur diyebiliriz. Elbette burada kapitalizmle özdeşleştirilen ve kapitalizmle ehlileştirilerek dar bir alana hapsedilmiş liberal demokrasiyi kastetmiyoruz. Bu derleme kitapta incelediğimiz 11 yazarın da tartıştığı üzere, iktisadi tahakkümü de reddeden daha kapsamlı ve içerikli bir demokrasi anlayışından bahsediyoruz.
‘DEMOKRASİ GERİLİYOR AMA KAPİTALİZM ÇALIŞIYOR’
Türkiye’de demokrasiye ilişkin oldukça sakat bir liberal anlayış var. ‘Demokrasi olmazsa yatırımcı gelmez’! Bu sanki son yıllarda görece kırıldı. Fakat yine de sormak gerekiyor, sınıflardan azade bir demokrasi var mı?
Ö.T: Aslında bu derleme kitap Türkiye’ye odaklanmıyor; kitabın yazarları kapitalist dünyanın çok genel bir derdine odaklanıyorlar. Fakat sorunuzda vurguladığınız üzere, Türkiye’de şekilsel demokrasinin son yıllardaki gerilemesi de kitabın ana argümanını yeniden düşünmek için iyi bir fırsat sunmakta. Türkiye’de şekli demokrasinin alanı müthiş daraltılmış durumda. 2019’de İstanbul’da seçim hiçbir gerekçe yokken iptal edildi, geçtiğimiz günlerde Can Atalay’ın vekilliği düşürülerek hem halkın seçme hakkına darbe vuruldu, hem de bir kez daha Anayasa Mahkemesinin kararlarının uygulanmayabileceği gösterilmiş oldu. Ama bakın bunların hiçbiri Türkiye’de kapitalizmin işlev görmesine engel olmuyor. Çok uzun süredir burada şekilsel demokrasi gerilemekte, ama kapitalist düzen çalışmaya devam ediyor.
C.C: Maalesef sadece Türkiye’de değil, liberal demokrasi söyleminin hakim olduğu her yerde sermayenin, yani kapitalistlerin yatırım yapmak için hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin egemen olduğu coğrafyaları tercih ettiğine yönelik bir mit var. Burada iki temel sorun var. Birincisi olgusal. Yatırımcının aradığı demokrasi veya hukukun üstünlüğü değil, kârın ve sermaye ilişkisinin güvence altına alınmasıdır. Görece kapitalist büyümesini uzun süre devam ettirebilmiş Batı ülkelerinde liberal demokrasi ve hukukun üstünlüğünün özellikle 20. yüzyıl boyunca gözlemlenmiş olması bu mitin derinleşmesine yol açtı. Diğer yandan, Batı ülkelerinde görece daha demokratik ve hukuka dayalı düzenlerin oturması kapitalizm nedeniyle değil, sınıf hareketi ve diğer toplumsal hareketlerin mücadeleleri sonucu elde ettikleri kazanımlar nedeniyle gerçekleşmiştir. İkinci sorunsa, hukukun üstünlüğü ve demokrasiyi tesis etmek için motivasyonun yatırımcı çekmeye indirgenmesi. Bu varsayıma göre demokrasi ve hukukun üstünlüğü kendi başına birer toplumsal değer ve mücadele hedefi olarak görülmüyor ve salt yatırımcı çekmek için gerekli zemini yaratma girişimleri haline geliyor. Türkiye’ye gelirsek resim biraz daha karamsar. Keşke son yıllarda bu mitin biraz kırıldığını söyleyebilseydik. Geçtiğimiz yılda seçimlere giden süreçte ve sonrasında gördük ki, iktidar ve büyük ölçüde onun karşısında konumlanma iddiasında olan muhalefet bu söyleme sıkı sıkıya sarılmıştı.
Seçime ve onun etrafında belli birtakım prosedürlere indirgenmiş liberal/kapitalist demokraside belki de olağan olan bu. İktidar da muhalefet de demokrasinin sorunuzda işaret edilen sınıfsal karakterini tanımıyor. Demokrasi kapitalizm ve liberalizmle içeriksizleştirilmeden önce aslında yoksulların iktidarı anlamına geliyordu. Aristoteles gibi demokrasi düşmanları dahi demokrasiyi böyle tanımlıyordu. Kapitalizm ve benzeri az sayıda zenginin iktidarına dayanan rejimlerse oligarşi olarak tanımlanıyordu. Dolayısıyla tam bu sebeple, kapitalist demokrasi son kertede oligarşik bir düzendir.
Kapitalizmin bu çelişkileri aşma şansı yok. Ancak demokratik kazanımlar da elde edilebiliyor. Örneğin Avrupa’da çiftçiler son dönemde ‘erteleme de’ olsa kısmi bir kazanım elde etti. Ya da çok sayıda olumlu örnek verilebilir. Yine de bütün bunlar ‘demokratik’ bir dünyada yaşamaya yeter mi?
Ö.T: Bu derleme kitapta okurlar Özge Yaka’nın kaleme aldığı bölümde Nancy Fraser’ın “sınır mücadeleleri” kavramını görecekler. Fraser “sınır mücadeleleri” derken kapitalist ekonominin sürekli olarak ekonomi dışındaki alanları daraltmasını, sürekli olarak kendi sınırını geliştirmesini kastediyor. Başka bir ifadeyle kapitalizmin mantığı giderek daha çok toplumsal sürecin kapitalizme göre belirlenir hâle gelmesini amaçlıyor. Ve burada tabii ki bir mücadele söz konusu. Toplumun farklı kesimleri de piyasa mantığının alan genişletmesine, neoliberal politikalara karşı kendi alanlarını savunuyorlar. Dediğiniz gibi bu mücadelelerde kazanımlar da elde ediliyor. Bu kazanımların önemi görmezden gelinemez. Fakat öte yandan kapitalizm sistem olarak sürdükçe gerçek demokratik süreçler, gerçek anlamda kolektif karar alama mekanizmalarının süreklilik kazanması mümkün olmayacak.
‘ÜRETEN SINIFIN MEMNUNİYETSİZLİĞİ HER ZAMAN DEMOKRASİNİN GELİŞMESİNE YOL AÇMAYABİLİR’
C.C: Elbette her tekrarında görüldüğü gibi üretenlerin örgütlü eylemliliği çeşitli kazanımlarla sonuçlanabiliyor. Her kazanım da örgütlü eylemliliğin işlevini açığa çıkarıyor. Yani örgütlü eylemlilik ile kazanımlar sürekli birbirini besleyerek güzel bir döngüye yol açıyor. Sınıfın öz güvenini de pekiştiriyor. Türkiye’de de son yıllarda ulusal çapta örgütlenmiş sendikaların vaziyetine rağmen, tekil örneklerde direnen işçilerin belli kazanımlar elde ettiklerini görüyoruz. Bunun yaygınlaşması ve sürdürülebilir hale gelmesi, kalıcı kazanımlara dönüşmesi, yukarıdaki bahsettiğimiz olumlu döngü için elzem.
Ama burada da eylemliliğin doğru bir şekilde siyasallaştırılması kilit önemde. Üreten sınıfın kapitalizmden ve onun günümüzde işleyiş biçiminden memnuniyetsizliği her zaman demokrasinin ilerlemesine ve gelişmesine yol açmayabilir. Almanya örneğinde gördüğümüz gibi, merkez ve merkeze yakın sol siyasetin ve partilerin, 20. yüzyıl boyunca ve hâlâ ana akımlaşması, üretenlerin gözünde onları esaslı bir alternatif olmaktan uzaklaştırıyor ve AfD gibi faşist hareketlerin bu eylemliliği kendi hedeflerine kanalize etmesine imkan tanıyabiliyor. Dolayısıyla bu tür eylemlilikleri doğru bir şekilde siyasallaştırabilecek hareketlerin yetersiz kalması, üreten sınıfın alternatif olarak aşırı sağı görmesiyle sonuçlanabiliyor.
TÜRKİYE SENDİKAL OLARAK EN KÖTÜ 10 ÜLKE ARASINDA AMA SERMAYE BUNA RAĞMEN DAHA FAZLA HAK İHLALİ TALEP EDİYOR
Bir soru da işçi sınıfına dair. Türkiye’de yasal olan grev hakkı fiili olarak engelleniyor. Artık olağanlaştı. Sanki yasalar bunu içermiyormuş gibi. Sendikalaşma yasal olsa da ‘fiili olarak’ yasak. Ya da günde 8 saat çalışmak, yasalarda hoş bir ‘sada’ gibi… Örnekler çoğaltılabilir. Türkiye bağlamında kapitalizm, demokrasi ve sınıflar arasında nasıl bir ilişki var?
C.C: Liberal demokrasilerde soyut haklar iyi tanımlanmıştır. Türkiye’de de kanunen baktığımızda çalışma hayatına ilişkin ve zaman zaman sermayenin “fazla işçi yanlısı” bulduğu düzenlemeler bulunuyor. Ama demokrasinin içi boşaltılmış liberal/kapitalist versiyonunda bir hak, o hakka sahip olanların o hakkı etkin bir şekilde kullanıp kullanamadığına yeterince ilgi göstermez. Kanunen grev hakkı var, ama Erdoğan yönetimi sağlam ve inandırıcı gerekçelere dayanmayan kararlarla düzenli olarak grevleri erteliyor ve kanunen düzenlenmiş grev erteleme uygulamasını fiilen grev yasağına dönüştürüyor. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonunun (ITUC) 2023 raporunda da görüldüğü üzere, Türkiye en kötü 10 ülke arasında ama sermaye buna rağmen daha fazla hak ihlali talep ediyor. Talep etmesine de çok gerek yok, çünkü hükümet grev hakkını kullandırmamak konusunda kararlı. Ama şunu tekrar hatırlatmak istiyoruz: yine ITUC raporuna göre incelenen 149 ülkede grev hakkını ihlal etme oranı 10’da 9. Yani maalesef tablo Türkiye’ye özgü değil. Hatta dünyada genel olarak bir kötüye gidişten söz etmek mümkün.